Yazar, yayıncı, grafik ve fotoğraf sanatçısı Çerkes Karadağ ile görüntü estetiği, günümüzde fotoğraf ve nisan ayı içerisinde sanatseverlerin ilgisine sunulan üç yeni kitabı hakkında konuştuk.
Fotoğrafa bakış, gerçeklik algısı ve sanatsal üretiminizi bize anlatır mısınız?
Sanatçı ile dış gerçeklik arasında daima bir iletişim ve alışveriş vardır. Dış gerçeklik hayattır. Hayat en büyük okul, en büyük öğretmen, en büyük materyal temin edicisidir. Dolayısıyla sanatçı hep dış gerçeklikle olan bu bağı yorumlar. Şiirle, sözle, ritimle, dengeyle bunları ifade eder. Bizim alanımızda fotoğrafçı göz diğer sanat dallarından farklı olarak üçüncü gözü bulundurur. Optik yardımıyla dünyaya bakar. Dolayısıyla kendi nesnel görüşüyle optiğin doğrudan görüşü arasında işbirliği yapar. Bu birikimi ancak sanatçının dünya görüşü, olaylara bakış açısı, durduğu yer ve hangi görüşü, anlayışı benimsiyorsa o bakışla buluşur. Yani fotoğrafçının nesnel görüşüne rağmen optik süzgeci ve sanatçının içinde yaşadığı toplumsal olay ve olgulardan anladığını hepsini bir sentez yaptığımızda bir fotoğrafçının bakışı ortaya çıkabilir. Fotoğrafçı eğer kendini doğal güzelliklerin büyüsüne kaptırıp da resmetmeye çalışan biri olarak tutarsa oradan sanat çıkmaz. Çünkü doğayı olduğu gibi kopya eder. Doğanın güzellikleri ve doğanın büyüsü kopyayı teşvik eder. Sanat adamları doğanın bu büyüsüne esir olmaz. Doğanın bu büyüsü üzerinden kendi estetik bakışımızı biçimlendiremeye çalışırız. Ve doğanın güzelliklerine alternatif bir güzellik resmetmeye çalışırız. Bence görüntünün anlamı da bu noktada ortaya çıkar. Sanatçının imzası olmadan o fotoğrafı doğru okuyamayız ama sanat eserleri mevcut rol ve kaidelerin biraz dışında genel geçer beğenilerin dışında sırıtır. Bir sorunsalı barındırır. O bakımdan bir sanatçının bakış açısı hemen fark edilir. Mesela aklıma şu günlerde medyada dikkat çeken bir fotoğraf geldi. Henüz toprakları üzerinden atılmamış bir patatesin fotoğrafının milyon dolara satıldığı konusunda bir magazinsel haber yapıldı. İnsanlar henüz toprağı alınmamış bir patatese milyonlar nasıl verilir tartışmasını yaparlar. Oysa burada söz konusu olan ne patatestir ne de henüz topraklarından arındırılmamış olması ne de insanlar kandırılmıştır. Orada sanatçı yepyeni bir bakış açısını bize dikte etmiştir. Bu bakış açısı örnek vermek gerekirse sıradanlığın estetiği, aleladeliğin seçilmişliği gibi… Hangi sorun sanatçıyı meşgul etmişse o çerçevede görebiliriz.
Benim fotoğrafçılığımda nesnel gerçeklerin çok sıradan ayrıntıları vardır. İnsanı ilgilendiremeyen çok yakın ve basit köşelerden estetize edilmiş ayrıntılar üzerine uğraşırım. Bu güncel hayatta hiçbir sorunu çözen bir şey değil. Yeni bir önermede bulunmuyor topluma. Ben topluma farklı bakmanın insana farklı bir mutluluk veya farklı bir gerçeklik verebileceğini ima etmeye çalışıyorum ve bunu görüntüler aracılığıyla yapıyorum. Kendi görüntülerimde insanlara doğrudan sunulan düşünmelerine yol açacak ipuçları veriyorum renkler biçimler lekeler üzerinden.
Benim fotoğraflarım sessiz çığlıklardır, öyle slogan söylemezler. Fotoğraflarım durup bir kez daha bakmanızı önerecek ipuçları barındırır. Uysaldır. Aynı zamanda mizahidir, sizinle tartışır alay eder. Ben fotoğraflarımda hep mizahi unsurları bir kenara saklarım. Yeni çektiğim bir fotoğraf dizisi var o dizide domatesi esas aldım. Domatesin kırmızılığı… Onu bir seks objesi gibi mi düşünürsünüz bir natürmortun has parçası gibi mi düşünürsünüz, kişiliği olgunlaşmamış bir yüz mü ya da mahcubiyetten kızarmış bir ifade gibi mi… Nereye koyarsanız koyun ama bir domatesi esas aldım. Hatta başka ilgisiz nesnelerle de bir araya getirip rengin ve ışığın egemen olduğu bir kompozisyon yaptım burada ne domates domatestir ne de benim ortaya koyduğum şeyler bir uyum yaratmışlardır. Bunlar tam aksine insanın zihinsel dünyasına hücum eder. İnsanların zihinlerinde, anlam açılımlarına kapı aralayacak şeylerdir.
