Çalışmalarının insanların onurunu koruma gayesi taşıdığını söyleyen Kalliopi Lemos; baskı, iktidar kavramı, kadına şiddet, kadın hakları, zorunlu göç ve insan hakları ihlalleri üzerine üretimlerini gerçekleştiriyor.
Sanatçı olmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
Çocukluğumdan beri elimde hep bir kalem ve biraz kağıt bulunurdu. Çizmeyi, renkleri ve bir şeyler yaratmayı hep çok sevdim. Sanırım bu hayatımın herhangi bir noktasında verdiğim bir karar değildi; ben sanat yapmak isteyerek doğmuşum!
Ikebana sanatı eğitimi almayı seçmenizde ne etkili oldu? Ve Ikebana’nın sanatınızı etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Ikebana eğitimi almaya 1969 yılında ilk kez Japonya’ya gittiğimde karar verdim. O zamanlar 18 yaşındaydım. Ülkenin kendisi, insanları, sanatı ve felsefesi beni büyülemişti, çok sevmiştim. Eve döndüğümde Japonya’yla ilgili daha çok şey öğrenme isteğiyle araştırmaya ve okumaya başladım. Okudukça onların doğa sevgisine, kendilerini sanatla, özellikle de Ikebana’yla nasıl ifade ettiklerine daha çok kapıldım. İnsanın daha az araç ve materyalle mekânda nasıl büyük bir etki bıraktığını, atmosferi dönüştürebildiğini ve güçlü anlamlar aktarabildiğini keşfetmeye çok hevesliydim. Ikebana çalışmaları yapmak bana, beklenmedik ve çok çeşitli doğal ya da cam, plastik, metal gibi insan eliyle üretilmiş materyali deneme fırsatı verdi. Aynı zamanda o insanlara karşı derin bir saygı ve anlama yetisi kazandım. Bu sevgi ve anlayışla, onlarla heyecan verici bir ilişki geliştirdim. Yani şunu söyleyebilirim ki: Ikebana sanatımı hem felsefi açıdan etkiliyor, hem de eserlerin dış görünümünü dönüştüren bir etkisi var.
Sanatınızı nasıl tanımlıyorsunuz peki? Çalışmalarınızın politik bir yönü olduğunu söyleyebilir miyiz?
İşe tablolar ve baskı çalışmaları üreterek başladım ve en sonunda çalışmalarım üç boyutlu bir doku kazandı. Yani şu anda fotoğraf ve filmle ilgilendiğim kadar heykel de yapıyorum. Heykellerimi yerleştirmek istediğim ortamın tamamını kendim yaratmayı seviyorum ve hem bu deneyime renk katmak hem de vermek istediğim mesajı daha iyi iletmek adına sesi ve başka araçları bu sürece dahil ediyorum. Sanatımın çoğunlukla insan onurunu koruma gayesi taşıdığını, herkesi insanlığın çektiği acılara karşı duyarlılaştırmayı amaçladığını ve bu acılara çözüm bulmaya çalıştığını söyleyebilirim.
İstanbul’da ve Türkiye genelinde sergiler açmış olmak size ne hissettiriyor?
2007 yılından beri İstanbul’da bir kaç kez sergi açtım. Alana özel enstalasyon çalışmam Round Voyageda Bilgi Üniversitesi kampüsünde uzun bir süre sergilenmişti. Eserlerimin bu kadar sanatla iç içe ve sanat anlayışı kuvvetli bir kitleye sergileniyor olması benim için çok değerli.
I Am I Between Worlds and Between Shadows adlı enstalasyon çalışmanızdan biraz bahsedebilir miyiz? İnsan hakları ihlallerini ve kadınların karşılaştığı eşitsizliği ele alan heykeller yapmaya nasıl karar verdiniz?
