Kapıdan girdiğiniz anda sizi kendisinin model olduğu fotoğrafları ile karşılayan sergi, mekanın ferahlığı ve nötrlüğünün de etkisi ile sizi direkt içine alıyordu. İzleyen konumunda olduğunuz sergide koridorun sonundaki videodaki Yunanca şayet anlamadığınız bir dil ise ağıt gibi bir hissiyat veren ses ile bir anda farklı bir ortamın içine giriyordunuz. Yürüyerek yanından geçtiğiniz fotoğraf sergilerinden ziyade, kendine uzun uzun baktıran fotoğrafların özelliği, hem figürün etkileyici bakışları ve karakteristik surat ifadesi, hem de kendi başına ciddi tasarımlar olan ‘başlık’lar idi. Sergide asıllarını görebildiğiniz bu ‘başlık’lar zaten serginin temelini oluşturuyordu. İngilizce bir açıklaması olmaması dolayısıyla videodaki şarkıyı ne kadar merak ediyor olsanız da bir yandan tonlaması ve figürün ifadeleri ile politik ve ironik bir durum olduğunu hissediyordunuz. Hem temiz bir sergi oluşu, hem düzenlemesi, hem mekan dolayısıyla dikkate değer, üzerine uzun uzun düşündüren, merak ettiren bir sergi olarak The Cursed Serent başarılı bir sergi olarak Atina’daydı.
Resim, video, fotoğraf, dijital medya, ses ve performans gibi farklı bir çok disiplinde üreten, Eleni Mylonas ile Yunanistan’daki sanat ortamı, 70lerde yaptığı seyahatler ve sergisi üzerine konuştuk.
Başlangıcından bu yana sanatınız evrimini etkileyen, sizi üretmeye motive eden nedir?
Benim işlerim etrafımda olan bitene, etrafımda olan bitenin beni nasıl etkilediğine, benim iç dünyama bir cevap niteliğinde. Bu, sanat aracılığı ile dışardan içeri doğru, filtrelenmiş ve tekrar yönlendirilmiş, geriye dönüşe yönelik bir seyahat benim için. Kendini keşfin süreci. Hiç bir zaman bir seriye ya da işe bir fikirle başlamıyorum. Benim rehberim içgüdülerim. Dış etkenler, etrafımda olup bitenler merakımı ve duygularımı tetikliyor, ben de onları takip edip keşfediyorum. Sonuçta ortaya çıkan işlerim başkalarına nasıl etki ediyor, başkalarını nasıl etkiliyorsa bana da öyle etki ediyor.
Yunanistan asıllı, uzun seyahetler etmiş, New York’u ikinci eviniz olarak belirlemiş bir sanatçısınız. İşleriniz ile Yunanistan’daki sosyo-politik değişim arasında bir bağlantı var mı?
Yunanistan’da doğdum ve büyüdüm. 20lerimde Amerika’ya yerleştim ve New York’taki sürekli varlığıma karar verdim. Dünyada çok seyahat ettim dolayısıyla dünyada küresel olan, küresel olarak etkileyen ne varsa beni de etkilediğinin ve neler olduğunun farkındayım. Bugün Yunanistan’da olan sadece Yunanistan’a özel bir durum değil. İnsanlığın küresel iflası ile maddi değerin karşı karşıya geldiği bir ayna gibi durum. Bugün biz insanlar değil, tüketicileriz. Bizim devamlı tüketmemizi, ‘almamızı’ isteyen büyük holdingleşmelere, yüzsüz şirketlere bağımlığız. Fayda en alt sırada. Benim işlerim ortak bilinç ihtiyacı ve yaşadığımız gezegene, onun kaynaklarına ve birbirimize karşı saygı duymamız gerektiğine dair üzüntümü yansıtıyor. Dolayısıyla mutlaka bir bağlantı var ama bunu direkt ve göstermeci bir biçimde diye tanımlayabilir miyiz emin değilim.
70lerde Londra’dan Afganistan’a uzanan bir seyahat yapmıştınız. Bu deneyiminizi anlatır mısınız? Özellikle Türkiye’deki süreci... Sizce bu seyahat sanatınızı nasıl etkilemiştir?
70lerin başı, Ekim 1971... Hayatımda çok önemli, burada birkaç kelime ile anlatamayacağım kadar kıymetli bir deneyimdi. Colonel Cunta Yunanistan’ı yönetiyordu. Bulgaristan sınırından Türkiye’ye geçtiğimi hatırlıyorum. Bulunduğumuz arabada Yunan radyosu parazitli bir biçimde çekiyordu. Çok garipti. Kendi vatanımı düşman olarak deneyimlemek ne fenaydı... Istanbul’a vardığımızda ‘Şark’a / Doğu’ya vardık’ hissiyatındaki İngiliz arkadaşlarımızla buluştuk. Benim hissiyatım böyle değildi. Türkiye, özellikle sahillerinde evimde gibi hissettim. Birçok sıkıntı atlattıktan sonra Afganistan’a vardığımızda, yine evimde gibi hissediyordum. Başka bir yüzyılda, başka bir toprakta ama evimde gibiydim. Farklı dilde konuşan, farklı dinden olan birçok insanla dolu, evden uzakta, sadece insanlığın bir parçası olan evimde...
Bu deneyim içimde büyük bir patlama yarattı, küçük olan ‘ben’in içinde daha büyük bir ben yarattı ve hayatımda ve işlerimde bir dönüm noktası olarak yer aldı.
Sanatçı gözünden New York ve Avrupa’daki sanat ortamını nasıl değerlendirirsiniz?
