Aranızdaki iletişim ve etkileşimin, gündelik halinden biraz bahsetmek ister misiniz? Hem de bizim için bu projenin nasıl başladığını öğrenmek için iyi bir fırsat olabilir.
Zeynep Kayan: Burcu ile tanışmamız Torun'dan öncesine gidiyor aslında, ama arkadaşlığımız orada başladı diyebiliriz. Geçtiğimiz iki sene içerisinde mekânı açıp kapama görevini en çok üstlenen ben oldum bir şekilde, çünkü çok verimli çalışıyordum içeride! Açık olmaması gereken günler dahi kendimi orda bulduğum çok olmuştur.. Burcu da aramıza katıldığı günden itibaren bu işi en çok seven diğer bir insan oldu galiba.. İçeride birbirimizle karşılaştığımız, "sen yalnız kalmak istiyorsan ben sonra geleyim" dediğimiz günler oldu.. Derken birbirimize bu kendi kendine geçirilen vakitlerde kaydettiğimiz videoları gösterdik; yakınlıkları dikkatimizi çekti, bizi heyecanlandırdı, hatta belki bu üretimleri daha ciddiye almamızı sağladı. Ben o sıralar bir yandan aşağıdaki karanlık odada gitar çalıyor, kayıtlar yapıyordum. Önceleri tek başıma oluyordum, zamanla diğerlerinin de varlığında rahat hissetmeye başladım. Bir gün Burcu bu seslerle hareket etmek istediğini söyledi. Sanırım bütün bir araya gelebileceklerle ilgili hayal kurmaya başladığım, benim zihnimde kalan en canlı anı bu.. Dolayısıyla çoktan ve birbirimizden habersiz kaydedilmiş video ve fotoğraflar o gecenin sergi kısmını; harekete eşlik edebilecek sesin hayali de performansı oluşturdu.
Burcu Bilgiç:Proje hakikaten çok gündelik bir etkileşim ve iletişimden doğdu. Torun’a ilk geldiğimde ve muhtemelen ipi çekip aşağı indiğimde Zeynep’le karşılaştım. Ardından ben de Torun’u açıp kapamaya başladığımda ikimiz de farklı günlerde ziyaretçilerin karşılaştığı karakterler haline geldik. Yani aslında hikayenin başında sanatçı özneler olarak etkileşime geçmeden evvel bir mekânla benzer şekilde ilişkilenerek mekânı paylaşan kişilerdik. Sonraları bağımsız üretimlerimizin birbiriyle konuşabildiğini fark ettik. Mekânda ürettiklerimiz belli belirsiz bir hissi takip ederek beraber bir atmosfer oluşturmaya doğru evriliyordu. Zaman, mekân, arkadaşlar ve bazı ortak hislerin paylaşımı bizi yakınlaştırdı diyebilirim, bana oldukça ilginç gelen, epey organik gelişen bir buluşma hali... Sonunda bizim de sergi veya performans diyerek kategorize etmekte tereddüt ettiğimiz bir gece çıktı ortaya. Belli bir zaman diliminde Torun’daki yaşantımızın bir kesiti; videolarla, fotoğraflarla, hareketle, sesle dolup dışarı fışkıran bir gece.
Bu noktada açmamız gereken bir “performansı taşıma” meselesi var. Mekâna özel bir performansı galeride yeniden kurgulamıyor, temsili ve kayıtları ile bir yerleştirmeye dönüştürmeyi tercih ediyorsunuz. Buradaki yaklaşımınızı biraz açmak ister misiniz?
