Tarih boyunca biriken metinler, bizim bunların tek tek izini sürebilmemizi ve kendi aralarında oluşturdukları anlam bağlarını kavrayabilmemizi zorlaştırabilir; bu olağandır. Eski metinlerde örnek olarak öne sürülmüş olaylar ve o olaylarla anılan kişiler, “şimdiki zaman”a ait olmadığı ölçüde sanki “geçersiz” gibi algılanabilir; oysa onlara aceleyle “geçersiz” damgası vurmak, bazı şeyleri gözden kaçırmamıza neden olacaktır.
Bazen birilerinin unutulup gitmesi ya da zihinlerden ötelere sürülmesi, onların yazılarındaki düşüncelerin işlevsizleşerek tedavülden kalkmış olduğu anlamına gelmez; yalnızca okuyucuda, “şimdiki zaman”daki birtakım durumlar ile o düşünceleri incelikle ilişkilendirebilme yetisinin zayıfladığı anlamına gelir. Gerçekten de günümüzde pek çok durum ile karşılaşmaktayızdır ki hayli eski yıllarda yazılmış metinler ile örtüşmüyor olsun. Bu metinler pekâlâ bugün yazılmış gibi onay görebilir ve her yeni duruma bir yanıt verebilir. Elbette tam tersi bir durumu da göz ardı etmeyelim: Tarih boyunca biriken metinler, bizim bunların tek tek izini sürebilmemizi ve kendi aralarında oluşturdukları anlam bağlarını kavrayabilmemizi zorlaştırabilir; bu olağandır. Eski metinlerde örnek olarak öne sürülmüş olaylar ve o olaylarla anılan kişiler, “şimdiki zaman”a ait olmadığı ölçüde sanki “geçersiz” gibi algılanabilir; oysa onlara aceleyle “geçersiz” damgası vurmak, bazı şeyleri gözden kaçırmamıza neden olacaktır.
Herkes “mevcut durumun” insanları bir baskı altında tuttuğundan, özgürlükleri kısıtladığından, yaşamsal gereksinimlere ulaşabilme konusunda zorluklar yarattığından, ahlaki çöküntülere neden olduğundan, kültürel yıkımlara yol açtığından söz ediyor. Bu bağlamda sanatın da yok olup gittiği, sanatçıların bu olumsuz koşullara karşı koyamadığı, onların da yok edici sermaye sisteminin tutsağı olduğu vurgulanıyor; sistemin marifeti ile ortaya çıkan tüm bu durumlar ise sert eleştiriler doğuruyor.
Dünyada giderek yükselen bir savaş ortamı, bize çıkar mücadelelerin vardığı son noktayı gösteriyor. Bu çıkar mücadeleleri, sivillerin de imhasına izin veren savaşları doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda müthiş bir faşist dalganın her yanı sarmasına da izin veriyor. Kültür, bu çıkar mücadelelerinin uzantısında sürekli patlayan savaşların, kısıtlanmış özgürlüklerin, ahlaki çöküntülerin ve yayılan faşizmin bir ürünü halinde biçimleniyor. Kitleler saflara ayrılıyor; kendilerine dayatılan bu kültürü onaylayanlar bir yana, onaylamayanlar da diğer yana doğru gidiyor ve birbirlerinden uzaklaşıyor. Bugün sanatın, bu “onaylamayanlar” yanında olması isteniyor; ancak o “onaylamayanlar” arasında da bir fikir birliğinin olduğunu söylemek olanaksız. Orada da saflara ayrılmış bir mücadele alanının varlığını teşhis edebilmek, birtakım ara durumlarda bu safların karmakarışık hale geldiğini ve hatta içlerinden bazılarının, tuhaf bir aymazlık ile “onaylayanlar” safına bile yöneldiğini görmek zor değil.
