Fotoğraflar neyi anlatır?..
Ve nasıl okunur?
Fotoğrafı okumak sınırsız bir özgürlük ve özgün bir deneyim midir?
Fotoğrafı çeken ne düşünmüştür; sizin o fotoğrafı nasıl okuyacağınızı mı?..
Ya fotoğrafı çekilen? Çoğu kez hem fotoğrafı çekenin, hem de fotoğraflara bakanın çok uzağındadır düşündükleri.
Öyleyse bir fotoğrafı okumak, bağıl değişkenleri olan, psikoljik ve sosyolojik bir yeniden üretimdir, bir reprodüksiyondur ve tamamen insanın kültürel doğasıyla ilgilidir.
Ergun Çağatay, çıktığı o uzun yolculukta ruhunun ve bedenin yollar katetme isteğini “Türkçe Konuşanlar”ın izleri peşinde yerine getirmiştir. Özellikle Orta Asya’nın sert coğrafyasında, bir dilin yaşayan macerasını, elindeki fotoğraf makinesinin aracılığıyla pelikülüne kayıt etmiştir. Ondan sonradır ki, rüzgârların uğultusunda günlük yaşamını süren dil, tüm sesleri bastırırcasına fotoğraflarda yeniden şakımaya başlamıştır.
Ergun Çağatay’ın Orta Asya’da Özbekistan’ın güneyindeki Baysun eyaletinde çektiği bu fotoğraf, 10 yılı bile bulmayan tarihiyle fotoğrafın başyapıtarı arasına girmiştir. Geleneksel bir oyun olan Bozkaşi, yaşamın bir parçası olarak insanlar arasında tutkuyla oynanıyor. Kafası kesik keçi ya da koyunla oynana bu sert oyunda amaç, at üstündeki oyuncuların ölü hayvanı ortada bir dairenin içine götürüp bırakması olarak saptanmış.
Sovyetler Birliği’nde uzun zaman yasaklanmış ve kısa bir süre öncesine kadar yalnızca Afganistan’da serbestçe oynanabilen bu oyunun oynandığı toprak parçası, Ergun Çağatay’ın projesini gerçekleştireceği coğrafyanın platolarından biri haline gelmiştir. Çağatay da yıllar boyunca hayalini kurduğu o büyük projesi “Türkçe Konuşanlar”ı gerçekleştirmek için bu toprakların en uç köşelerine kadar gitmiş ve kutsal seferinden içinde bu başyapıtın da bulunduğu fotoğraflarla geriye dönmüşü.
Fotoğraf okumasına yeniden döndüğümüzde; şu ana kadar sözünü ettiklerimizin aslında Roland Barthes’ın nesnel ve nicelikel bilgiyle ilgi kurduğu “studium” kavramıyla örtüştüğünü görürüz. Bu kavram olmadan, bir fotoğrafın varlığından söz etmek imkânsızdır. Bu bilgiler fotoğrafların her koşulda koordinatlarını oluşturarak evrendeki konumunu saptarlar.
Bu tarihsel okumanın yanında, yine nicelik ile ilgili olarak bir teknik okuma söz konusudur. Bir fotoğraf makinesi, bir filmin üzerine, belirli bir odak uzaklığı olan bir objektifle, şu yılın, şu ayında ve şu gününde bu fotoğrafın taşınmasına yardım etmiştir. Görüntü boyut değiştirmiş, üç boyutlu bir dünyadan iki boyutlu olanına taşınmıştır. Uzun odaklı bir objektif ile uygulanan açık kompozisyon, çerçeveye sıkıştırılan figürlerin varlığıyla dinamik bir hale getirilmiştir.
Hareket adeta her bakışta karenin içinde evrim geçirmektedir. Ama buna rağmen fotoğrafın “studium”u, iş fotoğrafı tarif etmeye geldiğinde yeterli olmamaktadır. Bunun için de Barthes’tan bu kez de “punctum” kavramını ödünç almak durumundayız.
Ergun Çağatay’ın fotoğrafında bizi etkileyen Barthes’ın deyimiyle izleyiciyi delip geçen, etkileyen noktaya bir an önce ulaşmamız gerekmektedir. Bazen fotoğrafın içinde bir bakış, bazen dışında bir gönderme olan, bazen birden fazla bulunan; çoğu kez bireyel tarihimizle ilgili ama yine de insanların anonim olarak üzerinde birleştiği birincil nokta ne olabilir bu görüntüde...
Tüm bu soruların yanıtlarını verebilmenin, ya da üzerinde saatlerce konuşmanın, bu fotoğrafta herhangi bir nesneyi bir milimetre dahi oynatmayacağını biliriz ama sorduğumuz soruların ve bu sorulara vereceğimiz yanıtların, bizleri fotoğrafçının anlatmak istediğine daha fazla yaklaştıracağına da inanırız. Böylece görünen ile arkasındaki anlamı daha iyi kavrayabilir, gördüklerimizle bilgilerimizin -bakış üzerinden- kurduğu bağlantıyı daha iyi anlayabiliriz.
Mekân, tarihin durmuş olduğu Orta Asya; zaman, tarihler her ne kadar 2004 yılını gösterse de geniş zaman; kişiler ise, atları üstünde Bozkaşi oynayan oyuncular... Ama yine de yaptığımız tüm bu niceliksel tanımlamalar bu fotoğrafın toplam aurasını anlatmaya yetmiyor. Gördüklerimiz ile düşüncelerimiz arasında sözcüklerden oluşan bir köprüye hâlâ gereksinimimiz var.
Özlenen, üstelik dili bize yabancı olmayan bir coğrafyanın, bize göre biraz vahşi olan bu oyununun, büyük bir şiirsellikle sapanmış olması yani adeta epik bir filmin dural bir parçası olmayı başarabilmesi, bu fotoğrafı kendi bağlamından başka bir noktaya getiriyor.
Buradaki en vurucu noktalardan biri, herkesin kendi derdinde olup, fotoğrafçıya, dolayısıyla da biz izleyiciye bakmıyor oluşlarıdır. Böylece, gelenekle gelecek bir çizgi üzerinde birleşerek, bizlerde tıpkı bir tarih kitabının illüstrasyonlarına bakıyormuşuz hissini uyandırmaktadır.
Bozkaşi oynayan atlıların yer aldığı Ergun Çağatay’ın bu fotoğrafı, gördüğümüz en başarılı doku fotoğraflarından biri olarak, tüm zaman ve coğrafyalardan soyutlanarak aklımızda kalmayı başarıyor. Derin duyarlılığı olan diğer bütün usta fotoğrafçıların ölümsüz fotoğrafları gibi, sonsuza dek bize bir şeyler anlatmayı deniyor.