Z: Aslında "ipi çekin aşağıdayız" gecesinin sadece on dakikalık bir kısmı performansa ait. Dolayısıyla sadece bir performansı değil, tüm geceyi taşımaya çalıştığımızı düşünüyorum. Zilberman'ın proje alanındaki televizyonlarda izlediğiniz videolar ve hoparlörden gelen ses kayıtları Torun'daki gecede de aynı şekilde sürekli dönüyordu. Performansta ise diğer video işlerinde hakim olan yalnızlığımızı bozmayacak şekilde mekânın farklı katlarına geçtik. Birbirimize görmediğimiz için kabaca bir zaman dilimi belirledik, ve daha önceden torun’da kaydettiğimiz görüntü ve sesleri o an, orda çoğaltmayı amaçladık. Dolayısıyla bizim için de her şey o anda son haline ulaşmış oldu. Bunu bir kez daha tekrarlamak, artık bildiğimiz ve kontrol edebileceğimiz bir şeye dönüştürmek olurdu, bu yüzden dokümantasyonu göstermenin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da sergideki diğer video işlerinin de performatif yönlerini dikkate aldığımızda, birlikte de iyi çalıştıklarını düşündük.
B: Evet, Zeynep’in de dediği ‘ipi çekin aşağıdayız’ı taşırken odağımız o geceki deneyimimizdi. Performans gecenin en önemli bileşeniymiş gibi bir algı oluyor bazen ki, ben öyle görmüyorum. O da bütünsel bir atmosferi destekleyen parçalardan bir tanesi, sadece sunuşu farklı ki ben bizim “İpi Çekin Aşağıdayız”da farklı mecraları birbiriyle geçişli kullanarak iyi bir temsil ürettiğimizi düşünüyorum. Bu geçişliliği videoları ve performansın dökümentasyonunu aynı ortamda, Zilberman’da gördüğümüzde iyice farkediyoruz. Performanslar video işi olmaya çok yatkın aynı şekilde videolar da performans olmaya. Gecenin hissini atmosferini taşımaya çalıştığımızdan, gecenin ayrı ayrı bileşenlerinin temsil şekillerine sadık kalmak gibi bir derdimiz olmadı. Bir de mekâna özgü bir proje olduğu için mekândan çıktığı anda artık yeniden üretmeye çalışmak yerine serbest bırakmak daha anlamlı sanırım. Nitekim kendisi yine formunu buldu, mutluyuz.
Bir de bahsettiğimiz mekân, yani Torun, bir sanatçı inisiyatifi, hatta Ankara’nın bu özelliği olan tek mekânı. Burası sizin de bahsettiğiniz gibi gönüllü sanatçılar tarafından açık tutuluyor değil mi? Bu emeğinizin pratiğiniz üzerine etkilerinden bahsetmek ister misiniz? Bir mekânı açmak size ne ifade ediyor?
Z: Mekânı açık tutmak, serginin izleyiciye açık olduğuna karar verilen belirli gün ve saatlerde orada durmak demek. Bu vakitleri kendi aramızda paylaşıyorduk evet. Herkes sanatla uğraşmıyor aslında. Farklı alanlardan geliyoruz, dolayısıyla sanırım herkes açık tuttuğu zamanları istediği gibi değerlendirdi. Bizim için en büyük çıkış noktası zaten bu ortak alanın işlere mekânsal bir malzeme olması, bu nedenle atmosferinde ortaya çıkan bu işlerin de ister istemez benzeşmesiydi. Kişisel olaraksa, Torun bana kendi işlerimdeki performatif kısmı daha çok sahiplenme şansı tanıdı, daha çok videoya yöneldim. Yine de galiba en önemlisi ses kayıtları… Videolar ve fotoğraflardaki değişimler belki kendiliğinden olacaktı, ama Torun' dan önce ses çıkarabileceğimi düşünemiyordum! En azından bugünkü gibi.. Aslında bir hayal, bir arzuyudu ve mekânın kendine has akustiği içeride geçirilen yalnız vakitlerde çok işime yaradı, derken başkalarıyla da deneyimleyerek kendi içimde epey yol kat ettim.
