Özge Topçu’nun “Flat Earth/ W Axis” başlıklı kişisel sergisi, 11 Nisan- 18 Mayıs 2019 tarihleri arasında Pilot’ta izleyiciyle buluşuyor. Genel sanat pratiğini kent ve mekân üzerine temellendiren sanatçı, düz dünya kavramını irdelemek için dördüncü boyutu ikinci boyuta indirgediği çalışmalar yaparken, aynı zamanda mekâna yayılan heykel kavramı üzerine yoğunlaşıyor. Sergideki çalışmalarında dört boyutlu küpün iki boyutlu düzleme izdüşümünü incelerken Selçuklu yıldızı ile karşılaşıyor. Sergiyi gezen izleyicinin kendi algısını sorgulamasını istiyor.
Özge Topçu’nun “Flat Earth/ W Axis” başlıklı kişisel sergisinin esin kaynağının temelinde Rosalind Krauss’un “mekâna yayılan heykel” kavramı yer alıyor. Topçu ile yurt içinde ve yurt dışında sanat alanında neler yaptığını, “düz dünya” kavramı ile nasıl karşılaştığını, çalışmalarında kullandığı yıldız sembolü ile nasıl ilişki kurduğunu konuştuk.
Sanat pratiğinizin geneline kent ve mekân ilişkisi hâkim. Bunun yanı sıra serginin basın bülteninde de belirtildiği üzere çevreyi oluşturan etmenleri ve toplumsal yaşamı inceliyorsunuz. Bu incelemeleri çalışmalarınızdan hareketle anlatabilir misiniz?
Kent çok aktif, onu içimizde deneyimliyoruz, ona tanık oluyoruz ama hâkim olamıyoruz. Kent bir devinim mekânı. Galeri mekânı ise devinen bir yer değil. Peninsulian adlı çalışmam, eski ve terk edilmiş bir binanın içerisinde boğazı gören bir pencerenin önünde sergilendi. İki boyutlu düzlemin üzerine bir yerleştirme yapmıştım, tam ufuk hizasına denk gelen yükseltide, yukarıdan asılmış şekilde süzülüyordu. Orada kullandığım objeler şehri görüyordu. Yerleştirme şehrin silüetini taklit ediyordu. Objelerin kendisi tarihi yarımadadaki zanaatkârların, tornacıların, oymacıların, ahşapla uğraşan kişilerin nesneleri ile oluşturulmuştu. Yerleştirmenin deneyimi hem mekâna hem de şehre yayılıyordu. Art Night London için yaptığım ise Londra’daki South Bank’ta yer alan Lambeth Walk bölgesindeki bir market yeri üzerineydi. Bu bölgede bulunan en eski marketlerdeki son ahşap pazar kasaları ile antik mimari yapılarını anımsatan büyük boyutlu, katılımcıyı da içine alan yerleştirmeler yaptım. Ahşap pazar kasalarını bir araya getirerek ortaya çıkardığımızda gördüğümüz şeyler; tapınaklar, kuleler, amfi tiyatrolar gibi Antik Yunan yapılarını ve ilk sosyalleşme yerleri olan pazar yerlerini anımsatıyordu. Bu nedenle işin adını Agora koydum. Bu katılımcı yaklaşım sayesinde herkes, kent üzerinde aktif bir role sahip olabileceğini gördü. Bir diğer ilginç durum da 1900’lerin başında İngiltere’de kadınların oy kullanma hakları için savaşan “Women’s Suffragette” olarak anılan kadın karakterlerle ilgili. Bu kadınlardan birinin evi yıkılmış ve yerine Amerikan Elçiliği’nin bulunduğu bina yapılmış. Ben Londra’dayken birtakım yaşlı anarşist kadın benimle iletişime geçti. O anma için benim yürüttüğüm “Agora” etkinliğini seçtiler ve kadının büstü için ahşap pazar kasalarından kaide yapmak istediler. Bu gruba yerel yaşlı sanatçılar da katıldı. Böyle interaktif bir ortamın olması beni çok etkilemişti.
Pilot’ta yer alan “Düz Dünya/ W Axis” adlı serginin fikri nasıl doğdu?
