Günümüzün önemli hikâye anlatıcılarından Erwin Olaf’ın yakın zamanda ürettiği ‘Berlin’ ve ‘Key Hole’ serilerinden oluşan bir seçki, Hollanda Büyükelçiliği'nin katkılarıyla ‘Anlatılmayanın Güncesi’ başlığıyla 2014'te Ankara’da CerModern’de sergilendi. Olaf, 2011 yazında, yedi fotoğraf serisi ve kısa filmlerinden oluşan ‘Captured Senses’ başlıklı sergisiyle yine CerModern’e konuk olmuştu.
Hikâye anlatıcılığı, günümüzde fotoğrafın önemli alanlarından biri. 1970’lerde Kanadalı fotoğrafçı Jeff Wall’un öncülüğünde popüler olmaya başlayan bu tür, sanatçının -fotoğraflarda yer alanlar aracılığıyla adeta bir tiyatro oyununu sergilercesine- yarattığı bir gerçeklik illüzyonu olarak dikkat çekiyor. Burada fotoğrafçı, adeta bir yönetmen gibi davranarak sahneyi, dekoru, oyuncuların nasıl rol yapacaklarını kurguluyor ve çoğunlukla da aynen bir film veya tiyatro setinde olduğu gibi büyük ekiplerle çalışıyor. Fotoğraflar seri olmalarına gerek olmadan tek başlarına ayakta durabilecek bir şekilde kurgulanırken, genelde bu kurgunun gerçekleşmesi için de sinemayı andıran büyük prodüksiyonlar yapılıyor.
Profesyonel fotoğraf kariyerine tanıtım fotoğrafçısı olarak başlayan Erwin Olaf, hikâye anlatıcılığı alanında kendi dilini geliştirmiş Hollandalı bir sanatçı. Fotoğrafın yanı sıra film işleri de bulunan Olaf, genelde özel olarak yaratılmış setlerde modellerle çalışarak belli bir konuya odaklanan çalışmalar gerçekleştiriyor. Fotoğraflar -oluşturulan aura sayesinde- kendi başlarına da dertlerini anlatabilirken seri halinde görüldüklerinde etkileri artıyor. Olaf’ın fotoğraflarındaki en önemli karakteristik özellikler ise gerek dijital manipülasyonlar gerekse oyuncuların duruş ve ifadeleriyle belli bir duygu yakalaması ve bunu yansıtması olarak dikkat çekiyor.
1990’lardan itibaren profesyonel fotoğrafçılığının yanı sıra kendi işlerini de üreten Olaf’ın isminin daha da duyulur hale gelmesi, 2000 yılında gerçekleştirdiği ve Avrupa’da cinayete kurban giden veya bir şekilde ölümle ilişkilendirilen kraliyet ailesi bireylerini ölümle ilişkilerini vurgulayacak şekilde portreleyen ‘Royal Blood’ (Asil Kan) serisiyle oldu. Gerek ölümün soğukluğunu yansıtan tonları gerekse o zaman için çok yeni sayılabilecek dijital müdahaleler, seriye özgün bir dil kazandırmıştı.
2000’li yıllar Olaf’ın kariyerinde önemli bir döneme denk geliyordu. 2004’teki ‘Rain’ (Yağmur) serisiyle birlikte fotoğraflar özel oluşturulmuş setlerde çekilmeye başlanıyor ve bu setler bir dönemi yansıtacak şekilde dekore edilirken kullanılan tonlar da fotoğrafların adeta betimlenen 1960’lı yıllara aitmiş gibi hissedilmesine yardım ediyordu. Ayrıca modellerin duruşlarındaki durağanlık, askıya alınmış bir duygusal tepkiden kaynaklanıyordu. Bu durumun yarattığı tekinsizlik hissi, ‘Rain’le üçleme oluşturan ‘Hope’ (Umut, 2005) ve ‘Grief’ (Keder, 2007) serilerinde de kendisini gösterir. ‘Rain’deki sebepsiz yere bekleme hali ‘Hope’ serisinde dondurulmuş bir anı betimlemeye dönüşür. ‘Grief’teki bekleme halini ise Olaf, “kötü bir haber aldıktan hemen sonraki bir andaki ruh halini yansıtan bir bekleme hali” olarak tasvir eder. ‘Grief’ serisinin sergilenmesi sırasında galeride çok derinden duyulan bir radyo haberi şekilde bir yerleştirme de yapılmıştır ve haber bülteni Başkan Kennedy’nin öldürülüşünün haberini vermektedir.