I Am I Between Worlds and Between Shadows enstalasyonum 13. İstanbul Bienali ile paralel sürdürdüğüm bir çalışmaydı ama sergilendiği zaman boyunca devam eden Türk ve uluslararası ziyaretçi ilgisinden dolayı sergilenme süresi iki yıl uzatıldı. Tüm dünyada kadınların karşılaştığı zorluklar ve kadına karşı şiddet hâlâ birçok kadının yaşadığı bir acı. Bu heykelleri bienalden iki yıl önce; hem kişisel hem de kolektif deneyimlerimden hareketle yavaş yavaş yapmaya başladım. Heykeller, şiddete maruz kalan, kötü davranılmış ve kendisini dışlanmış hisseden kadınların psikolojik durumlarını bizlere hissettirecek hayvan ve insan formlarının bir karışımı. Bu heykelleri yıllar önce kapatılmış bir kız okulunun içine yerleştirdim ve mekânın onların kullandığı haliyle yeniden hayat bulması için küçük çocukların okulda yaptıkları günlük aktiviteleri, oyun oynayışları ve şarkı söyleyişlerini canlandıran bir ses enstalasyonu kullandım. Bunu yaparken de heykellerin melankolisi ve hüznü ile çocuk seslerinin saflığı ve masumiyeti arasında dokunaklı bir kontrast yaratmayı amaçladım. İzleyici mutsuzluk hissi ile karşılaştı ve bu da onları cinsiyet eşitsizliğinin fark edilip ortadan kaldırılması gerektiği üzerine düşünmeye itti.
Bir diğer önemli eseriniz İstanbul, Eleusis ve Berlin’de sergilenen At Crossroads adlı çalışmanızdı. Yasa dışı göç ve göçmen sorunu şu an Avrupa’daki en önemli problemlerden biri. Bu enstalasyonun yaratım ve sergilenme sürecinden biraz bahsedebilir miyiz?
The Crossings üçlemesi 2006’da Eleusis-Atina’da başlayan, 2007’de İstanbul’da devam eden ve son kısmı 2009’da Berlin’de tamamlanan büyük bir projeydi. Eser aslında 2002-2003 yıllarında hali hazırda başlamış olan kaçak göçmen sorununu ele alıyordu.
O dönemde doğduğum yer olan Sakız Adası başta olmak üzere Midilli, Sisam ve diğer Yunan Adaları’nın etrafından otantik Türk teknelerini toplamaya başladım. Yolculukları bittiğinde göçmenler tekneleri buralarda terk ediyorlardı.
Enstalasyonumda bu eski köhne tekneleri kullanarak; izleyicilerin kendilerini bilinmezliğin ve karanlık denizlerin korkusuyla bu teknelerin içinde olduklarını hayal etmelerini istedim. Göçmenler gibi karşı kıyıya geçtiklerini ve kendi ülkeleri savaştayken çaresizce yeni bir yuva ve yeni bir yaşam arayışında olduklarını düşünmeye davet ettim.
Üç farklı mekânın seçimi çok önem taşıyordu. Eleusis’te, Tanrıça Demeter ve Persephone’nin yaşam döngüsünü sembolize eden antik tapınağı bulunuyor. Benim de öncelikli amacım, birçoğumuzun hâlâ tamamen habersiz olduğu bu dramı açığa çıkarmaktı.
İstanbul’a yerleştirdiğim ikinci eser ise, Doğu ve Batı’yı birleştiren şehirde, kültürleri ve uygarlıkları birbirine bağlıyordu. Hâlâ Bilgi Üniversitesi’nde sergilenen çalışmam, Avrupa ve Asya’da; özellikle de farklı dinler ve milletler arasındaki uzlaşma ve dayanışma hakkında bir mesaj verme amacı taşıyordu.
Berlin’de Brandenburg Kapısı’nın önünde gerçekleşen üçüncü ve son sergi ise insanları bu uluslararası probleme bir çözüm bulmaya yönlendirmeyi amaçlıyordu. Bu sergi, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 20. yıl dönümü kutlamalarıyla eş zamanlı düzenlenmişti.
Bu enstalasyonlarla amacım, insanların kendilerini hep benzer durumlarda düşünmeye teşvik etmek ve farkındalık yaratmak oldu. Böylece de bu sorunun çözümü için yeterli empatiyi ve anlayışı yaratmak!
Sanat eserlerinin sergilendiği alana çok önem veriyorsunuz. Sizin için mekân neden bu kadar önemli?
Çalışmalarımı sergilediğim alan benim için her zaman önemli olmuştur. Bu alanları anlamlı olması ve projenin bir parçası haline gelmesi için seçiyorum. Mekân ve mekânın tarihi eserle bir oluyor ve bu şekilde sanki aynı şey farklı bir zamanda tekrarlanıyor. Daha önce orada olanla birleşiyor, yeni bir kıvrıma ekleniyor ve yeni bir yön kazanıyor!
Ben İzmirliyim ve benim ailem de yıllar önce Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelmişler; dolayısıyla zorunlu göç kavramı benim için çok tanıdık. Sizin de ailenizin İzmirli olduğunu ve zorunlu olarak Yunanistan’a gönderildiklerini okudum. Ailenizin göç hikayesiyle ilgili sanatınızı etkilemiş olan herhangi özel bir an var mı?