Sergi, Flat Earther Society ile internette karşılaşmamın üzerine ortaya çıktı. Dünyanın düz olduğuna inanan insanlar bir çeşit propaganda yapıyorlardı, bir komplo teorisi geliştirmişler. Bu topluluk dünyanın aslında düz olduğunu ve yüzyıllarca dünyanın yuvarlak olduğuna inanmamızı sağlayan insanların bizi bir şekilde ve bir amaçla kandırdığını düşünüyor. Grup içerisinde çok fazla sayıda insanı barındırıyor. Bu insanlar dindar veya muhafazakâr insanlar da değiller, tam tersine Amerika’da yaşayan ve bir şekilde yeni yükselen cehalet çağının ürünleri olan büyük bir grup insan. Cehalet kelimesi burada bir yargıdan ziyade bir terim olarak algılansın. Aslında Post-truth tartışmalarının daha aşina olduğumuz bir biçimde tarifi diyebilirim.
Şimdiye kadarki sanat pratiğimin kavramsal altyapısını oluştururken son birkaç yıla kadar, modernite analizi benim bu sorularıma cevap veriyordu. Şimdi ise bambaşka bir şeyin içinde olduğumuzu gördüm, Aydınlanma Dönemi dahi yaşanmamış da sanki öncesindeki ampirizme ya da Orta Çağ’a dönmüşüz gibi, insanların bilim dışı düşünceleri savunduklarını gördüm. O çağların bilgi birikiminin nereye gittiğine dair bir sorgulama oluştu bende. Günümüzde bu duruma post-truth (gerçeklik sonrası) adını verdiklerini, buna dair bir tanım ve dönem ismi kullanıldığını çok sonradan fark ettim. Bu mevzu üzerine daha net çalışmak istedim. Normalde de mekân üzerinde çalışan ve matematikten beslenen biri olduğum için bu dönemin ve yaklaşımın analizince en çok algılama biçimleri ve fiziksel boyutlar ilgimi çekti. O yüzden dünyanın düzlüğünü iki boyut, yuvarlaklığını üç boyut olarak aldım ve sergide dördüncü boyuta dair bir deneme yapmak istedim. Bu denemeyi yaparken aklımda dördüncü boyutu algılama, bunu doğrulayabilme veya gerçeğin standardını nasıl belirleyebileceğimize dair sorular vardı. Çünkü bu gerçeklik sonrası dönemde “gerçek” kavramı tamamen muğlaklaşmıştı. Bir şeye gerçek denebilmesi için belli standartlardan bahsedilmesi gerekir, o zaman bir mefhum gerçek olur. Örneğin bilimsel hipotez ve kanunların kabulü gibi. “Doğru” da bu gerçekle göreceli olarak belirlenebilir. Bilgi felsefesinde gerçeğin tanımı böyle ele alınıyor. Aslında ben de bu kabulle sanatsal biçimde oynamaya çalışıyorum. Bir uçta dünyanın düz olduğuna inananlar varken diğer uçta 11. boyut için bilimsel çalışmalar yapan insanlar var. Bunların nerede buluşacakları, buluşmalarının gerekli olup olmaması durumu, kimin dünyası kime göre bir hiyerarşiyle üstün olması konuları soru işaretleri olarak bulundu kafamda.
Estrela ve Astrolabe adlı çalışmalarınızda dört adet aynı desenlere sahip tabloyu aralarında boşluk bırakmadan sergiliyorsunuz. Bu tablolar seramik karoları da anımsatıyor. Siz bu seramik karoları kendi sanatsal pratiğiniz doğrultusunda nasıl yorumladınız?
Portekizlilere Araplar’dan geçmiş bir süsleme tekniği olan Horror Vacui (boşluk korkusu)ndan türeyen Azulejos yöntemini üretimlerimde kullandım. Onların seramik ile yaptıklarını ben tuval üzerinde yaptım. Azulejos tekniğinde, binaların dış cephesi dahi seramik karolarla kaplanır. Lizbon ve Portekiz’deki birçok binanın cephesinde bu teknik kullanılmıştır. Bu yöntemde karolar hiçbir boş alan kalmayıncaya dek yan yana diziliyor. Çünkü boşluk aslında onlar için bir acı gibi. Adolf Loose modernitede “süsleme suç”tur der. Horror Vacui ise aksine, boşluğun suç olduğu ve boşluğu doldurmak zorunda olduğumuz kanısındadır. Bu sergide ben bu mevzuyu merkeze aldım. Boşluk bana üç boyutu temsil eden uzay boşluğunu ifade ediyor ve sergide bu fikri merkeze alarak bir sistem oluşturdum.
Astrolabe işinde, usturlabın görseli var. Usturlap, Arap dünyasından geçen, dünyanın yuvarlak olduğu prensibiyle M.S. 400’lü yıllarda astronomik gözlemler için dünyanın ve gökyüzündeki yıldızların tayini ve yön bulma aleti olarak icat edilmiş bilimsel bir alet. Bu aleti Portekiz kralı Manuel King Ispanya’da Endülüsler’den tekrar keşfetmiş ve bu alet kralın arması hâline gelmiş. Bu aletin yeniden bulunması sayesinde dünyanın unutulan yuvarlaklığı tekrar keşfediliyor.
