Sanatçı Simay Bahçıvan ile İstanbul sokaklarındaki gerçeklikle kurguyu bulandıran Yedi Kocalı Hürmüz, Baltalı Hano ve Bacıyân-ı Rum’un başkaldıran hikâyelerinden ilham aldığı üç “duvar halısı”nı kadınlık temsilleri bağlamında ele aldığımız, dekoratif sanatlarla sokak sanatını birleştiren bu paste-up yerleştirmelerdeki çok katmanlı feminizme odaklandığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bu serinin bir adı var mı? Kadınlığın iffetli ve şefkatli temsilini reddeden kilimler bunlar. Şehvet ve şiddetle hareket ediyor Hürmüz, Hano ve Bacıyân-ı Rum kadınları… 13. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan bir aralıkta, bu topraklarda kadınlara dayatılan itaatkâr toplumsal cinsiyet rolünü sorunsallaştırıyorsun. Peki seriye doğrudan bu amaçla mı giriştin? Yoksa üretim sürecin mi seni buraya getirdi?
Duvar halısı, Asya’da, Anadolu’da, Doğu Avrupa’da sık karşılaşılan bir kültür öğesi; benim de ilgimi çekmiştir her zaman. Seriyi başlatan da gördüğüm bir duvar halısı oldu aslında; halı üzerindeki tasvirde iki erkek, at üstünde bir kadını kaçırıyordu. Ben baktığımda tam tersi bir senaryo hayal ettim ve çok eğlendim, ardından “sekizinci kocasını kaçıran Hürmüz” ortaya çıktı. Kadın olarak verilen tavizlere karşı tepkiler de hassaslaşıyor biriktikçe, bu yüzden şiddetli ve şehvetli. Bu twistle seriye başlayıp devam ettirdim, bir isim vermedim. Kısaca üretim sürecim beni burayı getirdi demek doğru olur.
Seni harekete geçiren duvar halısıyla nasıl karşılaştın? Bu halının hikâyesini biliyor musun?
İlginç bir karşılaşma değil. İnternette karşıma çıktı, hikâyesini bilmiyorum.
Seçtiğin figürler hakikat ile kurgu arasında salınıyor. Hürmüz’ün kurgusal bir şahsiyet olduğu “kesin bilgi.” Kemâl Sunal filmleri ve Hababam Sınıfı serisiyle de tanınan Sadık Şendil’in kaleminden çıkmış. Baltalı Hano ise bir dijital efsane… Post-truth (Hakikat sonrası) denen, bilgi bombardımanı içinde gerçekliğin boşaldığı çağımızda, internet ortamında yayılmış bir yalan hikâye. Fakat öyle sahipleniliyor ki üzerine dizi ve şarkı yapılıyor. Bacıyân-ı Rum’un varlığı da spekülatif. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazâde dışında hiçbir kaynakta adı geçmeyen bir örgüt. Sen bu üç ismi nasıl seçtin?
Bunlar kaynakları bambaşka olan hikâyeler, tarihsel gerçeklikle mit arasında bir yerdeler. Aslında bu üç hikâyenin ortak noktası bu kadınların hepsinin, kadınlara atfedilen naiflik, kırılganlık gibi kavramlara kendi içlerinde yıkıcı bir karşılık veriyor olması. Onları birlikte görmemizi sağlayan birleştirici duygunun özü bu güçlü, çekici kimlikleri.
Hakikatle ilişkileri de etkili oldu mu?
Duvar halıları her kültürde kendine özgü bir evrim geçirmiş. Bazılarında savaş galibiyeti, bazılarında geleneksel motifler, mitolojik tasvirler var. Bazıları propaganda amaçlı. Yani gerçekle kurmaca arasında bir yerdeler. Ben de hikâyelerle ilgili düşünürken, bir destan kahramanı gibi gerçeklikle ilişkilerini ayırt edemediğimiz bir yerde olmalarını istedim.
Tarihi hikâyeleştirme (history/“his story”) görevini çağlarca tekelinde tutan erkeklerin, kadınlarını tarih dışına sürerek marjinalleştirmelerine yönelik bir eleştiri de var gibi?
Tabii, ilk soruda Hürmüz’ün ortaya çıkışında bahsettiğim şey tam da bununla alakalı.
“Tarihte iz bırakan”, “dünyayı değiştiren” gibi başlıklarla tarih kaynaklarında karşımıza çıkan bir avuç kadın ismi zaten marjinalleşiyor. “Kadın otobüs şoförü”, “kadın mühendis” demek gibi bir şey bu.
Hangi işi nereye yerleştireceğine nasıl karar verdin?
