Gülşah Mursaloğlu “Pul Pul Döküldü, Ufalandı Zaman” isimli sergisinde zamanın kesintisiz döngüsüne dair sorular sorarken izleyiciyi üretkenlik, dinlenme ve dönüşüm kavramları üzerinden bir keşfe çıkarıyor. Sanatçı ile sergisi üzerine konuştuk.
Karaköy’de ikamet eden Sanatorium 22 Şubat’a kadar Gülşah Mursaloğlu’nun “Pul Pul Döküldü, Ufalandı Zaman” sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi, yaşama elveren koşulları, üretkenliği ve yavaşlamayı merkeze alarak insan ve makinenin üretmediği, es verdiği zaman dilimlerini inceliyor. Mekâna yayılan dönüşmüş yumurtalar, yumurta kabukları ve uyku dalgaları, bu araştırmanın somut ifadeleri olarak izleyicileri zamanın dokusal katmanlarını keşfetmeye davet ediyor.
Serginizin başlığı “Pul Pul Döküldü, Ufalandı Zaman”. Bu başlığı seçmenizde sizi etkileyen unsurlar nelerdi?
Serginin önce İngilizce ismi belirlendi: “Downtime, Spread Too Thin”. “Downtime” insanların ve makinelerin çalışmadığı zaman dilimini ifade ediyor, ancak Türkçede tam karşılığı yok. Bundan dolayı da farklı bir isim arayışına girdim. Sergi, zamana dair soruları farklı malzemeler üzerinden ele alıyor. Bu sebeple zaman kavramına materyal bir his verecek ne olabilir diye düşündüm ve bu başlık ortaya çıktı.
Serginizde “üretmemek” ve “yavaşlama” kavramlarını ele alıyorsunuz. Bu temalar üzerinde yoğunlaşmanızın sebebi nedir? Bu temalar sizin kişisel ve sanatsal hayatınızda nasıl bir öneme sahip?
Sergi, sürekli üretme ve durmama kültürüne bir bakış sunuyor. İki yıl önce anne oldum ve bir yıl boyunca üretimlerime ara verdim. O dönemde, kafamda her şeye rağmen üretmeye devam etmesi gereken bir sanatçı ideali olduğunu fark ettim. Bu süreç, üretim döngüsünün ve kapitalist zaman algısının üzerinde düşünmeme yol açtı. Aynı zamanda, yavaşlamaya direnme hâli ve neden kendimizi sürekli böyle bir döngüye soktuğumuza dair sorular da belirdi kafamda.
Sergideki yerleştirmelerinizde yumurta ve yumurta kabuğu gibi malzemeleri tercih etmenizin sebebi nedir
Yumurtalarla ilk kez 2019’da çalışmaya başladım. O sırada bir seramik misafir sanatçı programındaydım ve yumurtaları seramik sırına katıp fırında pişirdiğimde ne olacağını merak ediyordum. Yumurta kabuğu, kalsiyum karbonat içerdiği için kayaların yapı taşına benziyor. Sonuçta onu kayaya çeviren şey ısı ve zaman. Dolayısıyla, ısıyı arttırsam ne olur, acaba kayalaşır mı diye merakla bu deneyi yapmaya başladım. Aynı zamanda hızlandırılmaya çalışılan süreçlere ilgim var. İnsanın o zamanı manipüle etme arzusu, hızlandırma isteği, geçicilikle barışamama meselesi benim ilgimi çeken konulardan. Bu benim için bir deney olarak başladı ve aslında bir anlamda başarısız olacağını bildiğim bir deneydi ama o süreci çok merak ettim. Denemelerim sonucunda seramiğin yüzeyinde pul pul dökülen bir sır elde ettim. Ama sonra pandemi oldu ve bu projeye bir süre ara verdim.
Sonra bu projeye nasıl geri döndünüz?
Anne olduktan sonra ve üretimlerime bir sene ara verdiğim dönemde yumurta kabuklarıyla yeniden ilgilenmeye başladım. Ancak bu zaman zarfında biraz onlara bakış açım da değişti. Bana yaşam kabı gibi gelmeye başladılar. Yaşamı misafir eden bir varlık. Bizim o kadar kolay ilişkilendirdiğimiz bir şey değil. Bu yüzden hem gündelik olarak dokunabildiğimiz hem de aynı zamanda yaşamı tutabilen bir nesne. Bu bana etkileyici geldi. Bir yandan da yumurta bir tavuğun bedeninde genelde 24 saatte oluşuyor ama kayalarsa milyonlarca yılda oluşuyor. Zaman kısmı da ilgimi çekti.
