Dev plazaların arasında, kendi sözünü üreten bu heykeller, her şeye rağmen bu tarihsel huzursuzluktan bir an için kurtulmama yol açtı. Kamusal alanda var olabilmelerini, parklara, meydanlara dağılmalarını hayal ederek aralarında dolaştım. Kaidesi teras olan bu heykeller, kente sızmayı bekliyordu.
Elgiz Müzesi’nin terası, 2012’den bu yana 40 yaş altı heykeltıraşların üretimini yan yana getiriyor. Teras, bir yandan Türkiye’nin heykellerle ilgili makûs talihine ve heykel yoksunu İstanbul’a sosyolojik, psikolojik ve politik açıdan bir kez daha bakmama vesile oluyor; bir yandan da inşaat zengini bir kentte, plazaların ortasında gökyüzüne nazır bir konumda heykel var diyebilmenin cesaretli serüvenini anlatıyor.
Bu yıl, Teras Sergileri<40 sergisinde, 1500 metrekarelik terasta, 32 heykeltıraşın işleri sergilenmeye hak kazanmış. Giorgia Razzetta, Ahmet Özparlak, Ali Alizadeh, Aycan Güler, Ayşe Sultan Babayiğit, Bahadır Çolak, Bestami Gerekli, Caner Şengünalp, Çağdaş Erçelik, Çayan Yılmaz, Derya Özparlak, Esra Sağlık, Giorgia Razzetta, Güray Morgül, Güzin Merve Özgören, Hakan Bakır, Hakan Çınar, Halil Daşkesen, Hande Şekerciler, İmdat Avcı, Kutlu Alican Düzel, Mahmut Aydın, Meliha Sözeri, Nihan Gündüzalp Ölmez, Orkide Akkoç Sabit, Ramazan Duymaz, Saim Cem Arıkan, Şenay Ulusoy, Tanzer Arığ, Tuğberk Selçuk, Turgay Topçu, Uğur Hasekin ve Ümit Turgay Durgun’un işleri 23 Ağustos’a kadar görülebilir. Üçüncüsü gerçekleştirilen sergiye katılan sanatçılar, Seyhun Topuz, Rahmi Aksungur, Nilüfer Ergin, Haşim Nur Gürel ve Can Elgiz’den oluşan danışma Kurulu tarafından seçiliyor. 2013 yılında, kurulan Avustralyalı heykeltıraş Andrew Rogers’ın misafir üye olarak katılımıyla sergi uluslararası bir boyuta taşınmış. Ayrıca İtalyan sanatçı Giorgia Razzetta ve İranlı sanatçı Ali Alizadeh’in dahil olması ile teras sergileri gelecekte uluslararası katılımların artabileceğinin sinyallerini vermekte.
Teras Sergileri, 40 yaş altı heykelcileri buluştururken, yaş aralığını referans alarak yeni ve genç üretimin görünürlüğüne katkı yapan bir dizi. Üç yıl gibi kısa bir süre içinde Türkiye’de sanat eğitimi veren tüm kurumlara ulaşırken; bu yıl Guggenheim Müzesi’nden aldığı destekle, genç sanatçıların yurt dışında da tanınmalarına ve sergilere davet edilmelerine olanak tanıyor.
Teras sergilerine başvuru için konu ve malzeme sınırlaması yok. Birbirinden bağımız işlerin arasından yapılan seçki; sergilenen eser sayısı düşünüldüğünde, bu sergiyi geleneksel anlamda bir jüri sergisi olmaktan çıkarıyor. Ayrıca herhangi, bir derecelendirme sisteminin olmaması ve yarışma formatının uygulanmaması bu sergiyi bütünleyen sanatçıların bir aradalığına güçlü bir ivme katıyor.
Sanat eğitimi veren farklı kurumlarda eğitim almış sanatçıların üretimleri ile aynı terasta karşılaşmak, sanat eğitiminin attığı tohumların nasıl yeşerdiğini görebilmek açısından da son derece önemli.
Teras sergileri için herhangi bir konu sınırlaması getirilmese de sergide yer alan heykellerin günümüz koşullarında yaşamla kurduğu ilişki ve malzemeyle buluşturduğu meseleler, oldukça net ve tanıdık. Heykeller; ülkenin sosyal ve ekonomik düzeni/düzensizliği karşıtlığında ve ideolojik düzlemlerin çarpışmalarında şekil buluyor ve birbiriyle buluşuyor.
Söze, İmdat Avcı’nın “Yalın Şehir” isimli mermer heykeli ile başlamak bu noktada kent ve açık alan heykelleri ilişkisine samimi bir yanıt olacaktır. Sanatçı mermerde bedenlenen insanlar aracılığıyla; sisteme dahil olmanın koşullu düzenine müdahale ediyor. Tamamlanmamış ve asla sanıldığı gibi olmayacak insanlar, Avcı’nın mermerinde direniyor ve olan biteni ele veriyor.