Geçmiş dönemdeki sanat çalışmalarınıza baktığımızda fotoğraflarınızda insan, özellikle kadın ön planda yer almakta. Yeni dönem eserlerinizde bu tavrınızda değişiklik oldu mu?
Benim fotoğraf serüvenimde dönemler vardır. Genellikle bizim fotoğraf dünyasında “sokağa çıkıp fotoğraf çeker olur biter” mantığı var. Ben sanat materyali olarak baktığım için ben hep dönemsel olarak çalıştım. Her dönemde farklı bir imge üzerinden hareket ettim. 1987’den 2005’e kadar yoğun şekilde nü çalıştım. Onları maalesef sergileme fırsatı bulamadan kenara kaldırdım. Gerçekten 20 yıla yaklaşan dönem hayatımı işgal etti. Bedenin varlığını, dilini, ahlakı sorguladım. Bunları görüntüler üzerinden beden üzerinden vurgulamaya çalıştım.
Günümüzde ise çalışmalarımın hepsinde insan var ama insan özne olarak yok, görünmez özne olarak var. Ben fotoğraflarda varlık, insanlık ve gerçek kavramını hiç çerçeve dışına bırakmadım. Soyutlamalarımla insana dair şeyleri yeniden ele aldım. Bunu insana dair olmayan özelliklerle de ele alabilirim. İnsanın kendi gerçekliğiyle de ilişkilendiriyorum. Bu bakımdan fotoğraflarımda giderek soyutlamalara, renkçi bir bakışa dikkat ediyorum.
Renkçi bakış ve renkli fotoğraf birbirinden farklı şeylerdir. Renkli kameralar renkli görüyor hayatın her yerinde renk var. Bunları resmetmek renge bir şey katmıyor. Siz rengi bir değer olarak alıp onu önem hanesine taşırsanız o zaman bakışınız renkçi olur ben ağırlıklı olarak renkçi işler ortaya koyuyorum.
Kameramı kadına yönelttiğimde kadın vücudunun kendi zarafeti kendi büyüsünden nasıl etkilenmişsem nesnelere de aynı şeyle belki daha dişil bakıyorum. Belki de kadının yerine onları koyuyorum ve bu sıcaklığı vurgulamaya çalışıyorum. Bu bir zamansal dönüşümdür. Aynı zamanda benim fotoğrafımın geldiği yepyeni bir aşamadır.
Yaratıcı fotoğraf dizisinin ilk kitabı olan Fotoğraf Nedir? başlıklı kitabınızda fotoğrafın, zamanın belli bir anını dondurmak suretiyle gerçekliği bağlamından kopardığını belirtiyorsunuz. Bu durumda fotoğrafın anlamını, bize sunduğu nesnel gerçekliğin dışında mı aramak gerekir?
Bir fotoğrafın anlamının temel taşları gerçektir. Anlamın uzantıları sanatçının bize dikte ettirdiği şey. Ben gerçek olaylar karşısında duran kamerasını kullanan ve bir saptama yapan insanların fotoğraf algılama biçimlerinin fotoğrafı yeteri kadar anlatmadığına inananlardanım. Bu bakımdan fotoğrafı algılama salt karşılaştığımız görüntüler, biçimler, renk ve lekelerden kaynaklanmadığını bunların bir sanatçının potasında yeniden işlendiğini bunun bir bilinç bir karşı çıkış, bir sentez olduğunu vurgulamaya çalışıyorum ilk kitapta. Yani her görüntü, görüntü değildir. Her görüntü bir fotoğrafa temel teşkil edecek özellikler barındırmaz.
Bu bakımdan görüntü araçları sanıldığı gibi fotoğraf çekmiyor. Fotoğrafı fotoğrafçılar çekiyor. Bu konuda yetişmiş beyinler çarpan yürekler gerçek karşısında söyleyecek sözü olanlar var. Ben birinci kitapta fotoğrafın varlık nedenlerini sorguladım. Fotoğrafın aslında bir görüntüde şekillenmiş şiddet olduğunu vurguladım. Fotoğrafın aslında, görüntüde simgelenmiş bir ahlaki öneri olduğunu vurgulamaya çalıştım. Bir politik duruş olduğunu anlatmaya çalıştım. Çünkü fotoğraf, provokatif olmalıdır.
Kamera Bakışı adlı ikinci kitapta görüntü ve anlam sorgusu biraz daha derinleşiyor. Kamera görüntüleri gündelik hayatımızın her alanında yaygınlaştıkça, bu görüntüler artık algımızı da yönlendirmeye başlıyor, düşünmenin yerini artık kamera bakışı alıyor. Anlamın oluşumu artık insanın imgelemine bağlı değil, bilakis, kamera görüntüleri insanı kuşatan bir anlam alanı oluşturuyor. Kamera ürünü görüntülerin algı ve anlam süreçlerimiz üzerindeki bu olumsuz etkilerinden söz edebilir misiniz?
