Doğa ve insanı kendine has çizgileri ve figürleriyle bir araya getiren sanatçı Kerem Ağralı ile Bozlu Art Project’te 15 Şubat tarihine kadar ziyaret edilebilecek olan son kişisel sergisi “Et cor natura – Doğanın Kalbi” üzerine söyleştik.
Üç yıl sonra, dördüncü kişisel sergisi “Et cor natura – Doğanın Kalbi” ile sanatseverlerle Bozlu Art Project’te buluşan Kerem Ağralı, doğa ve insanı birleştirmedeki optimist bakış açısıyla, insanları bu birlikteliğin önemine ve öze dönüşün farkındalığına dair bir yolculuğa çıkarıyor. Bir önceki sergisi “Nabız”dan sonra, geçmişten bugüne eserlerindeki benzerlikler ve değişimler üzerine söyleştiğimiz Ağralı ile bu sürecin, gelecekteki üretim planları üzerindeki etkisi hakkında konuştuk.
Son kişisel serginiz “Nabız”dan sonra tam üç yıllık bir çalışma sürecinin sizi “Doğanın Kalbi”ne götürdüğünü görüyoruz. Bu sürecin başlangıcı ve ilerleyişinden biraz bahsedebilir misiniz?
Geçen sene yağlı boya çalışmalarımla başlayan bir sürecin uzun sayılabilecek bir sonucudur aslında “Doğanın Kalbi” sergisi. Tahmin ediyorum ve öyle hissediyorum ki bu yoğunlukta pentür çalışmalarım denemelerim olmasaydı, belki işlerim de son dönemde bu noktaya evrilmeyecekti. Sonuçta atmış olduğunuz her adım, aslında bir sonraki potansiyel adımınızın sonuçlarını doğurmakta. En azından benim düşüncem bu şekilde; sanırım içimde birikmiş olan katman katman boyayı sonuna kadar tuval yüzeyi üzerine boşaltarak işlerim bu noktaya evrildi. Nabız sergisinde de zaten çoğunlukla desen olan eserlerim vardı, lakin bana göre uzun sayılabilecek bir dönemde desen çalışmalarına çok ağırlık vermemiştim. Aslında bu bir nevi, eski bir sevgiliyi hatırlamaya benziyor. Hatırladıkça da eskiden size vermiş olduğu enerjiyi ve perspektifi tekrar bulmaya başlıyorsunuz. Bu nedenle, daha fazla ve yoğun ayrıntıların katılmasıyla, son dönemde en çok içime sinen ve beni tatmin eden bir seri oldu diyebilirim. Her zamanki gibi değişik okumalara açık, zamansız ve evrensel olabilme iddiasında eserler oldu kanımca. Birçok farklı dünyanın ve yaşamın bir araya geldiği, alternatif hatta biraz fütürist bir arayış ve deneme aslında benim ki. Bu denemeden de neler olabileceğini görmek ve deneyimlemek ise tamamen izleyiciye kalmış vaziyette elbette ki.
İnsanların aklına biraz olsun merak düşürebiliyorsam ve bu da onlara sorular sordurabiliyorsa, kendimi başarılı sayabilirim. İnsanlığın ortak bilincine yazılmış hikâyeler, mitler ve doğanın bu evrendeki yeri benim ana konumu oluşturmakta. İnsan, doğanın içerisinde nerede duruyor? Bir ormanda, bir çalılık içerisinde ve belirsiz bir zamanda izlenimi veren figürler neler yapıyorlar? Bunlar benim ana sorularım ve bu sorular üzerinden şekillendirdiğim bir insan ve doğa tasviri belki de bu. Ama en önemlisi, bunların bir araya gelmesiyle oluşan alternatif bir evren tasviri aynı zamanda. Nabız sergisiyle başlangıcını yapan bu süreç şimdi de benim için “Nabız”ın evrim geçirmiş hâli olan “Et cor Natura” ile devam ediyor.
Peki burada gerçekten merak ettiğim başka bir nokta var. Doğayı ve insanlıkla etkileşimini işlerinin merkezine alan bir sanatçı olarak, özellikle son yıllarda başta sanatta olmak üzere, diğer birçok alanda gündeme oturmuş olan çeşitli doğal felaketler, küresel ısınma ve kirlilik gibi sorunlara karşı duruşunuzun, son serginizdeki eserlerinizi üretim aşamasında içerik olarak önceki sergilerinizden farklı olarak etkilediğini hissettiğiniz oldu mu? Olduysa hangi noktalarda?
