Eleştiri sözcüğü, Antik Yunan’da kritikos (κριτικoς) sözcüğünden türetilmiştir. Her ne kadar Kant’ın kritiği ile bağlansa ve bir şey hakkında yargıda bulunma, hüküm verme ve yargılama ile düğümlense de eleştiri, aynı zamanda bir şeyi fark edebilme, ayırt edebilme, algılayabilme ve kavrayabilme yetisini kullanmakla ilgilidir. Kendini yıkıcı değil, olumlayan bir yaratıcı dönüşümün olasılıklarına açmakla ilgili.
Türk Dil Kurumu’nun 1942 yılında yayınlanan Felsefe ve Gramer Terimleri Sözlüğü’ne göre ise eleştiri, Türkçe’de ‘tenkit etmek’ olarak algılanıyor. Nişanyan’ın Çağdaş Türkçe’nin Etimoloji Sözlüğü’ne göre 1892 tarihli Tıngır & Sinapian, Istılahat Lugatinde “Kant'ın tenkidi usülü” deniyor. Yani 19. yy sonlarında türetilerek Yeni Osmanlıca’ya kazandırılmış ve oradan da bugün kullandığımız eleştiri sözcüğünün kökü, Arapça tankid ve nakada , yani gagalamak, iğnelemek ve dokundurmak gibi son derece rahatsız edici ve öldürme tehdidi içeren eylemlerle, “nak?d” yani nakite, paraya uzanıyor. Belki de bu yüzden eleştiri, Türkiye'de para ve paraya sahip olanın varlığını sağlayan koşulların gagalanması, iğnelenmesi ve rahatsız edilmesi ile bir algılanıyor. Eleştiri, ölüm tehdidi sayılabiliyor ve de yok sayılmaya çalışılıyor.
Zannediyorum tam da eleştirinin ve eleştirmenin yol açtığı bu rahatsızlık algısı yüzünden bugün siyaseti ‘siyasetçinin’, sanatı ‘sanatçının’, eleştiriyi ‘eleştirmenin’, gazeteciliği de ‘gazetecinin’ yapması dikte ediliyor. Ancak bu miyadı dolmuş kavrayış ve bu kavrayışa bağlı dünya, bugün bir taraftan da artık geride bırakılıyor. Oysa güncel sanat eleştirisine ve eleştiriye açılmak, politik ve ekonomik bakımdan ölümcül değil, yaşamsal ve dostane güçler ile potansiyellerle birleşmeye kıvrılıyor. Muhabbete davet ediyor.
Eleştirmen ile birlikte eleştirinin içeriğinden ve bulunduğu alandan/zamandan koparılarak yok edilmesi, esasen söze, arşive, arşivi kimlerin nasıl oluşturacağına ve tarihin nasıl yazılacağına yapılan ataerkil bir iktidar müdahalesini oluşturuyor. Bunu biraz açmak gerek.
<<
Eleştiri, bilgi-iktidar üretiminin dönüşümüne yönelik kıvrımlar oluşturan bir güçtür. Bunu geçtiğimiz yıl “Şikayetim Yaratana: Çağdaş Sanatta Eleştiri ve Eleştirmenlik Neden Bir Bilgi Sorunudur?” başlıklı yazımda tartışmıştım. Burada, Nusret Polat’ın “Eleştirmen Öldü, Yaşasın Eleştirmen” makalesinde bu yazıya verdiği karşılıktan yola çıkarak devam edeyim. Polat, Türkiye’de güncel sanat eleştirisinin ve eleştirmenin tam da eleştiri adı altında nasıl da işlevsizleştirildiğine dair yürüttüğüm tartışmayı en can alıcı noktalarından biriyle paylaşmış. Polat’a göre:
“Söz konusu olan artık, sanatın eleştirel düşünmeyi mümkün kılan potansiyelini görmeyen, sanatı piyasanın güdümüne sokmuş eleştirel olmayan bir sanat eleştirisidir.”
