Resim, video, heykel ve pek çok disiplinde eserler veren, çalışmalarıyla Art Dubai ve Contemporary İstanbul gibi uluslararası pek çok fuarda yer alan sanatçı Turan Aksoy ile rastlantısallık, kent algısı ve gerçeküstü dünyalara uzanan bir yolculuğun kapılarını araladık. Akademisyen kimliğiyle de karşımıza çıkan Turan Aksoy’un “Sandığın Gibi Değil” isimli kişisel sergisi, yaşanmışlık ve deneyimlerle dolu üç odanın hikâyesini farklı temalar üzerinden ele alıyor. “Sandığın Gibi Değil”, 5 Ocak 2019’a kadar Odeabank O’Art Gallery’de ziyaret edilebilecek.
Figüratif, soyut ve kavramsal sanat anlayışlarıyla multi-disipliner bir üretim süreci izleyen sanatçı-akademisyen Turan Aksoy, birey ve mekân ögeleri üzerinden toplum içinde birey olmanın getirdiklerine odaklanıyor. Aksoy, üretim pratiğinde çeşitli medyumlardan yararlanırken birey-toplum ilişkisini deneyim ve kişisel algı süzgeçlerinden geçirerek farklı disiplinlerdeki eserlerine aktarıyor. Girne-Lefkoşa’daki Arkin University of Creative Arts and Design’da rektörlük görevine devam eden sanatçıyı “Sandığın Gibi Değil” isimli kişisel sergisinden önce 2012’de gerçekleşen Pi Artworks’teki “Toz ve Telaş” sergisinde izlemiştik.
Serginin ismi ile başlamak istiyorum. Rastlantısallık, bellek, bilinç gibi kavramlar bizleri pek çok kez aldatan ya da algılamamıza göre biçimlenen ögeler. Serginize “Sandığın Gibi Değil” ismini vermeniz bu bağlamda değerlendirilebilir mi?
“Sandığım Gibi Değil” de olabilirdi. Ama sorunuzun içinde barındırdığı algılarımızın yanına, ön yargılarımızı ve kibrimizi de koyarak dünyayla ilişkimizi zorlaştıran ve yanılgılara yol açan şeyler olarak da açıklayabiliriz. Tüketim kültürünün dünyaya kibirle yaklaşmamıza sebep olduğunu düşünüyorum. Sanat yapıtı karşısında da “Ben nasıl anlayamam ki?” düşüncesiyle hareket ediliyor. Bu kibri besleyen düşünsel bir iklimden geçtik. Oysaki anlayamamak, kabul edildiği sürece bir erdemdir de.
Yalnızca sergi için değil genel anlamda sanat pratiği multi-disipliner olan bir sanatçısınız. Ele aldığınız konuları pek çok disiplin üzerinden yansıtmak bu konulara nasıl bir bakış açısı getiriyor? İzleyicinin ve sizin eserle kurduğunuz bağa nasıl yansıyor?
Farklı disiplinlerde iş üretmem, farklı materyallere bulaşmış olmamdan kaynaklanıyor. Böyle olunca, bir çalışmanın ilk düşüncelerini oluşturmaya başlarken de onu bir medyumla ilişkilendiriyorum. Örneğin, resim yaparken onu bir boyut ve belli bir tuval dokusuyla düşünürsünüz. Benim açımdan bu kadar doğal gelen, öyle umduğum, bu sürecin izleyicinin sanat yapıtıyla kuracağı ilişkiyi kolaylaştırması gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa bir medyumun konu ve temayla ilişkisinden de kaynaklanan belirleyici bir etkisi var.
“Sandığın Gibi Değil” isimli serginiz, izleyiciyi üç farklı başlık altında üç oda ile karşılıyor: Bireysel ve Toplumsal, Doğa ve Kent, Gerçek ve Gerçeküstü. Öncelikle şunu sormak istiyorum, bir tür retrospektif olan serginizde odalar kronolojik bir sırayı mı takip ediyor yoksa konuların ağır bastığı bir sınıflandırma mı söz konusu?