Bu konuda uzman değilim ama diyebilirim ki New York’taki sanat dünyası küresel olarak devamlı değişim halinde. Bugün New York müzeleri ve büyük galeriler, paranın kaynağı olan Arap ülkelerinden, Rusya’dan, Çin’den gelen, uluslararası koleksiyonerlere hitap ediyorlar. Bir yandan da satın almayan ama izleyen, deneyimleyen büyük bir topluma da hizmet ettiklerini de söylemeliyiz. New York’ta yaşayan binlerce sanatçı var, bundan dolayı birçok sanat mekanı şehrin içine doğru sürülüyor, şehrin içinde gelişiyor, büyüyor. Yeni sanat alanları açılıyor, Brookly’nde Bushwick bunun en önemli örneklerinden... Sonsuz bir alan sanat alanı. New York’ta kendisini temsil edecek uygun galeri bulmak birçok sanatçı için zor. İlişkiler, iletişim büyük önem taşıyor, her yerde olduğu gibi. En uç noktası ise sanattaki para, herşeyde olduğu gibi...
İlginç bir biçimde, Yunanistan’da, ekonomik krize rağmen sanat dünyası gelişiyor, büyüyor. Birçok yeni girişim ortaya çıkıyor, alternatif mekanlar, tiyatro, performans grupları... Birçoğu tamamen gönüllüler tarafından yönetilen özel saant inisiyatifleri. Şimdi gençler hareket etmeli diye düşünüyorum ve aslında büyük bir enerji ve umutla hareket ediyorlar da. İşte şimdi burada, gümüş bir hayat Yunanistan’ın kara bulutlarla kaplı karanlık halini parlaklığı ile aydınlatıyor.
Son seriniz The Cursed Serent’e nasıl başladınız, süreci anlatır mısınız?
Mısır’daki protestocuların giydiği el yapımı kasklar, başlarını korumak için yaptıkları -bir çeşit- şapkalarını giydikleri fotoğrafları ile karşılaştım. Böyle ciddi bir durumun ortasındayken bu şekilde yaratıcı oluşları ve espri anlayışları bana ilham verdi. Bu görsellere bakarak desenler, grafik çizimler yaptım, daha sonra bu desenleri tuval üzerine yağlıboya olarak tekrar çalıştım. Süreç boyunca kendi görselimi de aynen protestocular gibi, sanki onlardan biriymişim gibi bir resmime yerleştirdim. Bu noktada iş, kendi anını yakaladı ve Cursed Serpent sergisindeki foto-grafik işlerindeki yaratıcılığa liderlik etti.
İşlerinizde model sizsiniz. Sanat eserinin objesi olarak yer almak deneyimini nasıl yorumlarsınız?
İşlerdeki model benim ve aslında ben değilim. Fotoğraftaki kişi ben değişim ve fotoğrafın gösterdiği kişilik de değilim. Ama olabilirdim de. İşte anahtar burada yatıyor. Kolaylıkla hem fotoğraftaki kişi, hem de fotoğrafta betimlenen kişilik benim diyebilirim. Bütün görüşler geçerli. Ben evrensel bir insanım, geçmiş, şimdi ve gelecek... Yaştan, cinsiyetten, ırktan öte bir insanım.
Sergide sizin Yunanca şarkı / ağıt söylediğiniz bir video var. Şarkıda neden bahsediyor, Karagöz’le ilişkisi nedir anlatır mısınız?
Kragiozis / Karagöz bildiğiniz gibi kökleri Osmanlı’ya dayanan Yunan gölge oyununda da varolan ‘mükemmel adam’ bir kahraman. Belediye başkanı ve dilenci, doktor, aşçı ve hırsız. Yaratıcı keşiflerin adamı, espri sahibi, herhangi bir zor durumda soğuk kanlı. Bu esprili iğnelemelerin ardında, mağarada saklanan, çoğunluğu terörize eden bir iblis var.
Şehir Çığırtkanı ortaya çıkar ve şöyle der:
‘Burayı dinleyin, burayı dinleyin: İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar, Suriyeliler, Araplar, Afganlar, Ukraynalılar, rahipler, Çinliler, kodaman işadamları, Ruslar, Afrikalılar ve Iraklılar; Saygı duyulan Paşamızın emriyle dinleyin. Kim ki mağarada saklanan lanetlenmiş iblisi öldürür, 100 altın ödül (bahşiş) alır, Paşa’nın kızını kendine gelin eder ve Paşa’nın ölümünden sonra krallığın başına geçer. Dinleyin; İngilizler, Fransızlar, Bulgarlar ve Romanyalılar.’
Şarkı burada sona erer ama hikaye devam eder. Büyük Alexander atına ulaşır ama yılan tarafından yakalanır. Karagöz bu noktada yılana taşlar atarak sahneye çıkar, yılanı etkisiz hale getirir ve günü kurtarır. Hikaye İncil’de ve Kuran’da yer alan, kutsal David ve Goliath efsanesine bir dokundurmadır. Hikayeye göre Davut Peygamber ile Golyat’ın savaşında Hz. Davut çok daha küçük olmasına ve devasa Golyat karşısında yenilgiye uğrayacağı düşünülmesine rağmen kazanmıştır. Hz. Davutsilahlarını kuşanmış olduğundan karşısındaki Goliath’ı yenmesi beklenir. Fakat zırh ve kılıç ile rahat hareket edemediğini ve zaten düşük olan şansını iyice yok ettiğini düşünerek, kılıç yerine taş alır ve Goliath’ın zırhının zayıflıklarından faydalanarak Golyat’ı yener. Hikaye ile küçük olanın o andaki zayıflığını kabul edip farklı bir yol arayışı, gücü ele alışı ve kendini varedişi söz konusudur.