Bu tespitle Polat’ın üzerinde durduğu temel husus, eleştirinin ve eleştirmenin aşkın bir konuma yerleştirilmemesi ve avangard roller ile yüceleştirilme operasyonuna dahil edilmemesi gerektiği ile ilgili.
Katılmamak mümkün değil, ve buradaki açmaz da şu: Her ne kadar “mesele, eleştirinin ve eleştirmenin ne anlama geldiği, yargılama gücünün kullanılması ve sanat işinin beğenilip beğenilmemesi değildir bugün” diye vurgulamış olsam da bu yazıda Polat tarafından “gerçekçi olmayan ve hatalı bir sosyolojik okuma yapmak” gibi ağır bir yük üzerime yüklenmiş. Bu taşeronluk sayesinde sanat eleştirisi ile sermaye arasında sanki hiçbir ilişki yokmuş gibi akıl yürüttüğüm iddiası vurgulanmış. Olsun..
Bu iddiadan hareketle Polat, eleştirmenin bağımsız bir güç olmadığının altını çizerek eleştiri ile eleştirmenin sanat ve sermaye alanıyla kurduğu b(ağ)ların da göz önünde bulundurulması gerekliliğine işaret edebiliyor.
Oysa tam da Polat’ın eleştirdiği yazıya kaynaklık eden ve Candaş Şişman, Ozan Türkkan, Pınar Yoldaş ve Ayşe Gül Süter ile birlikte Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde kürasyonunu üstlendiğim serginin de temel metinlerini oluşturan “Çağdaş Sanatta Sömürünün Güncel Hali” ve “Kakofoni” başlıklı yazılarla birlikte okunduğunda Polat’ın eleştirisiyle kesişen bazı noktalar hattı zatında bir buluşma, karşılaşma olanağı sunuyor:
“Bugün ulusaşırı sermayenin güdümünde giderek kar getiren bir yatırım aracına dönüşen sanat işi ve sanat eleştirmeninin işlevinin de dönüşmesi söz konusu gibi duruyor.”
“Çağdaş sanatta sömürünün güncel hali, eleştirmenin zihinsel (bedensel) emeğinin araçsallaştırılması, kültürel bilgi-iktidarın metalaştırılması ve dışlama aracılığıyla fikirlerin dolaşıma sokulması yolu ile ortaya çıkıyor. Bunun nasıl gerçekleştiğinin okunmasında çekilen güçlüklerden biri ise kakofoni, ile ilgili.”
Şiddetin örtük ve gudubet yüzünü saklama ve aklama işlevini yerine getiren kakofoni, tam da “gürültü sayesinde oluşan meselenin” gözden kaçırılmasını sağlıyor. Bu nedenle eleştiri ve eleştirmene dair Polat’ın da yazısının sonunda vurguladığı ve benim de paylaştığım bir hususu vurgulamakla tartıştığımız meseleyi açayım:
Eleştirel düşüncenin üretim ve ifade edilme yollarının çoğaltılması, esas itibariyle, kendini farklılıklara ve başkalıklara açarak dönüşme arzusunu ve inancını bir güç saymakla ilgili. Beğeni ve yargılama değil de, olumlama üzerine kurulu bu yaklaşımı Polat, Nietzche’ye yaptığı referans ile yeniden yerine yurduna yerleştiriyor:
“Kişinin (bu bağlamda sanatçının ve eleştirmenin) kendi gücünü, kendi sahip olduğu potansiyelleri ve olanakları açımlaması, kendisini başka olanaklara ve farklılıklara kapamamasıdır.”
>>>
Bugün yine çelişki b(ağ)ları ile birlikte çalışmanın yollarını araştırmaya devam ediyoruz. Disiplin altına alınamayan dönüşüm ve değişim talepleriyle ilgili eleştirel eylemlerin, politik ve ekonomik bakımdan tahakküm edenin varlığına ve otoritesine karşı bir tehdit olarak algılandığını deneyimliyoruz.