Estrela işinde bulunan da bir sembol. Estrela Portekizce yıldız demek. Resimde gördüğümüz bu sembol da bir motif, bizim de aşina olduğumuz Selçuklu yıldızının aynısı. Dört boyutlu küpün, iki boyut üzerindeki izdüşümü bu deseni veriyor. Benim bu çalışmayı üretmemdeki neden bahsettiğim bu bilgileri ve görsel örüntülerin seyahatini izleyiciye göstermek istemem. Zaten bu işler de serginin çıkış noktasını oluşturuyor. Harror Vacui adlı ortasında dört boyutlu küpün bulunduğu büyük yerleştirmenin de çıkış noktası da bu izdüşümü ve boşluk korkusunun oluşturduğu bezeme tekniği aslında.
Distorted adlı çalışmanızda bir dünya imgesi görürken, yanında bir ayna bulunuyor. Bu iki obje arasındaki ilişkiden biraz bahseder misiniz?
Distorted ironik olarak, Flat Earther’ların dünyayı algıladıkları biçim olan yassı ve disk şeklinde resmedildi. Bu çalışmaya bakarken dünyayı disk şeklinde görüyoruz, ama yandaki aynadan baktığımızda yine bildiğimiz küre şeklindeki dünyaya ulaşıyoruz. Bu çalışmayı algıları sorgulatmak için yaptım. Holbein’in Elçiler adlı tablosunu çok uzun zamandır biliyordum. “Düz dünya” kavramını düşünürken tablo gözüme sürekli çarpıyordu. Coğrafi Keşifler’den sonra o keşiflerin yağmaladığı ürünler, katman katman olan masa ve perde çalışmada yer alır. Masanın üzerinde hem terrestrial denilen gökyüzündeki yıldızların oluşturduğu bir küre, hem de dünyanın küresi ve ayrıca usturlap vardır. Masanın önünde ise bir kuru kafa bulunur, ama bunu karşıdan değil, yandaki bir açıdan görebilirsin. O dönemdeki küresel olan dünya imgesi, şimdi düzleşiyor. O tabloyu kendi çalışmalarım aracılığıyla dönüştürmeye çalışıyordum. O tablo, Coğrafi Keşifler’den Aydınlanma’ya geçiş noktasıydı. Bugün ise Aydınlık Çağ’dan Karanlık Çağ’a geçiş noktaları var. Distorted adlı bu çalışmamı üretirken bu durumu resmetsek nasıl bir şey olabilir diye düşünmüştüm. Holbein’in tablosu da bu bağlamda bana ilham kaynağı oldu. Distorted adlı resmi de Holbein’in kuru kafayı çizerken kullandığı yöntem olan anamorfozu kullanarak geliştirdim.
Tesellation adlı çalışmalarınızda farklı boyutlarda küplerin yanı sıra, üçgen formlarla da karşılaşıyoruz. Geometrik şekiller aracılığıyla yanılsamalar yaratıyorsunuz. Bu yanılsamalar ile 4. boyut arasındaki ilişkiyi nasıl kurdunuz?
Boyutlarla oynarken, dünyayı düzleştirmeye çalışıyorum. Dünyayı iki boyutlu bir evrende tahayyül etsek nasıl bir şey olurdu sorusunun cevabını ararken, Edwin A. Abbott’a ait Flat Land: A Romance of Many Dimensions diye 1800’lerin sonunda yazılmış bir kitapla karşılaştım. Kitap, iki boyutlu bir evrendeki karenin maceralarını anlatıyor. İki boyutlu evrendeki bir karenin algısı bizim algımızdan çok daha farklıdır, çünkü üçüncü boyuta sahip değildir. Hiçbir şeye yukardan bakamıyor, objenin bulunduğu yere gitmeden önünde ne olduğunu bilmiyor. Aslında aynı şey bizim için de geçerli. Dördüncü boyut “süreç”olarak tanımlanır, biz de o süreci geçirmeden ne olacağını bilemiyoruz. Bu ve bunun gibi hikâyelerden yola çıkarken Escher’in çalışmalarıyla karşılaştım. Bu çalışmalarımdaki şey iki boyutlu bir düzlemde yanılsamayla üç boyutlu evrene çıkıyor. Tesellation adlı çalışmalarda gördüğümüz motifler, dört boyutlu küpün iki boyutlu düzleme iz düşümü. Ben bu sergide “algılarını neye göre merkeze alacaksın” diye soruyorum. İnsanlara gördüğümüzün dışında başka şeylerin de var olabileceğini sorgulatmaya çalışıyorum. Ama ileri ya da geri yönde değil, iki yönde birden. Düz dünyadan 4 boyuta, o yüzden de serginin adı “Flat Earth/ W Axis”.