Sanatın kültür ile ilişkisi her zaman tartışma konusu olmuştur. “Yüksek sanat”ın eğilimi kültür-dışı kalmaktı; bununla birlikte o eğilimin ne kadar gerçekleşip gerçekleşmediği de hep muallak, pratikten yoksun yorumların kararlarına bağlanmıştır. Dolayısıyla yok edilen, sermaye sisteminin “kul”una dönüşen bir kültürün dümen suyuna girmiş çağdaş sanata yöneltilen eleştiri şimşeklerini de anlamlı karşılamak zorundayız. Bu eleştiri şimşekleri, çağdaş sanatın sermaye sisteminin yaydığı kültür ile düşünüldüğünde, o anlamda da sermayenin yönettiği kurum ve organizasyonlar ile yakınlığı saptandığında, itiraz götürmez bir gereksinim olarak değerlendirilebilir. Aynı eleştiri şimşekleri, daha geleneksel bir piyasaya dâhil olmuş “yüksek sanat” yapıtlarına da çevrildiğinde, eleştirilerin doğrudan “ideal” bir kültür tasavvurundan kaynaklandığı savunulabilir. Öte yandan o “ideal” kültür nedir? Ne zaman vardı ve ne zaman sona erdi? Sona erdiği bir zaman varsa, hangi noktada kesintiye uğradı? Bu sorulara net bir yanıt verilebilir mi?
İşte belirtilen her sorun, eski metinlere on binlerce sayfanın daha eklenmesi demek oluyor. Bu yeni metinler günümüzdeki pek çok duruma, pek çok saptama ve yorum ile yanıt arıyor. Tam burada şu eleştiri metnine bir göz atmak, bize yeni metinlerin çevresinde dolaşıp durduğu bazı güncel durumlar hakkında, bir ipucu verebilecektir: “Sermaye sisteminin kültürü yok ettiği iddiası, onu [kültürü] telefonlu masalarından kurmak isteyenlerin kullandığı bir reklam tekniğinden başka bir şey değildir. Sermaye sisteminin imha ettiği sanat ve düşünce zaten uzun süredir kopuk ve dışlanmış bir yaşam sürüyordu, son sığınaklarını da faşizm temizledi. Oyuna katılmayanlar, yıllar önce, kendi içlerine iltica etmişlerdi: Sermayeye bağlı ekonominin ve onun siyasetinin istikrar kazanmasıyla ‘yüksek sanat’ın (eleştirel estetik anlayışın) sonu aynı tarihe rastlar. En geç bu tarihten itibaren kültür de kendine resimli magazinlerin ruhuna çok uygun bir istikrar kazandırıyordu. O magazinler ki sermaye sisteminin “Neşeli Kuvvet”inden, iktidar partisinin otobanlarından ve sergi salonlarının tuzu kuru Klasisizminden aşağı kalır yanı yoktur. Kültürün tamamı, üstelik de en liberal olduğu yerde, hazla gevşemiş bir halde kendi Hitler’inin yolunu gözlüyordu: Dergilerin ya da gazetelerin yeni yöneticilerini sermaye sistemine uşaklık etmekle suçlamak onlara haksızlık etmek olur. Onlar her zaman böyleydiler; ürettikleri düşünsel metalarda benimsedikleri asgari direniş çizgisi, hiç yolundan sapmadan, aptallar tarafından anlaşılmanın en değerli ideolojik yöntem sayıldığı bir siyasal rejim karşısında asgari direniş çizgisine dönüşmüştür. Ölümcül bir kafa karışıklığına yol açan da budur.”