Materyal seçimleriniz ve yerleştirmeleriniz izleyiciyi dokunsal ve zihinsel bir katılıma davet ediyor. İzleyiciyle bu etkileşim sizin için neden önemli?
Hiçbirimiz yekpare, bağımsız varlıklar değiliz; düşündüğümüzden çok daha geçişkeniz. Bedenlerimiz, çevremiz ve diğer türlerle sürekli bir alışveriş hâlindeyiz. Örneğin, organik yumurta satın aldığınızı düşünüyorsunuz, ancak o tavuğun beslendiği şeyler, yaşadığı ortam ve bedeninde gerçekleşen süreçler sizin bedeninizi de etkiliyor. Tüm bu geçişkenlik bir döngü yaratıyor: Farklı bedenler, türler ve çevre arasında sürekli bir etkileşim söz konusu. Bu bağlamda, sergideki “Gözeneklerde Kutu Kutu Pense” adlı çalışma, bu döngüye dikkat çekiyor. Sergide kullanılan yumurta kabuklarının bir kısmını evimde, bir kısmını çevremden, hatta mahalledeki bir pastaneden topladım. Bu kabuklar, hem tavukların bedenlerinden çıkan hem de insanların bedenine giren bir döngünün parçası. Kalıntıları birbirine karışıp fosilleşerek galerinin duvarlarında yerini aldı. Serginin bir diğer amacı ise izleyiciye düşündürmediği failin varlığını hatırlatmak. Mekânda her izleyicinin hareketi, rüzgârın yönü gibi küçük etkiler bile eserlerde bir dönüşüm yaratabiliyor. Bu etkileşim, düğmeye basıp bir sonuç almak gibi değil; daha organik, incelikli bir farkındalık yaratmayı hedefliyor.
“Kuytuda Uğuldayan Yumurta” video yerleştirmeniz, iki paralel koreografi üzerinden zamanın ve yaşamın karmaşık örgüsünü inceliyor. Bu eseri kurgularken hangi estetik ve kavramsal öncelikler sizi yönlendirdi?
Bu, benim ilk videomdu ve ilham aldığım iki kitapla şekillendi. İlk olarak, Olga Ravn’ın The Employees adlı bilimkurgu romanından etkilendim. Kitapta bir insan robota, kapatıldığında dinlenebileceğini söylese de robot, bu durumun bir ölüm olduğunu söylüyor ve bir gün koridorda yürürken bacaklarından dökülen yumurtaları yemesini ve yumurtaların halen dökülmeye devam etmesini anlatırken, durmaksızın devam eden üretim ve tüketim döngüsünü sembolize ediyor. Bu diyalog, beni bir koreografi oluşturmaya yönlendirdi. İkinci kitap, yumurtayı farklı açılardan ele alan Nicole Walker’ın Yumurta kitabıydı. Burada, “Yumurtanın başka bir şeye dönüşmesini istiyorsan bu mükemmel formunu koruyamaz. Yaşamın başlaması için kargaşa, kesinti ve düzensizlik gerekir. Sonra hayatın geri kalanını tekrar bir düzen oluşturmaya çalışarak geçirirsin” şeklinde bir cümle vardı. Bu, beni çok etkiledi. Bu ikilik, esasen bu iki kitaptan çıkmış bir çalışma oldu.
REM ve NREM dalgalarını temsil eden yerleştirmeniz, uyku ve yaşam döngüsü arasındaki bağlantılara işaret ediyor. Bu yerleştirmeyle neyi hedeflediniz?
Uyku, tüm canlıların doğal bir dinlenme hâli. Annelik deneyimimde uyku hakkında çok şey fark ettim. Uyku, bedenin bildiği ve kendi ritimlerinde şekillenen bir süreç. Ancak bu süreci hızlandırmaya çalıştığınızda, bedensel ve zihinsel yenilenme mümkün olmuyor. REM ve NREM döngülerinin iç içe geçtiği süreçler, yenilenme ve denge için hayati önem taşıyor. Yerleştirme, ofis ortamlarındaki üretim baskısına bir tezat oluşturarak, hızlanmayı reddeden ve yavaşlığı savunan bir jest niteliğinde. Tavandan sarkan ışıklar, bu döngülerin işleyişini ve uykuya dair bir farkındalığı simgeliyor. Belki bu çalışma, izleyicilerin yavaşlama ve doğal döngülere farklı bir perspektifle bakmalarını sağlayabilir.
Gülşah Mursaloğlu’nun kişisel sergisi “Pul Pul Döküldü, Ufalandı Zaman”, 22 Şubat’a kadar Sanatorium’da görülebilir.