Hiçbir şekilde kronolojik bir önerisi yok bu serginin. Başlıklar tamamen benim çalışmalarımda ikilem veya çelişki gibi görünen özelliklerin neler olabileceğini anlamaya yönelik bir ön düşünce sonucunda ortaya çıktılar. Bu durum, üslup birliği bulunmaması nedeniyle çelişki ya da ikilem gibi bir kanaate neden oluyor. Bu bağlamda sergi içerisinde birkaç başlık daha olabilirdi. Konular, çalışmalarımda ağırlık kazanan belli temaların, bunlara ait karşıtlıkların ve son olarak kendi eserlerimde geriye dönük referansların neler olabileceğine dair bir çalışma sonucunda belirlendi.
Sergi mekânının son kısımda bulunan ve Hieronymus Bosch'a saygı niteliği taşıyan A eserinizin izlerini gezdiğim her odada hissettim. Bu bağlamda Bireysel ve Toplumsal isimli ilk bölümden başlayalım. Dünyayı tam da olduğu gibi, iyisi ve kötüsüyle gördüğümüz bir alan burası. Figüratif kompozisyonları da diğer bölümlerin aksine daha sık görüyoruz. Üstelik size ait bir kitap da bu bölümde bulunuyor. Sizin gözünüzden Bireysel ve Toplumsal başlıklı kısmı dinleyebilir miyiz? Bu odanın izleyicilerini neler bekliyor?
Çalışmalarımda ele aldığım konuları politize ettiğim, aynı zamanda sıklıkla otobiyografik konulara başvurduğum söylenmiş ve yazılmıştır. Bu, bireyselliği ve toplumsallığı çok iç içe algıladığımın bir göstergesi diye düşünüyorum. Sanırım bu nedenle toplumsal olgular ve bireysel trajedilerin birlikte hissedilebileceği bir dünya ortaya çıkıyor. Ne de olsa otobiyografik çalışmalar, sanatçıların kendilerinden yola çıkarak dünyayı anlama ve anlatma çabasının bir sonucu olarak da düşünülmelidir.
Bu odadaki on kadar küçük çalışmadan oluşan seçkinin büyük bir kısmı, 1980’lerden günümüze uzanan ve toplumsal olaylara referans veren çalışmalardan oluşuyor. Yine bu seçkide yer alan Minyatür’ün Gölgesi adlı eser gerek görsellikle toplumsal ilişkimiz bağlamında gerekse kültürümüzdeki yeri bağlamında ele alındığında bir bakıma araştırma ve inceleme çalışmasıdır. Benim de son dönem ilgilerimi göstermesi açısından önemli bir eserdir.
Bireysel ve Toplumsal odasında daha otobiyografik bir yaklaşım söz konusu. Oğlunuza ithaf edilen ...cok oğlumu sevdim isimli iki çalışmanız da burada yer alıyor. Odanın genelinde kaotik bir dinamizm hakimken gerek kullanılan renkler gerekse dingin figürler odayı farklı bir boyuta taşıyor. Bahsi geçen eserlerinizin bu bağlamda öne çıkması, onlara bakış açımızı nasıl etkiliyor?
Kişilerin özel yaşamından her tür haberin rahatça paylaşıldığı ve meraklısının çok olduğu bir çağdan geçiyoruz, bundan hep kaçındım. Fakat yapıtlarda temsile dayanmasa da kişisel sevinç ve acıların bir şekilde görünür olması kaçınılmaz. Bu durumun çok da hesaplayabileceğim bir şey olduğunu düşünmüyorum. Oğluma gelince, onu gerçekten çok severim.
Çalışmalarınızdaki figürlerden bahsetmek istiyorum. Figürlerinizin çoğu tanımlayamadığımız, silik ya da gölgeli silüetlerden bazen de parçalanmış bedensel uzuvlardan oluşuyor. Beden formunu bu şekilde algılama ve yansıtma nedenlerinizden bahseder misiniz?