Aslında bu sergi bir nevi bir “beraber var olma” durumunu içeriyor benim için. Fakat bu, esas olarak bir insan olan benim kişisel bakış açım ve hâliyle, tabii ki bu bağlamda optimist bir bakış açısı bu. Çünkü işin özünde doğa, varoluş yoluna pekâlâ insansız da devam edebilir. Küresel ısınma gerçeği şu anda bunun en canlı ve somut kanıtı, ben her ne kadar insanı doğa olmadan, doğayı da insansız düşünmesem de gerçeği aslında hepimiz biliyoruz. Bir nevi, insanın düzeleceğine ve doğa düzeniyle beraber var olabileceğine dair bir umut benimki. Bu sebepten dolayı, ele aldığım kurgular çok çeşitli imgeler ve belki biraz “fütüristik” denilebilecek ögeler barındırsa da günün sonunda hepsinin var olduğu yer gene dünyanın yüzeyi, toprak, ve bitkiler. Bu bağlamda, son zamanlarda, özellikle de bu seride “natüralist” diyebileceğim betimlemeler de mevcut. Bunun nedeni sanıyorum ki insanın, kendi evrim yolculuğunda doğanın ve onun dünya üzerindeki etkisini unutmasından kaynaklanıyor.
Aslında, tanrının doğa olduğu gerçeğini bir nevi kendime hatırlatma belki de bu seri. Çünkü günün sonunda sayısı gittikçe artan küresel ısınma gibi doğal afetler, tabiatın bir nevi kendini “resetleme” durumu aslında. Hâliyle insanın şu anda doğa üzerinde ki “tahakkümü” bu serginin esas, ana damarlarından birini oluşturuyor. Ama bunu göreceli olarak, optimist denebilecek bir bakış açısıyla ele alıyor belki de. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, bu aslında sadece bir iyi niyet göstergesi ve çok kişisel bir bakış açısı hâliyle. Ama umut etmeyi bırakmamak gerektiğine dair de bir veri belki de. Yani insanın doğayla gerçekten bir olabildiği ve kendinden kopuk görmediği bir dünya hayali. Olur ya da olmaz, bunu elbet zaman gösterecek.
Eserlerinizde yoğunlukta kullandığınız kırmızı rengi ve tabii ki siyah beyazın baskınlığı doğa ile insanı birleştirmenizde nasıl bir rol oynuyor?
Bu sanırım kendimce her şeyi mümkün mertebe olduğu gibi vermeye çalışmanın bir sonucu. Olduğu gibi derken, belki de bana göre ‘’en saf‘’ hâliyle görme isteği diyebiliriz. Bunun yolu da sanırım benim için renk skalasından, özellikle de doğada ve dünyada var olanları canlılaştıran pigmentlerin hükümdarlığının etkisinden kurtulmaktan geçiyor. En azından bu serimde, kâğıt üzerinde yoğun olarak kullandığım detayları renk sarhoşluğundan kurtarıp belki de daha ‘’primitif‘’ bir şekilde ele almayı seçtim. Bu sayede benim için, en azından şu dönemimde, esas olanın göz boyama değil, daha çok hikâye ve kurgular üzerine olduğunu söyleyebilirim.
Kırmızı ise benim için bir istisna. İstisna çünkü çok yoğun, istisna çünkü bana göre yaşamın rengi. Her ne kadar sürekli gözümüzün önünde olmasa da kırmızı aslında doğanın ve evrenin en baskın renklerinden birtanesi. Mesela kana kırmızı rengini veren madde alyuvarlara tutunmuş olan hemoglobindir. Her canlıda bulunan yaşamın sıvısı kan ve kırmızdır. Bunun dışında kırmızı bana insandaki vahşeti, yok etme dürtüsünü, hükümranlık isteğini hatırlatmakta. Ayrıca benim için ilk insanın avcılık ve göçebe hayatını hatırlatan gene ‘’primitifi‘’ ifade etmekte.
İzleyiciye sunduğunuz figürleri oluşturmada bahsettiğiniz mitler ve evren dışında, çevrenizde etkilendiğiniz, ilham kaynağı olan ve bu figürlerin süreç içerisinde evrilmesini sağlayan durumlar gerçekleşiyor mu?