Yukarıdaki metin, neredeyse her gün karşımıza çıkan metinlerin bir benzeri değil mi? Buna kim itiraz edebilir? Fakat hemen belirtmeliyiz ki bu metin, eski bir metnin tahrif edilmiş ve bu yolla günümüze uyarlanmış halidir (bilenler, zaten henüz ilk birkaç satırdan itibaren bunu sezmişlerdir). Şimdi tahrif edilmiş yerleri değiştirelim ve metni orijinal hali ile yeniden okuyalım: “Hitler’in Alman kültürünü yok ettiği iddiası, onu telefonlu masalardan kurmak isteyenlerin kullandığı bir reklam tekniğinden başka bir şey değildir. Hitler’in imha ettiği sanat ve düşünce zaten uzun süredir kopuk ve dışlanmış bir yaşam sürüyordu, son sığınaklarını da Faşizm temizledi. Oyuna katılmayanlar, daha Üçüncü Reich’tan yıllarca önce, kendi içlerine iltica etmişlerdi: Alman markının istikrar kazanışıyla Dışavurumculuğun sonu aynı tarihe rastlar. En geç bu tarihten itibaren Alman kültürü de kendine resimli Berlin magazinlerinin ruhuna çok uygun bir istikrar kazandırıyordu –o magazinler ki Nazilerin “Neşeli Kuvvet”inden, Reich otobanlarından ve sergi salonlarının tuzu kuru Klasisizminden aşağı kalır yanı yoktur. Alman kültürünün tamamı, üstelik de en liberal olduğu yerde, hazla gevşemiş bir halde kendi Hitler’inin yolunu gözlüyordu: Mosse ve Ullstein’ın editörlerini ya da Frankfurter Zeitung’un yeni yöneticilerini Nazizme uşaklık etmekle suçlamak onlara haksızlık etmek olur. Onlar her zaman böyleydiler; ürettikleri düşünsel metalarda benimsedikleri asgari direniş çizgisi, hiç yolundan sapmadan, aptallar tarafından anlaşılmanın –Führer’in kendisinin de belirttiği gibi- en değerli ideolojik yöntem sayıldığı bir siyasal rejim karşısında asgari direniş çizgisine dönüşmüştür. Ölümcül bir kafa karışıklığına yol açan da budur.”
Söz konusu iki metinden orijinal olanı, yani ikicisi, Theodor Adorno’nun 1951 tarihinde yayınlanan Minima Moralia (Teklerin Ahlâkı diye tercüme edebiliriz) kitabından alınmıştır (Bkz: Metis Yay, Çev: Orhan Koçak – Ahmet Doğukan, s. 61-62, 6. Basım, 2009). Asla yadsınamayacak bir durum var ki metnin orijinali, kendi tarihinden ve koşulların dayanak noktalarından kopartılıp “şimdiki zaman”a monte edildiğinde, ansızın yeni bir metin haline gelebiliyor ve ilk bakışta yaşanan sorunlar ile örtüşebiliyor. Orijinal metinde yer verilen koşullar ile günümüz arasındaki benzerliği sağlayan birkaç önemli şey mevcut: Kültürün yok edilmesi, kurgulanmış ve dayatılmış kültürlerin pratikte geçerli olmadığı, sanatın ve düşüncenin dışlanmışlığı, son kalan umut ışığının da faşizm tarafından temizlenmesi, medyanın bu tahribata ortak olması ve oyun dışı kalmak isteyenlerin kendi kabuklarına çekilmesi… Yine de rahatça ifade edilmeli ki bu eskimiş bir metin… Okuyucu, “bir metin bugünün sorunları ile örtüşüyorken, nasıl eskimiş sayılabilir?” diye hiç sormasın; çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere, orijinal metnin günümüz ile ilişkisi, yalnızca bazı kavramların ya da durumların dış görünüşlerine bağlı. O kavramlar ya da durumlar, kendi tarihinden ve koşulların dayanak noktalarından kopartıldığında, metinden geriye hiçbir şey kalmıyor.