B: Evet mekân gönüllüler tarafından açık tutuluyor. Benim için mekânı açık tutmak demek, sanatçıysan ve sanat mekânını açık tutuyorsan, mekân bir kurumun mekânı değil de ‘artist_based’ bir mekânsa bir nevi atölye demek. Aynı zamanda başka açık tutanlar varsa mekânı, ortak kullanılan atölye demek, diğerlerinin de işlerini görmek, üzerine konuşmak demek. Üretim sürecimde tek başıma olsam da her zaman bir muhattabın olma ihtimali vardı Torun’da. Bu muhattap uzun süre belirsizdi, sonra Zeynep oldu, sonra Zeynep’le beraber oluşturmaya başladığımız işin muhattabı Torun’a o gece gelen herkes oldu. Bir de orası iki katlı, akustik olarak ve ışık olarak farklı nitelikler barındıran, her sergide biraz dönüşen değişen bir mekân olduğundan, bu sürekli aktif olma durumu mekândaki üretimi çok farklı manipüle edebiliyor.. Yani orada geçirilen uzun saatler, mekânın sürekli değişen atmosferi, ve mekânı paylaşmak üretimi tetikliyor diyebilirim.
Bahsettikleriniz sanatçıların paylaşabildikleri stüdyoların ya da ortak üretime imkân yaratan mekânların sanatçılar için önemini ortaya koyuyor. Böylesi mekânlar ne yazık ki sadece inisyatiflerle var olabiliyor bizim buralarda. Kurumların çok azı, olanlar da çok arka planda böyle olanaklar sağlayabiliyor. Torun’un başından beri büyük hayranlarından biri olarak karşılaştırabildiğim tek yer önceleri AtılKunst’un atölyesi olarak bilinen bir süre de farklı sanatçıların paylaştıkları ve ziyaretçilere de cömertçe açtıkları bir mekân. 5533 belki de IMÇ’nin sınırlamalarından dolayı bu kadar özgür bir alan sağlayamıyor ama orası da diğer bir alan.
Genellikle videolarda gördüğümüz oldukça yoğun karanlıklar içinde savrulan genç-güzel kadın bedenleri, zevkli kıyafetler... Şahsen beni işlerden en çok uzaklaştıran görüntülerin müzik videolarından alıştığımız bir estetiği çağrıştırıyor olması. Bunlar zamanımız yüksek seçiklikteki görüntülerinden de değil, sanki 70’lerin ve 80’lerin klipleri. Bu kasıtlı bir tercih mi?
Z: 70'lerin ve 80'lerin müzik videoları estetiği elbette kasıtlı bir tercih değil. Bunun tekrar tekrar çekilerek bozulan görüntünün kendisinden, kendi adıma bir de siyah beyaz tonlarından olduğunu düşünebiliyorum. Bir fotoğraf olsa belki sadece 70'ler 80'ler estetiği denilebilecekken, sanırım video olması müzik videolarını çağrıştırıyor? Bir de daha önce üretildiği yerde sergilenirken videolar, bir televizyon kutusuna konulduğunda referanslar biraz şaşıyor. Mesela 1'den 100'e kadar sayan videodaki megafon, 1,5 sene kadar torun'da unutulmuş bir megafon. Birçok gelip giden de eline alıp oynamıştır onunla. Yerde yuvarlanan videodaki damalı zemin ise, o vakit torun'daki son serginin zemininden kalma. Onu hatta bilerek bizim sergimiz sırasında eski haline -siyaha- boyamadık; çünkü orda olmuş olması, video ile mekânsal bağlantı kurması açısından önemliydi. Zevkli kıyafetlere gelecek olursak, Burcu'nunkileri de bildiğim için esasında o an üzerimizde ne varsa o! ve bunun doğallığını, bir kıyafet araştırmasına girmektense o andaki harekete odaklanmak açısından ben kendi adıma tüm işlerimde önemsiyorum. Çiçekli elbise beni de o an ürkütmüştü itiraf ediyorum, simsiyah mı olmalıyım diye düşündüysem de sonradan birbiriyle çakışan dokuların estetiği enteresan geldi ve hareketi başka bir kıyafetle tekrarlamak istemedim.
B:İşler zaten anlık esinlerle videoya kaydedilen anlar, hareketler olduklarından o anın doğalında ne varsa o aslında, çıkış noktası olarak kurgulanmış bir hikayeden veya estetikten hareket etmiyorlar.