Mutlak iktidara ve hakka sahip olma arzusu ve inancıyla narsisistik varoluş çığlıkları atanların ancak onay verilmiş olanı ve onay verilmiş çoğunluğu temsil iddiasıyla konuşmasını, nasıl da yalnızca kendi sesini çıkarmaya çalıştığını, başka duymadığını, duymak da istemediğini, dinlemediğini deneyimliyoruz.
Bu bir kayıtsız ekonomi... Bu nedenle Türkiye’de eleştiri ve eleştirmenin işlevini kayıtsız ekonomi koşulları ile birlikte değerlendirmek gerek.
Bugün görüyoruz ki kimi zaman kendi sesinin dışındaki tüm sesler, ölümü fısıldıyor eleştirilene ve eleştirmene. Oysa ölümden korkan, kendini yaratanın farklılıkları barındırabilme gücünden de korkmaz mı? Ve kendi yaratıcı gücünü yadsımaz mı?
Bu muktedir ya da iktidar değil, tam aksine grotesk bir zavallılığa adanmışlıkta bir güç görmek, bu güce sahip olma arzusu ile inancını taşımakta bir değer görmek ve bu değere dayalı bir iktidar b(ağ)ı olmaktır. Türkiye’de eleştirinin önündeki sorunlardan biri de bu sanırım.
İşin kötüsü sanat alanında da kök salan bu iktidar b(ağ)ları, muhafazakar ve yıkıcı bir paranoyaya kapılarak bu grotesk zavallılığa adanmışlığını saklamya ve aklamaya çalışıyor. Ola ki kazara kendisinden başka bir ses duyduğunda ve bu seslerle karşılaştığında ise irkiliyor, korkuyor, kaygıya kapılıyor, reddediyor, küçük görüyor, değersizleştiriyor, yok sayıyor ve saldırganlaşıyor. Üstelik bunu bir de yeni olana, çağdaş olana, eleştirel olana ve başka olana açılarak dinlediğini iddia etmek suretiyle perform ediyor. İşte bu nedenle güncel eleştirel düşünce çelişki b(ağ)larıyla birlikte çalışmak zorunda.
Bunun yanında bir de tekrar koşuluyla yayılan, yayıldıkça taklit edilen ve taklit edildikçe toplumsallaşan başka bir çizgi var: "Aynı zihniyetin mensupları" denilerek eleştirel ve muhalif farklılıkların içindeki başka seslerin silinmeye çalışılması ve eleştiri yapmaya erişim olanaklarının kesilmesi ırkçılık ve savaşçılığı yeniden üretiyor. Irkçılık ve savaşçılık, tanıdık kodlarla yazılmış “nifak” ve “fesat” yollarının sürekli yeniden sunulması (darstellen/re-presentation) yoluyla gerekçelendiriliyor, doğallaştırılıyor, normalleştiriliyor. Böylelikle ırkçılık ve savaşçılığın, tahakküm edenin varlığını ve otoritesini sürdürmeye yaraması, gürültü arasında s/aklanabiliyor.
Nafaka (harcama, bedel) ile ilgili olan “nifak”, bedende çıkan ur ya da tümör, “fesat” ise bozulma, çürüme demek. Öyleyse buna göre eleştirel ve muhalif olan, böylelikle varlığı tehdit eden ölüm ile doğrudan ilişkilendirilebilir hale getirilmiş oluyor. Yani “aynı zihniyetin mensupları” denilerek farklı seslerin silinmesi, böylelikle tüketmeye, harcamaya, (boşa) harcanmaya, bedele, çürüyerek yok edilmeye b(ağ)lanıyor. Ölüme ve öldürmeye... Dolayısıyla güncel eleştirmen ve eleştiri nafakaya, yani harcamaya ve bedele yol açan, ölüm getirecek bir tehdit olarak kavranabiliyor.