Daha önce okuyup öğrendiklerimiz, bir gün gelir kafalarımızı karıştırabilir: Örneğin, “metinlerin okunuşu” hakkında belleklerimizde biriken görüşler, belli başlı iki kutba toplanmıştır: Bunlardan biri, “metnin tutarlılığı”nın ve “niyeti”nin korunmasıdır; diğeri de daha pragmatist bir görüşle, her durumda metinlerin “istenildiği gibi” yorumlanabileceğini savunur. Yani başka bir açıklamayla, bir yorumda bulunmamız için metinlerin bağlamlarından mı yararlanacağız, yoksa onları kendi bağlamlarından soyup rahatça “şimdiki zaman” koşulları çerçevesinde okuyabilecek miyiz? Bu iki kutup arasındaki çatışma, 1960’ların “yorum” ve “aşırı yorum” arasındaki “yapısalcı dil” tartışmalarını getirir aklımıza. Ve elbette, metinlerin “özgürlüğü” adına pragmatist görüşleri (yani “tutarlılık” ve niyet” koşullarının aşılması fikrini) savunmak bize daha cazip gelebilmiştir. Oysa pragmatist tavrın cazibesi, bazen “özgürlük” sağlaması bir yana, metinlerde tam bir tıkanmaya da neden olabilir.
Yukarıdaki satırlarda, alt alta yer almış iki metne biraz daha dikkatli bakalım; bunlar hakkında şu noktalara dikkat çekmiştik: İkisi de kültürün yok edilmesinden, kurgulanmış kültürlerin pratikte işlemeyişinden, sanatın ve düşüncenin geri plana itilmişliğinden, faşizmin hâkimiyetinden, medyanın iktidara ortaklık etmesinden ve bu oyuna katılmak istemeyenlerin kendi kabuklarına çekilmiş olmasından konu açıyordu. Görünüşte, düpedüz aynı şeyler anlatılmaktaydı ve eleştirel açılar tam olarak örtüşüyordu; aralarında bir fark bulabilmek neredeyse olanaksızdı… Şimdi ise şu soruları soralım: Bugün biz hangi kültürün yok edildiğinden yakınıyoruz? “Bir zamanlar” kadim ve süregelen bir kültür bütünlüğünün var olduğunu, ama şimdi onun bittiğini mi söylüyoruz? Yoksa “telefonlu masalardan” kurulmak istenmiş bir kültürü mü arıyoruz? Yoksa zihinlerimizde ayrı ayrı tasavvur edilen ve giderek “sanki” bir gerçekliğe bürünen bir kültürün, hiç olmadığına mı üzülüyoruz? Ve yoksa “ileride” kurulabilecek “ideal” bir kültürden mi konu açıyoruz? Adorno’nun yaklaşımlarına bir kez daha dönelim; şunu belirtiyor: Zaten öyle bir kültür yoktu… Sanat ve düşünce alanında ne düşünüyoruz? Geri çağırdığımız sanat hangisi? Ve hangi düşünce ile beslenen bir sanatı kastediyoruz? Adorno’nun söylediği yine çok açık: O da çoktan yaşamını noktalamıştı… Sadece bir “ideal”i gerçekleştirmek isteyenler mevcuttu ki onları da faşizm temizlemişti. Özneler, “ekonomik özne” halinde dolaşmaktaydılar, “yüksek sanat”, “estetik” gibi şeylerle ilgilenecek bir özne ortalarda görünmüyordu. Her şey magazin dergilerindeki resimlerden ibaretti, dergi ya da gazete editörleri “muhalif” kılığında dolaşıyorlarsa da kendi tarihlerinin hiçbir yerinde “muhalif” olmamışlardı. Herkes otobanların konforuna kapılıyor, sergilerdeki tuzu kuru sanatçıların, tuzu kuru yapıtlarına hayran oluyordu. Bunların tümü, zaten Hitler’den önce de bir “Hitler” figürünün yolunu gözlemekteydiler.