Olaf’ın bu dönem takıntısının arkasında 1960’ların toplumsal anlamda büyük değişimlere sahne olması, feminizmin ve diğer sosyal hareketlerin yükselişi, küreselleşmenin ulaşımın kolaylaşmasıyla etkisini artırması ve en son olarak da televizyonunun giderek çok baskın bir medyum haline gelmesi yatıyor.
‘Rain’ serisinden itibaren hemen her serisinde aynı dekor ve modelleri kullanarak filmler de üreten Olaf, bu iki alanda üretilen işlerin hem birbirini tamamlamasının hem de ayrı ayrı durabileceğinin örneğini veriyor.
CerModern’deki 2014 tarihli sergiyse başta da belirttiğim gibi Olaf’ın en son iki çalışması olan 2011 tarihli ‘Keyhole’ (Anahtar Deliği) ve 2012 tarihli ‘Berlin’den örnekleri içeriyor. ‘Keyhole’ adının da çağrıştırmış olabileceği gibi izleyiciyi bir nevi röntgenci durumuna sokuyor. Fotoğraflarda nedenini bilmediğimiz ama belli bir nedeni olacağını düşündürecek bir şekilde arkaları izleyiciye dönük olarak fotoğraflanan -çocuk veya ergen- modeller görüyoruz. Bu durum, onların bir güvensizlikle arkalarını döndüklerini düşündürtürken, kendilerini korumaya alacak şekilde kollarını vücutlarına sarmaları veya ellerini nereye koyacaklarını bilememeleri de farklı bir ruh halinde olduklarını yansıtıyor. İzleyicinin içinde oluşan merak, bu fotoğrafların teknik ve estetik mükemmelliğiyle de birleşince sizi içine alan bir ortam oluşuyor. ‘Keyhole’un bazı sergilenmelerinde fotoğraflar bir evin duvarlarında bulunurcasına yerleştirilmiş ve bu duvarın bir noktasında bulunan kapıdaki anahtar deliğinden de bu röntgenci davranışla uyumlu olarak -aynı adlı- film seyredilebiliyor.
Olaf’ın ‘Berlin’ isimli çalışması ise adından da tahmin edilebileceği gibi Berlin’de gerçekleştirilmiş bir iş. ‘Berlin’, Olaf’ın daha önceki işlerinin aksine özel olarak kurulan bir set yerine -bu serinin referans verdiği- İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde de varolan mekânlarda gerçekleştirilmiş. Bu seçimin, serinin atmosferine belirgin bir etkisi var. Fotoğraflar, bariz bir şekilde Otto Dix ve George Grosz gibi dönemin Alman ressamlarının işlerine referanslar barındırıyor. Çocuklar bu serinin başkarakterleri. Hatta orijinal sergi düzenlemesinde, fotoğraflardaki modellerin kostümlerini giyen başsız modellerin, diz çöken bir palyaçonun etrafında küçük bir atlıkarınca gibi döndüğü bir yerleştirme de bulunuyor. Bunun yanı sıra fotoğraflarda adeta Otto Dix’in resimlerinden çıkmışcasına duran yaşlı fahişeler, Berlin Olimpiyatları’nda Hitler’i kızdıracak şekilde altın madalyalar kazanan ABD’li atlet Jessie Owens’a gönderme yapan zenci bir model de yer alıyor. Zaman zaman özportrelerini çeken Olaf’ın bu kez bu merakını merdivenlere düşkünlüğüyle birleştirerek gerçekleştirdiği sırtı dönük merdiven çıkarken çekilmiş bir özportresi de serideki fotoğraflar arasında yer alıyor. Bu merdivenlerin 1936’da gerçekleştirilen ve Nazilerin büyük gövde gösterisine dönüşmüş olan Berlin Olimpiyatları’nın ana mekânlarından Berlin Olimpiyat Stadı’nda Hitler’in locasına çıkarken kullandığı merdivenler olması, Olaf’ın bu merdivenleri kullanmasının nedenlerinden.
İzleyicisi için onları içine çeken bir hayal dünyası yaratan Erwin Olaf, ele aldığı konuları yaptığı göndermelerle zenginleştirirken, moda ve reklam fotoğrafçısı olmasının da etkisiyle ışık ve renklerle çok başarılı ortamlar oluşturan bir teknik kullanıyor. 2011 yılında Hollanda’da sanat alanında verilen en önemli ödüllerden Johannes Vermeer Ödülü’nü kazanan Olaf, bu ödülün gereği olarak, kazandığı paranın önemli bir bölümünü ‘Berlin’i gerçekleştirmek için kullanmış. Bu çok üretken sanatçının yeni işlerini merakla bekliyor olacağa benziyoruz. Bu arada serginin Ankara’da Cer Modern’de sona ermesinin ardından İstanbul’a taşınacağını da hatırlatayım.