Evet, aslında en büyük majörden minöre değişiklikler bende oluyor. Her gün kendimi izlerken, ki eğer sizin de böyle bir algınız varsa, düşüncelerimde, o trilyonlarca sinir ağının nöronların içerisinde yaşanan karmaşa ve zaman zaman düzen, benim eserlerime bakışımı değiştiriyor. Hâliyle de bu içe bakış karşıma ya düzen ya da kaos olarak çıkıyor. Bu zıtlıklar da beni her an değiştiriyor, stabil olanı kırıyor. Bu düzene uyum sağlamaya çalışan zihin de belki de daha özgür olmak adına adımlar atıyor. Atılan her adım, aslında değişim için bir fırsat sonuç olarak. Buradaki cevheri görebilirseniz eserlerinizde kullandığınız figürlerin, imgelerin evrimleşmemesi, değişmemesi mümkün değil zaten. Yani bir nevi aslında en büyük ilham kaynağım gene kendi beynim ve ona direkt olarak bağlı olan evrenin kendisi oluyor. İkisini ayrı düşünmek bana göre pek mümkün değil.
Trajedi işlerinizin hem içeriğinde hem de renklerinde kendini belli eden bir konu. Bu bağlamda, trajedinin sanatçı kimliğinizle hayatınızdaki yerinden ve yaratma aşamasındaki öneminden bahsedebilir misiniz?
Dışarıdan nasıl görünüyor ve algılanıyor bilemiyorum tabii. Trajedi dediniz, bu var ise de pek gizli kapaklı olduğunu duyumsuyorum. Renk kullanımındaki sadelik ama kırmızıya olan düşkünlük belki böyle bir algı oluşturuyor olabilir. Ama işlerimde trajedi varsa da bunun gene çok distopik olmayan bir betimleme olduğunu söyleyebilirim. Çok distopik olmayan ama o kadar da ütopik diyemeyeceğim bir durum elbet.
Bu da bir nevi arafta kalma durumu yaratıyor kurgularda. Fakat, bu yaratımın arka planında kişisel yaşanan yıkımların, düşüşlerin ve başka bir ifadeyle “trajedinin” çok büyük bir itici gücü olduğunu düşünüyorum. Bu parça parça olan yıkımların her birinden yeni bir enerjiyi duyumsuyorsunuz. O zamanda şu geliyor aklınıza: “Sizi öldürmeyen şey güçlendirir”. Pek klişe gibi duran ama zaman zaman etkisini hissettiğiniz bir olgu bu kanımca.
Sergilerinizin hemen öncesinde “şu işin üzerinde biraz daha çalışmalıydım” deyip, elinizi üzerinden çekemediğiniz veya aklınızda bitmeyen çalışmalar oluyor mu? Bu yeni serginizde böyle bir durum oldu mu?
Her çalışma bitiyor mu ki? Ya da gerçekten tümüyle her şeyi yerli yerinde olan, tüm hücrelerine kadar bitmiş bir eser var mıdır? Bu iddiada olduğumu söyleyemem açıkçası ama her eserimin kendi içinde geldiği noktadan, kendi kapsamları içinde pek memnun olduğumu söyleyebilirim. O eserlerin, başka şeylere dönüşebilme şansları olması, onları bitmemiş yapmıyor bana göre. Sadece diğer eserin temellerini atan başka bir ‘’harca‘’ dönüşüyorlar. Bu sebepten bana göre bir hikâyenin bitişi vardır, içerik, konu ve heyecan anlamında… Hikâye, motivasyon ve yeniye ulaşma çabası bittiğinde, işte o zaman bitiş vardır. Bu bağlamda aslında her eser, bir bitmemiş hissi ve enerjisi taşıyabilir, bu ise aslında o eserin bir sonraki esere vereceği referans olma görevinden kaynaklanıyordur.
Şu aşamada hâlihazırda bir sonraki serginiz için düşündüğünüz ve olgunlaşma aşamasında olan fikirleriniz var mı?
Şu aşamada aklımda olan birçok hikâye var. Bunlardan birtanesi kurgularımı, mekân tasarımlarımı daha büyük kâğıt ölçeklerinde ve sonra da farklı malzemelerle görmek. Bir diğeri de zihnimde son zamanlarda dolaşan heykel kurgularını gerçeğe dökmek.