Konuya, temaya yaklaşımımız ve malzemeye karşı tutumumuz bizleri birbirimizden ayırır. Yaklaşım, tutum, görme ve icra etme biçimleri kendimize has ve açıklaması kolay olmayan bir şeydir. Tam olarak hangi çalışmaları kastettiğinizi bilmiyorum ancak otobiyografik çalışmaların mahremiyeti ve kendimizle ilgili olan bir şeyin paylaşımı elbette ki kurulan dili daha kapalı hâle getiriyor. Bu nedenle sevgili Mümtaz Sağlam’ın benim için yazdığı bir katalog yazısında belirttiği gibi çalışmalarımda “imkânsız bütünlüklere” dair bir şeyler vardır. Tabii ki birey ya da toplum odaklı işler temsile daha çok yönelir ve bu durum figüratif çalışmalarda kendini daha sık belli ediyor sanırım.
İkinci bölümde doğa ve kent temasını görüyoruz. Kendisinden Başka Hiçbir Şeyin Hüznü isimli çalışmanız bölümün öne çıkan eserlerinden. Soyut ve tenha bir şehre bakıyor gibiyiz. Sıkışıklık çoğu zaman kent kavramıyla özdeşleştirilirken eserlerinizde dingin, sessiz hatta terk edilmiş bir kent algısına ulaşıyoruz. Bu bağlamda izleyici kendi kent algısına yabancılaşıyor diyebilir miyiz? Siz kent kavramını nasıl algılıyorsunuz?
Kent, insanın yarattığı en muhteşem ve aynı zamanda en korkunç şeydir. Bahsi geçen muhteşemlik ile korkunçluk da insanın yapayalnız hissetmesine neden olur ki bu da aynı zamanda hem olağanüstü hem de korkunç bir histir. Kentin politik olarak şekillendirilebilen ve bu politikalara direnebilen bir şey olması, bahsi geçen kent kavramına güç verir. Benim için kent, tümüyle politik bir alandır aslında.
Sorunuza bazı kelimelerin yerlerini değiştirerek cevap vermek isterim. Kendisinden Başka Hiçbir Şey… kentle ilgili olmaktan çok bakan kişiyle ilgilidir. Onun için sorunuzda yer alan sessizlik, benim deyimimle ıssızlaştırılmış bir alandır ve izleyici bakarken kendisini yalnız hisseder, yabancılaşma ile kastettiğiniz şey de bu olsa gerek. Bu yapıtlarda görülen yalıtılmış, ıssızlaştırılmış ve sessizleştirilmiş dünyanın, son yıllarda içimde gelişen “durup, geçen hayatı izlemek” olarak da dile getirdiğim bir özlemin karşılığı olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, bakan kişiyi ben olarak da düşünebilirsiniz.
Gerçek ve Gerçeküstü bölümü, serginin son ve üçüncü odası. Bu bölmenin girişinde yer alan seçkinizde, saygı niteliğindeki A isimli eserinizin ilk izlenimlerini edinir gibiyiz. Özellikle Dante'nin Cehennem tasvirinde, günahlarından ötürü fantastik canlılarca cezalandırılan insan tasvirleri bu bağlamda aklıma gelen ilk düşünceler. Siz bu seçkideki eserleri oluştururken hangi duygu ve düşüncelerden beslendiniz? Bu okuma hakkında ne düşünüyorsunuz?
Az önceki soruda da belirttiğim gibi serginin ismi “Sandığım Gibi Değil” de olabilirdi. Yani daha iyi anlaşılabilmeyi ummaktan daha iyi anlayabilirdim noktasına geldim diyebilirim. Bu sergiden öğrendiğim şeyler oldu. Çalışmalarımda ortaya çıkan gerçeküstü etkinin, yaşanan ve gözlemlenen dünyaya ait olağanüstülüğün yanı sıra hatıralardan beslenen tematik bir dizgenin, onlardan yararlanırken oluşan yanlışlıklar ile elemanları ilişkilendirmede görülen mantık dışılıktan kaynaklandığını anladım.