Ishtar adlı çalışmanızda birbiri içerisine geçmiş küplerden oluşan bir yapı var. Uzaktan bakıldığında karmaşık bir yapı varmış gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu çalışma aslında düzgün bir form olan iki tane küpten oluşuyor. Bunlara ek olarak bir de dördüncü boyutu temsil eden W ekseni var, yani “W Axis”. Normalde üç boyutlu evrenimizde x-y-z denen üç eksen varken, hayali olan W ekseni ile bir analoji ve temsil yaratıyorum. W ekseninin gerçekliğini ışık çok hızlı olduğu ve zamanda bize ileri gitme şansı verdiği için, ışıklardan yola çıkarak doğrulayabiliyoruz. Buradaki açıları deneme-yanılma ve dijital ortamda çeşitli ışıklar altında deneyerek elde ettik. Ben o iki tane dümdüz formdan çiçeğe benzeyen bir motif ortaya çıkardım. Görünenin arkasındaki görünmeyeni bu motif aracılığıyla göstererek, insanların algılarını sorgulamalarını istedim. Ayrıca buradaki iz düşüm Selçuklu yıldızına kadar gidiyor. Selçuklu yıldızı motifi de bu motiften çıkıyor. Bu sergide yıldız sembolü üzerine yoğunlaştığım için yıldız kelimesinin farklı dillerdeki anlamlarını sürekli araştırdım. İngilizce “star”, Almanca “stern”, İspanyolca “estrela”, Farsça “sitare” demek. “İshtar” kelimesi aklıma geldi. Akatlar’daki tanrının kızı, yıldızlar kadar güzel bir kadınmış. Bunun için de gökteki yıldızların ismini tanrının ismi yapmak istemişler. Böylelikle daha sonra yıldızlara “Ishtar” denmeye başlıyor. “İshtar”ı görsel olarak araştırdığımda “Ishtar yıldızı” diye bir şey olduğunu buldum. Yıldızın bu dört boyutlu küpün iz düşümünün aynısı olduğunu gördüm. Bu yıldız bir motif olarak Doğu sanatında da kullanılan bir şey. O yüzden bu işin adı Ishtar.
Harror Vacui adlı çalışmanızda havada duran bir form ve yere yayılan bir yapı var. Bunun serginizde esinlendiğiniz Rosalind Krauss’un “mekâna yayılan heykel” kavramıyla ilişkisi nedir?
Ben, öğrencilik dönemimde Krauss’un makalesiyle karşılaştığımda, bütün yerleştirmelerimde mekâna yayılan heykel yapmak istedim. Bunu yaparken de mekânın kendi deneyiminden ve belleğinden yararlandım. Burada yine 4 boyutlu bir küpün iz düşümü, iki boyuttaymış gibi görünüyor. Aslında fiziksel olarak 3 boyutlu bir şey. Yerde parkeyi andıran, motiflerde de onun aynısını görüyoruz. Bu yöntem Doğu süsleme sanatlarında kullanılıyor. Bu yöntem aynı zamanda bir görsel yanılsama yaratıyor. Burada 2. boyut kendi içinde parçalara ayrılıyor. İki boyutun yarattığı yanılsamadan dolayı, üçüncü boyut da var. Bu algıyla formu inceledim ve kendi yöntemimle mekân ile ilgili bir yerleştirme yapmak istedim. Bu çalışmada stereografik iz düşüm yöntemini kullanarak, yerleştirmenin formsal ve kavramsal sorunsallarını ön planda tutarak, galerinin yerleştirmeye hâkim olmasından ziyade, yerleştirmenin galeri mekânına hakim olması kaygısıyla yola çıktım ve Lucio Fontana’nın iki boyutlu tuvali yarması gibi ben de sergideki işlerle galeri mekânının üç boyutunu yarmaya çalışıyorum.
Gelecek ile ilgili planlarınız var mı?
Mayıstan temmuza kadar Portekiz’de Gulbenkian Grant ile katılmaya hak kazandığım AIR 351 adlı rezidans programında olacağım ve son çalışmalarımı Lizbon’da geliştireceğim.
Özge Topçu’nun “Flat Earth/ W Axis” başlıklı kişisel sergisi 18 Mayıs tarihine dek Pilot’ta ziyaret edilebilir.