Güncel eleştiriye ve eleştirmene dair bu kavrayış, sömürgeci politik-ekonomik sermayenin tekeli ile de iç içe geçiyor. Nitekim kendi kontrolünden çıkan bir harcama ve bu bedelin yol açabileceği bozulma, tahakküm eden sermaye sahibi aktörlerinin tekel ve “mülksüzleştirme ağlarına” karşı bir ölüm tehdidi sayılıyor. Bu nedenle, eleştiriyi susturmak, eleştirmeni yok saymak ya da dinlememek, tekelci, ırkçı ve savaşçı tahakküm arzusu ve inancının, mutlak iktidar arzusu ve inancı ile kesişmesine, bu kanalda yoğunlaşmasına ve dikte etmeye yönelmesine b(ağ) oluyor.
Türkiye'de meseleleri okuma ve yazma sorunu, diktenin ve tabi olmaya maruz kalma koşullarına rıza göstermek zorunda kalmanın normalleştirilmesine, doğallaştırılmasına ve gerekçelendirilmesine dayandırılmış; eleştirel düşüncenin ifade alanlarının sansürlenmesi ve yok edilmesi ile de gelişmiştir.
Eleştirel düşüncenin sansürlenerek engellenmesi ise sömürgecinin yerli kaynağı ya da takipçisi aracılığıyla işgal etme, istismar etme ve tahakkümünü artırma işlevi görmekte. Dolayısıyla sansürcü yerli iktidar ile onun kendinden menkul takipçileri, güncel sanatın içindeki sömürgeci taşeron b(ağ)larını oluşturmakta.
>>>>
Kaynakların açık bir şekilde paylaşılmasına dayalı güncel ekolojik siyaset yapma yolları ise sansür ve şiddete dayalı geçici OHAL'ler ve OHAL’leri oluşturan silah, medya ve provokatif eylemlerle engellenmekte. Oysa sansüre karşı çıkmak ve eleştirel düşünceyi yaşatmak, güncel bir yaşam direnişi, hatta kıvrımı olarak okunmalı.
Bugün güncel direniş, yaşama hakkına sahip olma direnişidir. Burada yalnızca kendi varlığını değil, müşterekleri önceleyen, Hardt’ın deyişiyle, çokluğun yatay direniş eylemlerinden bahsediyoruz. Buna göre bugün bir insanın yaşam hakkı ile bir ağacın, hayvanın, sanat yapıtının, eleştirinin ve sözün yaşam hakkı mücadelesi birdir. Oysa görüyoruz ki zihinlerde hakim olan hala yalnızca insanı ve insanlığı yücelten analog devirden kalma bir ataerkil politik ekonomik paradigma.
Bugün işte bu ataerkil politik ekonomik paradigmaya bağlı yönetim zihniyetini dönüştürmeye açılan eleştiriye ve eleştirmene müdahale edildiğini deneyimliyoruz. Yok sayma, sansürleme, kayıtsız kalma, popülerleştirme ve engelleme gibi müdahaleler, iktidarın gücüne sahip olmak isteyen yerli kaynak iktidar takipçileri tarafından frekansı yoğun bir şekilde tekrar ve taklit ediliyor. Bu da, ister istemez, mevcut olanın otoritesini ve baskıcı varlığını muhafaza etmeye yönelen arzu ve inancı çoğaltarak, yayma işlevi görüyor.
Burada çelişki yaratan b(ağ)lar, eylem ile söz arasındaki gündelik ve anlık kayma ve kopuşlarda oluşuyor. Bir başka deyişle, tam da “iyi niyetli”, “muhalif”, “çağdaş” ve “eleştirel” olduğunu iddia edenin iktidarın ataerkil varlığını yeniden üretmeye tam da yaptığı şeyle nasıl da aracı, taşıyıcı ve nakledici, yani “medya” olduğundan bihaber olmasıyla ilgili. Üstelik bununla ilgili bilgi üretimi ve eleştiriye karşı da bir kayıtsızlık söz konusu. Bir kayıtsızlık ekonomisi... Okumayan editörler, muhabbet etmeyi unutmuş küratörler, düşünce üretiminden kopuk sanatçılar, merak etmeyen sanat yazarları, alışveriş merkezine dönüşen galeriler, rant kaygısındaki galericiler..