Aslında yerleştirdiğim sokakların herhangi bir belirleyici özelliği yok. Yaşadığım, vakit geçirdiğim semtler olduğu için buralarda deneyimlemek istedim.
Kuşkusuz ki kamusal görünürlük de kadın için çağlarca bir mücadele konusu oldu/oluyor. Bu yüzden bu işlerin “sokakta” yer alması da bana çok hoş geliyor. “Geceler de sokaklar da meydanlar da bizim” diyebilir miyiz?
Bunu derken sadece yine kendimiz duyuyorsak, gerçekten bizim olabilmesi adına etkisi zayıflıyor bence. Özellikle sokaklarda üretmenin en önemli ve güzel yanı o işin birbirinden farklı düşüncelerde insanlarla karşılaşıyor oluşu. Bu karşılaşmalar da kişinin kendi normalini sorgulaması adına çok önemli bir an yaratıyor. Belki de bu olasılıkları sokakta üreterek ne kadar çoğaltabilirsek o kadar daha bizim olacak.
Duvar halısının dekoratif bir sanat olması da, bu serinin başka bir feminist katmanı gibi hissediyorum. Ev işleri ve kadın emeğiyle ilişkilendirildiği için, erkek egemen kanonda yok sayılan dekoratif sanatları sahiplenen, yücelten, “yüksek sanat” mertebesinde ele alan bir damar var. 1970’lerde ve 1980’lerde Joyce Kozloff ve Miriam Schapiro gibi feminist sanatçılarda rastladığımız, günümüzde de yaygınlığını koruyan bir tavır. Kendini buraya yakın hissediyor musun?
Hissediyorum ve el işinin kadın sanatçıların üretimine dahil olması, bana kadınlar arasında yeni bir dil oluşturuyormuş hissi de veriyor. Çekirdek ailenin yaşadığı bir ev içinde, annenin evi süslemek için yaptığı nakış, bir sanatçının protest tavrını gösterme biçimine dönüşüyor. Kadın enerjisi ve gücü yaşamda aslında nereye akarsa birleştirici bir şeye dönüşüyor, sanatçılar haricinde de söylüyorum bunu.
Dekoratif sanatları feminist bağlamda değerlendirmenin cinsiyet stereotiplerini pekiştirebileceğini düşünerek; daha doğrudan ve daha performatif eleştiri yapan bir feminist damar da var ki bu seri kamusal mevcudiyetiyle orayla da uyumlanıyor gibi geliyor. Sen ne düşünüyorsun?
Audre Lorde, Erotiğin Olanakları’nda şöyle bir şey söylüyor “Erotik, sadece ne yaptığımız değil, eylerken ne kadar canlı ve bütün hissettiğimiz meselesidir.” Kadınlara, içindeki yaratıcı kaynağı bulduran, orada ne olduğunu gösteren birleştirici bir güç bu. Bütün kadınlar aynı şeyi paylaşıyoruz. Ben çok seviyorum bu söylemi. Bunu bir performansa dönüşütürüp kamusal alanda paylaşmanın yolunu yapan şey, tam da bu yaratıcı erotik güç bence. Protest tavrın ortaya çıkışı da o kaynaktan...
“Yasadışı” bir mecra olarak, sokak sanatı icra etmenin zorlukları hakkında da konuşabiliriz. Üzerine bir de cinsiyet normlarının sokak sanatı üreten kadınlar üzerindeki etkisine de değinebiliriz. Bu konudaki görüş ve deneyimlerin nasıl?
Sadece bu işlerin yerinin sokak olduğunu düşünerek hareket ettim, bu beni bir sokak sanatçısı yapmaz diye düşünüyorum. Kamusal alanda bir iş sergilemeyi, üretmeyi ilk kez bu şekilde deneyimliyorum. Bu serinin benden çıkışını ve dışarıda maruz kaldığı etkileri gözlemlediğim bir süreç oldu. Ben kendimden yola çıkarak bundan bahsedeceksem, otosansürle ilgili derdim var diyebilirim (özellikle sokakta olunca). Zaman zaman buna takıldığımı ve üretimimi şekillendirdiğini söyleyebilirim. Bu sıkışıklık da anlattığım şeyler de öfkeli ve keskin şekilde ortaya çıkıyor genelde, onu fark ediyorum.
Bu seriyi sanat pratiğinin bütününde nasıl konumlandırıyorsun?
Üretirken alıştığım konfor alanımdan, zihnimi uğraştırmakla uğraşıyorum ki yeni bir şeye cesaret edebileyim, otosansürden uzaklaşabileyim. Bu seri de, farklı çıkış yolları aramanın bir denemesi diyebilirim.