Zeynep, sizi daha çok fotoğraflarınızdan biliyoruz. Son sergileriniz ve serileriniz genelde silikleşmiş fotoğrafların kümelenmesinden, anın gelip geçiciliğini hissettiren sekanslardan oluşuyordu. İlk seriniz daha çok otoportrelerin yer aldığı bir seri? İkisinde de baskın olan mecra fotoğraf. Bu sefer video-performans ve müziği birleştiren bir yerleştirme var. Yine de videoların görselliği önceki çalışmalarınızdan uzak değil. Bu yönelişin özel bir nedeni var mı? Uygur Yılmaz’ın son sergisi üzerine bir röportajına “Fotoğraf benim için bitmiştir” diye manşet atılmıştı, kendisinin kastettiği manşete yazılacaktan biraz derin ve karmaşık olsa da... Yine de fotoğrafçıların, biraz da mecranın sınırlamalarına hiddetlenerek, hareketli görüntüye ya da diğer mecraları kayması sıkça karşılaştığımız bir şey. Sizde de benzer bir uzaklaşma var mı?
Z: "Fotoğraf benim için bitmiştir" diyemiyorum henüz. Fotoğraftan çıkan, en azından bildiğimden uzaklaşan bir hal uzun zamandır söz konusu. Yine de mecranın sınırlarını zorlarken ona bitti demem doğru olmaz. İlk serimi düşünürsem, bugünden farklı tabi; ama son 2-3 senedir biraz benzer yerlerde dolanıyorum. Aslında pek de "an" yakalamadığımı, daha çok kameraya yönelen bir performans yaptığımı/yaptırdığımı düşündüğüm ve onları dondurmak yerine "süre"li yapmaya çalıştığımda zaten kendimi videoya da kayarken buldum. Tekrar tekrar çekmenin, yüzeye müdahale etmenin, ya da sadece olduğu gibi bırakmamanın heyecanı video ile de birleşince bana daha fazla yol açıldı tabi.. Fotoğraftan video, videodan video, videodan fotoğraf... Ses ise benim için hem çok yeni hem değil. Hep hayalini kurduğum ve yollarını aradığım bir şeydi. Son sergimdeki videolarda denizin, rüzgarın ve mırıldanma seslerinin bütün sergi alanında dolaşması benim için çok önemliydi mesela. Ama kendim kaydedeceğim sesleri işlerime nasıl dahil edeceğimi bilemiyordum, sanırım hâlâ daha çok iyi bilmiyorum. Bu yüzden de Burcu ile birlikte yaptığımız bu iş bana yeni yollar açtığı için de çok önemli.
Zeynep, size bir sorum daha olacak Gerek daha önceki fotoğraflarınızda, gerek de son dönem video çalışmalarınızda silikleştiren bir tekrar fotoğraflama hali mevcut. Bu tekrar fotoğraflama haliniz Daisuke Yokota’nınkinden oldukça farklı. Siz tekrar çekimle fotoğrafın plastik özelliklerini (Gren-Piksel) kullanırken, Yokota gibi fetişize etmiyorsunuz. Sergideki videolarda da seziliyor bu teknik. Bu yöntemde bana etkileyici gelen detaylardan biri piksellerden oluşmuş sayısal görüntülere bir toz katmanı yaratmasıydı. Görüntünün plastik nitelikleri üzerine de düşünen, duygulanan birini yabancılaştırarak etkiliyordu. Bu tekrar halini biraz açmak ister misiniz?
Z: Aslında toz katmanı biraz fazla geride kaldı diye düşünüyorum. Ya da ilk serimde çok ön plandaydı diyelim. Ama tekrar fotoğraflama hali hiç bitmiyor... Bu benim için "aynı" fotoğrafın başına gelebilecek "farklı" durumları deneyimlemek ve bu dönüşümde şaşıracak bir şeyler bulabilme çabasından başka bir şey değil. Dolayısıyla yine eski serilerimden "isimsiz orijinal"de farklı zamanlarda çekilmiş fotoğrafların yanyana gelerek yeni “tek” bir imaj oluşturması da aynı çabanın farklı bir sonucu olarak görülebilir. “Eski”den “yeni”yi t/üretme diye açıklıyorum bazen ve bu sonsuz bir durum. Çünkü her “yeni” yeniden “eski”yi doğuruyor, ve bu kısır döngü beni heyecanlandırıyor. Doğrusu Yokota'nın kendi "tekrar"larından bahsediş şeklini kendime çok yakın bulsam da, artık fotoğraf yüzerine yapılan müdahalelerden daha fazlasına ihtiyaç duyuyorum. Ekran, pixel, toz, yırtmak, çizmek, yaralamak, yakmak derken, yenilerde fotoğrafın dışını da kapsayan hayaller kaplıyor zihnimi.