Bu durum borç göçüğü altında kalma hali ile yakından ilgili gibi de aynı zamanda. Soma faciası sonrasında muhabir soruyor: "madene yine girer misin?" İşçi: "kredi borcum var, mecburum" diye yanıt veriyor. Tıpkı bir sanatçının aslında tasdik etmediği bir işe, itibarı yüksek bir küratör, galeri ya da müze ile birlikte anılacağı için atılması, borca girmesi gibi... Kredi alabilmek için kendi kredisini harcamaya kendini mecbur hissetmesi gibi...
Ya da İstanbul Art News Mayıs sayısındaki röportaja son anda “Biz İşsiz Küratörleriz ve Hayatta Kalmaya Çalışıyoruz” (!!) gibi bir başlık atarak yapılan editoryal müdahale gibi.. Ne röportajı yapan yazarın ne de röportaj yapılan kişilerin hiç bir bilgisi olmadan atılan başlıkla röportajın içeriğini tersine çeviren editoryal yaklaşım, Türkiye’de eleştirinin tenkit ve nakitle bağını bize gösteriyor.
İktidarın provokasyon dalgasına eklenen ve bize gazeteciliğin kuralını yazan editör, borcu kapatmak için popülerlik ve satış kaygısıyla nasıl da magazinel bir yaklaşımı dikte ettiğini, ironi kisvesi altına alsa da, saklayamıyor, aklayamıyor. Üstelik röportaj yapılan kişilerden gelen eleştiri ve tekzip taleplerini de zorlama nedenler olarak değersizleştiren, yayınlamayarak eleştiriyi susturmaya çalışan editör, bir de “emeğe saygı” talep ederek hak arayışını sürdürüyor. Olsun...
Aslında vurgulamak gerekir ki: Yalnızca bu olayın ortaya çıkmasına neden olan koşullar, işlemler ve süreçler göz önüne alındığında Türkiye’de eleştirinin tenkit ve nakitle nasıl da b(ağ) oluşturduğu görülüyor.
Görüyoruz ki borç içindeki göçükler altında, var olma kaygılarına dayalı, yaşamını sürdürmek için rıza göstermeye zorunlu tutulmuş ve bu mecburi şiddete maruz kalarak şiddeti tekrar etmeyi öğrenmiş olanlar, dostluk ve muhabbet temelinden kopmuş, yıkıcı ve sömürücü bir düzenin hakkına kavuşmayı bekliyor. Güncel sanatın Türkiye’deki dogmatik ve muhafazakar aktörleri haline geliyor.
Üstelik bunu tam da “çağdaş sanat”, “genç sanatçı”, “kadın küratör” gibi tanımlara yaslayarak yapıyor. Değersizleştiriyor, içeriği boşaltıyor, sanatın ve sanat eleştirisinin başkalığa açılan gücüne dair inancın ve arzunun zayıflamasına neden oluyor.
İşte bu mikro semptomlar, Türkiye’de eleştirel düşüncenin açılmasının önünü kesen unsurları açığa çıkardığı için önemli elbette. Bu aktörler kayıtsız bir borç ekonomisi ve psikolojisi sayesinde yalnızca ve yalnızca kendi tahakkümcü varlığını ve otoritesini mümkün kılmaya çalışıyor. Dikte ediyor. Üstelik bir de “iyi niyet” ile dostluk kredilerini harcıyor, başkalığa açılan yartıcılığı yok sayıyor, tüketiyor, tüketiyor...
>>>>
Sonuç itibariyle eleştiri > tenkit > nakit arasındaki b(ağ)ları açmak suretiyle, güncel sanat eleştirisini mesele edinip ve eleştiri meselesini güncel haller ile birlikte okuyup, hem iktidarın hem de kültürel, ekonomik ve siyasi üretim hatlarına erişim olanağı kesilenlerin dinamik bir şekilde yürüttüğü mücadele ve eylem yollarının izini sürmeye çalıştığımızı söyleyebiliriz.