“Benimki Daha Uzun” Ahmet Özparlak’ın bronz heykeli. 165 cm bu heykel kapitalizmin yarattığı dev siluetin tam ortasında, ironik bir dille kentlerin yüksek değerlerine “yüce” penceresinden bakmakta. Değeri, kendi gökdelenine yerleştirdiği şaha kalkmış bir eşek idolü ile anlatan sanatçı sözlüğün, hizmet hayvanı olarak tanımladığı bu hayvanın, insanlık tarihindeki ıskalanan değerine de anıt düzleminden cevap veriyor: İdeolojilerin cesur yüzü, paranın güç olduğu bir sistemde at yerine eşek de olabilir elbette.
Meliha Sözeri’nin “Şeffaf Demokrasi” isimli paslanmaz çelik üzerine tel dikim heykeli, bir masa etrafında alınan kararların eril söylemini görünür kılıyor. Sözeri, müzakere edilen gerçekliklerin sonucunu, sözde demokrasi denilen süreci, şeffaf ve kıvrılabilen bir malzeme eşliğinde sunmakta.
Bestami Gerekli’nin “Kinofobi” isimli metal zincir ve tasmadan oluşan heykeli, kişisel bir korkunun varlığını yoklukla imlemekte. Sanatçı köpek korkusunu, köpeği kontrol altında tutan bir nesne ile boşluğa yerleştirirken, diyalektik bir yöntemle varlıkla yokluk arasındaki mesafeyi üst üste bindirmekte. Artık kullanılmayan bir köpek tasmasından çok, kaskatı kesilmiş bir işkence nesnesini de hatırlatan bu heykel, hayvanlara takılma sebebi, insan olan bu nesnesinin tutsaklığını dillendirmekte.
Kadına şiddet cümlesini hemen her gün zikretmenin gerçekliğinde sanatçının bu konuya uzak durmaması ve farklı biçimlerde yorumlaması elbette bir rastlantı değil. Ramazan Duymaz’ın “Kadına Şiddet” isimli atık metalden yapılmış heykeli; ağaç kütüğü kaidesi ve kadın bedenini saran paslanmış zincirlerle yokluğa dair sıkıştırılmış sözler üretmekte. Heykel, hiçe saymanın bastırmak, kilitlemek ve sonunda öldürmekle sonlandırıldığı hayatlara dair simgesel bir anlatım dili taşıyor.
Sanatçı Turgay Topçu’nun “ Yeryüzünün İç Halleri” isimli metal heykeli yine kent üzerinden bir okuma. İnsanoğlunun yeryüzü üzerinde kurduğu hakimiyetin, derinlere kök salan ve adeta ahtapotun kollarına dönen tekinsizliği, gökdelenlerin arasında tüm gerçekliği ile durmakta.
Uğur Hasekin’in “Zaman” isimli heykeli, bulunduğu yerin rüzgarıyla bütünleşirken; izleyici için tekinsiz bir figüre dönüşmekte. Kaidesi üzerinde varlığını bildiğimiz beden, olası bir rüzgarın kuvvetiyle kendini kaplayan örtünün altında bilmediğimiz bir şeyle mi boğuşmakta? Yoksa onu saklıyor mu? Her iki seçenekte de Uğur Hasekin, yoklukla varlığı imliyor.
Aycan Güler’in “Yağmur” isimli mermer heykeli, bedeni kaybolmuş bir kostümün heykeli mi? Kimliği tahmin edilebilir mi? Yeni nesil çizgi filmlerdeki büyücü karakterleri anımsatan bu mermer giysi, içini izleyenin doldurmasını beklerken, düşünmek ve fikir üretmek için sonsuz seçenek sunmakta. Boşluk ve doluluğun birbirini giydiği bu heykel, ön yargıların belirlediği yargıları yutmaya hazır bekliyor.
Giorgia Razetta’nın “Yüzücü” adlı mermer heykeli, neredeyse kusursuz bir kadın bedeni hakkında. Yüzmeye hazırlanan bir bedenin hareketindeki gerçeklik, kolları bacakları ve başı olmadığını unutturuyor. Tors adeta hafifleyerek yükseliyor.
Heykel görmek için İstanbul’da bir terasa çıkmak ciddi bir deneyim. Burada değinmediğim diğer heykellerle birlikte, sanatın bu kente bir hayli yüksekten fırlattığı bakışa yine onu çevreleyen binaların arasında şahit olmak kışkırtıcı. Aynı zamanda da hüzünlü. Heykel yerine devasa nesnelerin gözümüze sokulduğu bir kentte heykele alışmak hep zor oldu. Ya yol kenarına itildiler, ya yazılarla bezendiler, ya da üzerini kaplayan otların arasına gizlendiler. Bir gece ansızın darp edildiler. Heykel, müze salonları ve bahçelerinin dışında (o da şimdilik) hep günahkar, hep suçlu ya da yalnızca bir anıt). Yaşamla sanat arasındaki zorunlu mesafe arttıkça daha çok heykel görmeyi hayal etmek iyice güçleşti.
Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi heykelin etkileyici varlığını, üç yıldır sürdürdüğü teras sergileri ile genç ve dinamik kılmakta. Çevresini saran plazalarda çalışanlar için de farklı ve ilgi çekici bir manzara yarattığı kesin. Zira Teras’ın hemen yanındaki binanın cephesine düşen görüntü, sergiyi çoğaltarak yansıtıyor. Teras, heykel izlerken soruları çoğaltan, kenti hatırlatan ve onunla yüzleştiren bir mekân.
23 Ağustos’a dek görebilirsiniz.