A adlı çalışmanızın ilginç bir hikâyesi var. Bosch'un Dünyevi Zevkler Bahçesi'ne saygı niteliği taşıyan çalışmanızda modern ögelerden izler de görüyoruz. Cehennem bölümündeki boşluklar ise tam olarak anlamlandıramadığımız bir Cehennem algısı uyandırıyor. Eserin hikâyesi ve sizin yerleştirdiğiniz formlardan bahseder misiniz?
Bosch’un eserinden yola çıkarak üretilmiş olan A, sanıyorum önem teşkil ediyor. Bu çalışma 2011’de Pi Artworks’te yaptığım ve dört mekân üzerine odaklanan “Toz ve Telaş” sergisinde, Atölye_Vicdan kısmının ana çalışmasıydı. Ben, bu çalışma için ahlak ve onun dinle olan ilişkisine dair yanlış kanılardan yola çıktım. Özellikle Umberto Eco’nun eserlerinden, bilhassa da Gülün Adı adlı eserinden yola çıkarak imajlar üretme düşüncesindeydim o dönemler. Bunun için okumalar yaparken A eserini oluşturan devasa puzzle bir eskici tarafından atölyemin kapısına getirildi. Başka söze gerek yok sanırım.
Yerleştirdiğim parçalar için konuşacak olursak hepsinin yapıyla, dünyevi olanla ve insanın dünyaya kattığı şeyle ilgili olduğundan bahsedebilirim. Atölye düşüncesinin, marangoz atölyesinden gelişmiş olması bu noktada etkili bir faktör. Bedensel çalışma ve emeğin, insanın sahip olduğu ahlak ve vicdanı geliştirdiğine inanıyorum. “Toz ve Telaş” sergisindeki atölye grubunda yer alan çizimler de testere ve çekiç gibi araçlardan yola çıkarak oluşturulmuşlardı.
Sergi mekânının tam ortasında Aşk Ünitesi adlı çalışmanızı görüyoruz. Farklı malzemelerden oluşan ve üst üste yığılı bir formu andıran Aşk Ünitesi sergideki üç odaya hangi mesafede duruyor? Aşk Ünitesi’nde çeşitli dokuların bir arada kullanılma nedeninden de bahseder misiniz?
Aşk Ünitesi, 2007’de Roxy Etkinlik Platformu’nda açılan “Üniteler” sergisinde yer alan işlerden biridir. Üniteler, anlamlı mimari birimler olarak düşünülmüş maket boyutlu yapıtlardan oluşuyordu: Bekleyen Ünite, Görme Ünitesi, Ayrılık Ünitesi gibi. Aşk Ünitesi’nin sergi alanında böylesi merkezi bir noktaya konulması, sanırım bu soruyu sormanıza neden olan şey. Mimari bir birim olması, aşkı ele alması ve ilişkinin hiç de gerçekçi bir zemininin bulunmaması, Aşk Ünitesi’nin tam ortada konumlanmasında etkili olan faktörlerdir diyebilirim. Bu bağlamda, sergideki tüm odalarla da ilişkili olduğunu söyleyebilirim.
“Sandığın Gibi Değil” isimli serginizde genç ve yetenekli küratör Begüm Alkoçlar ile çalışıyorsunuz. Begüm Alkoçlar'ın küratöryel desteği, işlerinize olan bakış açınız ve onların sergilenme sürecini hangi yönleriyle etkiledi?
Begüm’le ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanışıyoruz, kendisini yeni tanıyorum. Sanatçıyı onore etmeyi bilen bir nezaketi ve oldukça disiplinli bir çalışma yöntemi var. Ben de sabırlı ve sistematik bir adamımdır. Kendisiyle çalışmaktan çok memnun kaldım.
Son olarak, güncel açıdan üretmeyi hedeflediğiniz bir konu veya yeni projeleriniz var mı?
Bitmek üzere olan Deplasman isimli fotobook/bookart diyebileceğim bir çalışma var. On kadar fotoğraf ve kelimelerden oluşuyor. Bir de Bitirilememiş Yazılar olarak adlandırdığım, devam eden bir çalışmayla uğraşıyorum. Önümde yeni bir sergi düşüncesi var.