Bir araç yardımıyla dünyaya bakmaya çalıştığında insanlar sanıldığı gibi aracı yönlendiren değil bir süre sonra aracın baskı hükmü altına giren araç tarafından yönlendirilen bir insan olmaya başlıyor. Biz bunların hepsini fotoğrafçı olarak addediyoruz. Bütün büyük fotoğrafçıların böyle sıkıntısı yok. Onlar her zaman kameranın bir araç olduğunu hatta düşüncenin uzantısı bir araç olduğunu ifade ederler. Dolayısıyla kamera bir görüntüye hükmetmeye başladığı zaman orada ne fikirden ne düşünceden ne sanattan ne de politik bir duruştan söz edebiliriz. Ben ikinci kitapta kameranın hükmü altına girmiş bakışın ayrıştırıcı olmadığını, önerici olmadığını ve dolayısıyla görüntüler aracılığıyla bir bilinç oluşturamayacağını vurgulamaya çalışıyorum. Nitekim dünyada yaygınlaşan görüntü araçları da bize kamera aracılığıyla edinilmiş bir bakışın fotoğrafçı bakışı üzerine çıktığını kameranın insanları yönlendiren yeni bir inanç nesnesi olduğu gerçeğini ortaya koyuyor gerçekten kamera bugün tapınılan bir nesne haline geldi. Fotoğrafçılar arasında merceklere, makine gövdelerine modellere karşı yeni çıkan modellere karşı erotik bir bağlılık var.
Bundan önceki kitaplarımın birinde görme kültürü serisinde buna değindim. Kimyasal fotoğraf sürecinde, yani geçen yüzyılın fotoğrafçılığında insanlar konular önünde durup düşünüp karar verip öyle fotoğraf çekiyorlardı. Günümüzde fotoğrafçı gerçek karşısında duruyor fotoğraf çekiyor ve gidiyor. Düşünme işini sonraya bırakıyor.
Tekniğe hayatımızın hiçbir alanında kayıtsız kalamıyoruz, fotoğraf sanatı da başlangıcından günümüze teknolojiyle birlikte evrim geçirmekte, günümüzde sanatçının yaratıcı niteliği, teknolojik gelişmelere rağmen ne ölçüde fark edilebiliyor? Burada daha ziyade fotoğrafın niceliğinin niteliğine olan tesirine odaklanmak istiyorum, artık herkes kendi fotoğraf kataloğunu oluşturabilecek imkânlara sahip, değer olarak da insanların beğenileri ölçü alınıyor. Bu durumda sanat fotoğrafı popüler kültür içinde kendine yer bulabilir mi?
Popüler kültürü yaratan nedenlerin başında fotoğraf geliyor. Fotoğraf olduğu için popüler kültür oluştu. Fotoğraf popüler kültürün taban bulmasına neden olmuştur. Popüler kültür de varlığını fotoğraf üzerinden, görüntüler üzerinden devam ettiriyor.
21.yy’da görüntünün masum olduğunu söyleyemeyiz. Görüntüler savaşlara şiddete, insanlık dışı olaylara, zulme, sömürüye yandaş bir materyal olarak yer aldı. Bunun daha ilerisine gidersek fotoğrafın keşfi de çok masum değil. Fotoğrafın keşfiyle sömürgecilik başa baş, paralel gider. Fotoğraf sömürgeciliğin gözü olarak keşfe çıktı. Sömürgecilik fotoğraftan edindiği bilgileri aracılığıyla sömürü araçlarını geliştirdi. Bugün de bu süreç devam ediyor.
1930’larda Hitler’in propaganda bakanı Goebbels, fotoğrafın varlık nedenlerini iyice keşfetmiş, onun propagandaya manipülasyona politik bir ifade yaratmaya uygun bir dil olduğunu daha o zaman keşfedip, dönemin yetenekli fotoğrafçılarını görevlendirmiştir. Bu süreç hiç değişmedi, görüntüye kaydolmuş olaylar karşısında tepki duyarız sonra alışırız ve seyirlik bir nesne olur şiddet ve günümüzün çıkmazları. Bu bakımdan görüntü insanların duyarlılığının yitirilmesinin de araçlarından biri. Son yüzyılın bütün olaylarında fotoğraf bir bellek olarak iş gördü yani insanların bilincine bütün bu olayları yoksulluğu, sefaleti taşıdı hem de onları kanıksamamıza yol açtı.
Fotoğraf, politik bir materyal olarak bu misyonunu sürdürüyor. Fotoğrafın Yüzyılı, fotoğrafın insanları nereye taşıyabileceği konusunda ipuçları vermeye çalışıyor.