O halde Adorno’nun metni “geçersiz” damgasını yemeye mi mahkûm? Yine de bunun için acele etmeyelim, çünkü o metin bize bugün de yol gösterecek ve bir şeyler düşünmemize yardım edecek. Belki o eski metin öncelikle, içinde barındırdığı kavramların ve olayların “şimdiki zaman” ile karşılaştırılması ve farkların ortaya konulması bakımından yararlı olacak. Faşizm faşizmdir, buna kuşku duymamalı, ama Adorno’nun metninde bir “Hitler” figürü bekleyenler ile bugün bir “Hitler” figürü bekleyenler (ve bulanlar) arasında bazı farklar olmalı. Onu bulduktan itibaren, kitlenin şimdi o figürü nasıl kullandığına, eskiden farklı biçimde ondan ne beklediğine de bakmalı. Söz gelimi, eski kitlenin “kendilerinin faşist olduğunu bilmemeleri” ile (ki bu, Walter Benjamin’in saptamasıdır) şimdiki kitlenin, faşistliği kendilerine konduramaması arasında da bir fark olmalı. Çağdaş sanatın sermaye iktidarına “kul” olduğunu öne sürdükten sonra, geride bırakılmış ve hatta özlemle anılan sanatın ne olduğuna da (yaşayıp yaşamadığına da) bakmalı. Sonuçta eski bir metin, bize tüm bu karşılaştırma olanaklarını sunacaktır.
Eski metinler, dış görünüşleri itibarıyla bugünün koşullarıyla örtüşüyor gibi durduğu sürece, yeni metinlere gereksinim yokmuş gibi de bir düşünce yürütülebilir. Fakat yeni metinlerin niteliklerini belirleyen yanları, içi boşalmış kodlamaları bir kez daha tanımlamaları ve bunları eski metinler ile bir karşılaştırmaya sokmalarıdır. Belki yeni metinler, alışılmış kodlamalardan ve tanımlamalardan uzaklaştıkları için ve çetrefilli, muallak yorumlara daldıkları için, anlaşılmaz ve sıkıcı da bulunabilirler. Ne var ki yeni durumdan hoşnut olmayıp da sürekli eski referansların tekrarlarına dalmak, eskileri unutup sadece yeni metinleri ezberlemek kadar işlevsiz bir çabadır. Son olarak da şunu anımsatmalı: Eski metinler ne kadar “şimdiki zaman” ile bir bağ kurarlarsa kursunlar, tümü de kendi dönemlerinde bir “gelecek” düşüncesi taşırlar. Oysa biliyoruz ki “gelecek” gelmiştir, düpedüz bugündür. Yani “geçmiş zaman”da kurulmuş bir ütopya, bir tasavvur, bir strateji vb. artık ya hedefe varmadan eriyip gitmiş ya da “başka türlü” gerçekleşmiştir. O halde eski metinlerin “gelecek” düşüncesi ile “şimdiki zaman”ın bir karşılaştırmasını içermek, yine yeni metinlerin görevidir. Jean Baudrillard’ın Kötülüğün Şeffaflığı kitabında, yaklaşık yirmi beş yıl önce yazdığı şu durumu anımsatmak ilginç olabilir: “Ütopya gerçekleşti; tüm ütopyalar gerçekleştiği halde, tuhaf bir şekilde, sanki gerçekleşmemişler gibi yaşamayı sürdürmek gerekiyor.” Gerçekten tuhaf bir durum; galiba yeni metinlerin eskilere göre “tuhaflığı” buradan kaynaklanıyor. Ve çağdaş sanatın da “tuhaflığını” buna bağlamak yanlış sayılmaz.
Şimdi yapılacak en iyi iş, hem eski metinlerde söz edilen ve hem de bugün varlıklarını bildiğimiz “kendi içlerine kapananlar”ın nerelerde olduklarını düşünmek olacak. Çünkü onlar “eski” ile “yeni” kutuplaşmasına katılmayanlardır. Büyük olasılıkla bir köşede eski kodlamaların ve tanımlamaların “şimdiki zaman” ile karşılaştırmasına dalmakla, çetrefilli ve muallak yorumlar yapmakla meşguller.