Pi Artworks İstanbul yeni sezona Fatma Bucak’ın kişisel sergisiyle merhaba dedi. Övül Ö. Durmuşoğlu küratörlüğünde açılan “Tüm Olmuşun Dünyası” adlı sergi adı ilhamını bir Çin deyişinden alıyor. Kimlik, göç ve otorite konularına odaklanan sergi, 10 Kasım’a dek ziyaret edilebilecek.
Şiddetin başka başka biçimleriyle evrensel oluşunu vurgulayan Fatma Bucak, “Tüm Olmuşun Dünyası” adlı yeni sergisiyle izleyicilerle buluştu. Sanatçıyla kişisel, kolektif ve ideolojik sınırların şiddetine odaklanan sergi teması, sergiye hazırlık süreci, üretim pratikleri ve yeni projeleri üzerine konuştuk.
Pi Artworks İstanbul’da açılacak olan yeni serginiz “Tüm Olmuşun Dünyası”, adını bir Çin deyişinden ilhamla alıyor: “Binbir olmuşun dünyasında yaşıyoruz’’. Siz bu deyişi sergi kapsamında nasıl yorumluyorsunuz?
Sergi küratörü Övül Ö. Durmuşoğlu ile birlikte sergiyi şekillendirirken çalışmanın kavramlarına yöneldik ve sergide şiddetin başka başka biçimleriyle evrensel oluşunu vurgulamak istedik. “We live in a world of ten thousand things” (Tüm Olmuşun Dünyası) materyalist dünyanın sayısız görüş ve görünüşle bizi çevrelediğini işaret ediyor ve bu deyiş, farklılıkların benzerliğinin altını da çiziyor. Tam da bu anlamda bu deyiş sergi içindeki sınır tanımının da farklı farklı coğrafyalardaki benzerliğine gönderme yapıyor; şiddeti, kayganlığı, ayırımcılığı ile.
Kişisel, kolektif ve ideolojik sınırların şiddeti serginin iskeletini oluşturan başlıca temalar. Bu sergiye hazırlık süreciniz, konunun ortaya çıkışı ve çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Sınır ve şiddet kavramları üzerine çalışmalarım 2013 yılından itibaren, Kahire’deki çalışma deneyimlerimle daha da yoğunlaştı. Fiziksel sınırlar kadar ideolojik sınırlar üzerine de sıkça düşünüp çalışmalarımı bu yönde devam ettirdim. Sınır nedir? Sınırı kimler yaratır, kimler kullanır ve şiddettin ta kendisi yapar? Teksas’a davet edildiğimde karşılaştığım çarpıcı vakaların etkisiyle sınır bölgesinde göçmen hakları ve pratik anlamda göçmene yardım üzerine çalışan kiliseye bağlı ve bağlı olmayan bazı gruplarla iletişime geçtim. Böylelikle kendimi ilk olarak 2015’te sınırı geçmeye çalışanların kıyafetlerini toplarken buldum. 2015 yılında Teksas’a ilk gittiğimde Meksikalı göçmenlerle tanışma ve bir süre onları takip edebilme şansım oldu ve öncelikle göçmenleri ve mültecileri destekleyen birtakım sivil toplum kuruluşları ile görüşme fırsatı yakaladım. Bütün bunlar bu süreç içerisinde işlerimi de şekillendirdi. Uzun bir süredir enstalasyonlar, performanslar, fotoğraflar, videolar ve ses çalışmaları aracılığıyla siyasal ve toplumsal cinsiyet kimliği, sansür, baskı, kamulaştırma, göç ve şiddet gibi konuları üzerine yoğunlaştım. Tabii ki bu da beni hafıza ve tanıklık kavramları üzerinden tarihe bakmaya da itti. Bu sergide de son dönemde üzerine sıklıkta düşündüğüm, çalıştığım hafıza, göç, kayıp, yok edilme gibi kavramları sorguluyorum farklı bir coğrafya üzerinden.
Sergi kapsamında Övül Ö. Durmuşoğlu ile küratöryel çalışma süreciniz nasıl gelişti?