Yokota, kendini tekrar eden, aynı tekniği her türlü farklı konuya kullanan ve bunlarla sürekli basılı işler üreten bir sanatçı artık. Bence teknik ve içerik arasındaki köprü üzerine derinlemesine düşünmekten kaçıyor bu yüzden, sıradanlaştı benim için. İçerik olarak da bir çok tutkulu fotoğrafçının takıldığı kent-beden-özel hayat-dışarısı çerçevesinden çıkamadı.
Burcu, benim şahsen izlemeden bildiğim, methini çok duyduğum bir performansınız “Cankurtaranların Akşam Yemeği”. Oldukça riskli bir sette olduğunu biliyorum performansın. Burada başka bir sanatçının kurguladığı bir mekânsal müdahale ve yönlendirici senaryo içerisinde doğaçlama söz konusuydu, değil mi? Peki Zeynep’le birlikte çalıştığınız dönemi biraz açabilir misin? Mekân ve bedene dair araştırmaları sıklıkla sergi için kullanılan beyaz bir mekânda yapmak ne ifade ediyor?
Evet, Ergin’in kurguladığı “Cankurtaranların akşam yemeği”nde yaratıcı performansçı olarak bir doğaçlamam oldu 2014’te. Sete riskli denebilir çünkü yerden oldukça yüksek bir set ve hareket olanağı sınırlı ama bir şekilde işin kurgusu hareketi de talep ediyor. Kurgusu ve performansı bana ait işler üretmenin yanısıra başka sanatçıların çizdiği çerçeveler içerisinde de doğaçlamayı seviyorum ben. Benim için de çerçeveyi çizen için de iyi bir deneyim oluyor, o çerçevelerin sınırlarını araştırmayı seviyorum çünkü. Araştırmaya başlayınca o sınırı tanımlama şeklinin ucunun nerelere açılabileceğini görüyoruz. Mesela belki Ergin’in aklındaki imgeye hiç oturmayan bir şey çıkıyor benden ama hâlâ senaryonun olasılıkları içinde. Sahnede her iki taraf içinde öngörülmeyen sonuçlara açık böyle projelerin kendilerine özgü bir tadı var.
Zeynep’le çalışırken tabi çok daha farklı bir sürecimiz oldu. Uzun bir süreç içinde ayrı ayrı çıkardığımız malzemeden seçip mekâna yerleştirdik. Zeynep’in video ve fotoğraf üzerinden giden performatif işlerinin yanında, benim tam da ters yönden, performanstan gelip videoya doğru gitmem ve bir şekilde buluşmamız ikimizi de heyecanlandırdı sanırım. Performans kısmı ise daha rastlantısal bir buluşma altlı üstlü ama habersiz ama haberli devam eden süreçlerin o gece eş zamanlı hale gelmesi. Mekân ve bedene dair çalışmaları beyaz bir sergi mekânında yapmak bana uzay hissi veriyor. Torun’a ‘torun uzayı’ diyordum mesela bir süre. O izole hali seviyorum ben, mekânın en sade geometrik halinde oldukça yüksek bir potansiyel görüyorum. O hal, bedenle mimari mekânın daha dolaysız ilişkilenmesine neden oluyor. Mekânın mimari ögeleriyle sade ama beklenmedik sonuçlar doğurabilen ilişkiler kurmak her zaman ilginç benim için, örneğin merdivenli işim tam da öyle beklenmedik bir beden mekân ilişkisinin sonucu. Bu uzay diğer çevresel faktörlerden sıyırarak salt bedeni salt mekâna kapatıyor ve anlamı orada üretiyor diyebilirim. Eğer bu mümkünse tabii.