Doğrusunu söylemek gerekirse bence hepimiz farklı kıyıların ve kültürlerin bir alaşımıyız, bu durumda milliyetçilik anlayışını, sınırların kapanmasını ve ayrımcılığı kabul etmeyi imkânsız buluyorum.
Ailem İzmir’de yaşayan Yunanlı bir aileymiş. 1922 yılında evlerini bırakmak zorunda kalıp Yunanistan’a doğru yola çıkmışlar. Oradaki yaşamlarının başında ise çaresizce köklerini aramışlar. Yunanlı olmalarına rağmen o kadar çok aşağılama ve zorluk ile karşılaşmışlar ki; onların bellekleri ve hikayeleri torunları olarak bize fısıldandı! Bugün bile, bunları söylerken, gözyaşlarımın gözlerimi doldurduğunu hissediyorum.
Eserlerinizde genellikle sosyal ve politik çıkarımları olan özneleri ele alıyorsunuz. Sizce kadına karşı şiddet, zorunlu göç ve insan hakları ihlalleri gibi konularda sanat bir çıkış yolu olabilir mi?
Canımı yakan ve beni kahreden konular kaçınılmaz olarak sanat eserlerime dahil oluyor. Daha önce de söylediğim gibi, sadece yaratılan bilinç ve farkındalığın eninde sonunda bir fark yaratacağını umuyorum. Bu nedenle sanatın iletişimin özünde bulunan bir araç olduğunu hissediyorum ve çalışmalarımla içimdeki doğruları ifade etmeye ve bunu tüm insanlarla paylaşmaya çalışıyorum.
Çalışmalarınızda baskı, şiddet ve ayrımcılığı sorgularken aynı zamanda iktidar kavramı üzerine de düşünüyorsunuz. Eserlerinizin yaratım sürecinde size ilham veren sosyal bilimciler var mı? En çok kimleri okumaktan hoşlanıyorsunuz?
Bir Yunanlı olarak köklerimden çokça etkilendim. Heraklitos’un zamanın akışıyla her şeyin değiştiği düşüncesinden, Platon’un bizi çevreleyen her şeyin aslında idealar dünyasında bulunan formların bir kopyası olduğu fikrinden ve demokrasi anlayışından etkilendim.
Yunan Mitolojisi okuyup, okuduklarımı diğer kültürlerin mitolojileriyle karşılaştırdım. Tüm sosyal yapılarda bulunan benzer zeminleri ve de yaratılışla ilgili çok çeşitli düşünceleri fark ettim. C. Jung ve onun insanlığın bir olduğu ilk nokta olarak düşündüğü arketip kavramı üzerine çalıştım. Aynı zamanda antropolog Claude Levi Strauss, din felsefesi çalışan Mircea Eliade ve Rudolph Steiner okudum.
Çalışmalarım hem DT Suzuki ile Doğu’ya hem de Judith Butler ve onun toplumsal cinsiyet ve feminizm üzerine düşünceleri ile Batı’ya doğru açılıyor. Ayrıca Primo Levis’in toplama kamplarındaki deneyimlerini yazdığı kitapları da okudum ve de her zaman ilginç gelişmelerin, metinlerin ve fikirlerin arayışındayım!
Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni bir projeniz var mı? Bir sonraki projenizle ilgili detayları bizimle paylaşır mısınız?
Şu sıralar Tools of Endearment adını verdiğim ve yedi büyük heykelden oluşan bir seri üzerine çalışıyorum. Bu proje kadınların nasıl olaylara maruz kaldıklarına, yaşadıklarına nasıl tepki verdiklerine ve nasıl mücadele ettiklerine odaklanıyor. İlk üç heykel henüz tamamlandı. İlk heykel dev bir ayakkabının bir temsili. Stiletto Heel yumuşak ve paslanmaz çelikten yapıldı ve çok yakın bir tarihte Londra’da sergilenecek.
Diğer iki heykel ise yine çelikten dev bir sütyen ile kocaman bir kolye; bu eserler de ekim ayında Fransa’da sergilenecek.
Not: Kalliopi Lemos, 5. Uluslararası Çanakkale Bienali’ne katılacak sanatçılar arasındaydı. Röportaj, iptalinin hepimizi derinden üzdüğü Çanakkale Bienali çerçevesinde yapılmıştır.