İkimizin de yoğunlaştığı konuların benzerliği nedeniyle beraber çalışma fırsatı doğduğunda zorlanmadan çalışma surecimizi şekillendirdik. Okumalar, Skype üzeri sohbetler ve uzun görüşmeler ardından yeni projeyi şekillendirdik.
Meksika – A.B.D. sınır dinamiğiyle ilgili yaptığınız araştırma serginin de odağını oluşturuyor. Bu araştırmadan bahsedebilir miyiz biraz?
Teksas-Meksika sınırında çalışırken topladığım hikâyeler aracılığıyla sınır ve göçmen ilişkisini bir de peyzaj ve sembolleri üzerinden anlattım. Bu herhangi bir peyzaj değil. Kurak toprağı içinde ölülerinden kalan kıyafetleri ve bilinmeyenlerin hikâyesini derininden başlayarak taşıyan bir toprak; sınır. İnsanların içinden geçip, bazense hayatlarını kaybettikleri ve yaşamları için derin sosyal ve politik etkileri olan bir coğrafya. Böyle bir toprak parçasında doğup, böyle bir toprak parçasını geçmeye çalışan bireyler üzerine yoğunlaştım, kimlik meselesini bir kez daha bu sessiz tanıklarla gösterdim. Amerika-Teksas’ta sayılarını dahi bilemedikleri bir göç “sorunu” yaşanıyor. San Antonio’da 254 tane bölge var, “county” dedikleri. Bunlardan Falfurrias’da tanıştığım Lavoyger son altı ayda bu bölgede 28 ölü göçmen bulunduğunu söylüyor ve bunun sadece toplamın %15’i olduğunu düşündüklerini ekliyor. Tabii ki bu sayılar ve hikâyeler korkutucu ve bir kez daha toprağın hafızasında taşıdığı geriye kalanlarını düşündürüyor. Göçmen hakları ve pratik anlamda göçmene yardım üzerine çalışan kiliseye bağlı ve bağlı olmayan bazı gruplardan bahsetmiştim biraz önce. Bu araştırma doğrultusunda, bunlardan biriyle iki hafta boyunca sınırda yürüyerek sınırı geçmeye çalışan göçmenleri, şerifleri, check pointleri tanıma şansı buldum. Bütün bunlar göçmen problemi altında yatan birçok noktayı görmemi ve bu anlamsız güç politikalarının bazen öldürdükleriyle yüzleşmemi sağladı.
Fotoğraf, video ve yerleştirmelerinizle dikkat çekiyorsunuz. Peki yeni serginizde hangi çalışmalarınız yer alıyor?
İstanbul’daki bu kişisel sergimde, video çalışmaları ve heykel ile birlikte mekâna özgü yerleştirmeler izleyiciyle buluşuyor. İsimlerini bilmediğimiz göçmenler, El Tule çiftliğinde çalışmakta olan, tok sesli, kovboy şapkalı yarı Meksikalı yarı Amerikalı bir çiftlik yöneticisi olan Lavoyger’nın sınır betimlemeleri ve bir de video enstalasyonuna gönderme yapan bir heykel çalışması yer alıyor.
Daha önceki çalışmalarınızdan aşina olduğumuz doğa ögesi son serginizde de karşımıza çıkıyor. Doğa, insan ve toplumu üretimlerinizde nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Bellek üzerinde durduğum, sıkça düşündüğüm konulardan biri. Tekelden tarih yazılan şu dönemde yalanlardan arınarak toplumsal belleği oluşturmak ve unutturmamak için belgelemek ve belgelenileni arşivlemek gerçekten çok zor. Bu anlamda peyzajın da bir dili, hikâyesi var. Üzerinde yaşanmışlığı ve yaşayanların anlattıkları. Aslında bazı toprak parçalarında çalışmak benim için üzerindeki bilgi kırıntılarını takip ederek bir yere ulaşmak gibi. Tarihsel bellek bugünün yarını, dünün de bugünü için önemli.
İtalya’da Torino akademisinde aldığınız eğitimin kendi yolunuzu çizmenizde katkısı büyük sanırım. Şimdi geri dönüp bakınca kendi dönüşüm ve gelişiminizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
İtalya’daki Albertina Academy of Fine Arts’ta gravür üzerine eğitimimi İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü bitirdikten sonra aldım. O süreçte hem çağdaş sanatı tanıma şansı buldum hem de çalışmalarıma bu doğrultuda devam edebildim. Torino o anlamda sanat çalışmalarımın başlangıcı, ilk şehri oldu. Burada kendi sanatıma yöneldim ve etrafımda beni destekleyen kişilerin olması da çok etkiledi sanatımı. Torino’daki bu gelişmeler sonrasında Londra’daki Royal College of Art’ta Fotoğraf Bölümü’nde lisansüstü eğitime gitmeye karar verdim. Bütün bu eğitim süreci sanatıma ve yaşantıma bugünkü formunu verdi.
Üretimlerinize kendi bedeninizi de dahil ediyorsunuz, bu üretim pratiğinizin sizin üzerinizdeki etkileri neler?
Kullandığım nesneler dışında bazen kendi bedenime yöneliyorum çalışmalarımda. Bir düşünme metodu, yaşananların izlerini taşıyan bir coğrafya benim için adeta. Tanık. Günümüzde dünyanın her yerinde yaşanan savaşlar, göçmen krizleri, siyasi kargaşalar, insan hakları ihlali ve daha akla gelebilecek birçok sorun şiddeti daha da fazla hissetmemize neden oluyor. Ben de bir sanatçı olarak, bedenimi de bütün bu olanlardan uzak göremiyorum. Belki de bu nedenle ifade etmeye en yakın olandan, tanıklık ettiğimden yani bedenimden başlıyorum. Kendimize bakmak her ne kadar tanıdık gelse de zor, kendimizle hesaplaşmak da tanıklıklar aracılığıyla…
Geçtiğimiz sene Pi Artworks Londra’da “Sticks and Stones” adlı kişisel serginizle yer almıştınız. Bu sergide üzerinde durduğunuz form, biçim ve tema neydi?
“Sticks and Stones” sergisinde zamanın en önemli iki mücadelesini ele aldım: İfade ve hareket özgürlüğü. Fotoğraf, video ve yerleştirmeler aracılığıyla bu iki özgürlüğün ayrılmaz bir şekilde içe içe geçtiğini gösterdim. Serginin geneline hâkim olan materyal, ismini de buradan aldığı gibi çubuklar ve taşlardı. Göç ve şiddetin insan varlığını önemli ölçüde değiştirdiği küresel koşullar bu materyallere form verdi. Bu sergi için özel olarak hazırlamış olduğum litografik baskı serisi adeta hafızanın acımasız bir şekilde silinmesine karşı bir anıt niteliğindedir. “Stick and Stones” sergisiyle izleyiciye kırılganlığı hatırlatırken aynı zamanda yaşamın direncini de göstermek istedim.
Londra-İstanbul arası yaşam üretim pratiğinizi nasıl etkiliyor?
Aslında son birkaç senedir İstanbul’da da yaşamaya başladım; olayları takip edebilmek, beni yakından etkileyen, işlerimi dönüştüren ve işlerime de değenleri en iyi ancak böyle yaşayabilir ve tanımlayabilirim. Tabii ki bu benim iki yerden de beslenmemi ve her birine bir kere de uzaktan bakmamı bazen de uzaklaşarak görmemi sağlıyor. Pratik olarak zorlayıcı olsa da bazen önemli bir seçim benim için.
Yakın gelecekte sizi yeni projelerle görebilecek miyiz?
Yakın zamanda Bilsart’ta bir video çalışmam gösterilecek aynı temalar üzerine yoğunlaşan. Şu aralar ise GAM Palermo’daki kişisel sergi hazırlıklarıma devam ediyorum. Orada da hafıza ve tanıklık kavramları üzerinden tarihin kırılganlığı, geri dönüşsüzlüğü, unutulmuş öyküler, tarihin dışında kalan hikâyeler ve bireyler, ifade edilmemiş düşünceler konu olarak karşımıza çıkıyor.