17 ŞUBAT, CUMA, 2017

Geleceğin Anlatı Biçimi: Sanal Gerçeklik

Bu yıl !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında ilk kez düzenlenen “!f Yarın” adlı proje bizi, sinema ve sanatın teknolojiyle kucaklaşması sonucu geleceğe bir adım daha yaklaştırıyor. !f Yarın kapsamında, Bomontiada’da bulunan Alt Sanat Mekânı’nın ev sahipliği yaptığı “Sanal Gerçeklik ve İnteraktif Hikayeler”, sinemanın geleceğe dönük yeni anlatı biçimleriyle geçmişe ve bugüne bakmamıza olanak veren 13 ayrı hikayeyi izleyiciyle paylaşıyor. Sanal gerçeklik, sergi ve kendi kişisel çalışmaları üzerine merak ettiklerimizi serginin küratörlüğünü üstlenen Deniz Tortum’a sorduk.

Geleceğin Anlatı Biçimi: Sanal Gerçeklik

Sanal gerçeklik, mekân, insan bedeni… Aralarındaki ilişki çok yakın bir geçmişe dayansa da dokunabildiği geçmiş çok daha geride duruyor. Sanal gerçeklik teknolojisi, geçmişi deneyimlemeye olanak verdiği gibi izleyiciyi bedeni ve mekânı da dahil ederek geleceğe götürme potansiyelini de içinde barındırıyor. Antropolojik bağlamda insan ve toplumları fiziksel olarak yanlarında bulunmadan inceleme imkânı veriyor ve içinde bulunduğumuz gerçeklikte yaşamamızın zor olduğu duyusal ve duygusal deneyimleri gerçeğe yakın anlatılara dönüştürüyor.

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında düzenlenen “Sanal Gerçeklik ve İnteraktif Hikayeler” sergisinin küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Sanal gerçeklik ise bu serginin ana temasını oluşturuyor Tüm çalışmaların sanal gerçeklik dışında ortak noktaları var mı? 

Sanal gerçeklik ve interaktif hikaye formlarına odaklanan “!f Yarın” bölümünü bu sene ilk defa yapıyoruz. Bu seçkideki işler, tarihe, günümüze ve yarına yeni anlatı yöntemleriyle yaklaşmaya çalışıyor. Bu bağlamda seçkide sanal gerçekliğin yanı sıra farklı interaktif anlatı yöntemleri kullanan Zeki Müren Hattı ve Ben İstanbul gibi web tabanlı projeler de yer alıyor. Seçkideki işler bir nevi dünyaya farklı araçlarla bakarak farkında olmadığımız şeyleri görebilmenin yolunu açıyor. Mesela, 6x9, sanal gerçeklik gözlüğünü kullanarak izleyiciyi bir tecrit hücresine sokuyor ve izleyicinin hareketini kısıtlayarak tecrit deneyimini aktarmaya çabalıyor. Körlük Üzerine Notlar, dünyayı seslere yoğunlaşarak nasıl duyumsayabileceğimizin ipuçlarını vererek körlük deneyimini aktarmaya çalışıyor. In the Eyes of the Animal, izleyiciyi insan öznelliğinden çıkararak çeşitli hayvan ve böceklerin algı dünyasından bir ormanın içinde gezdiriyor. 

©Nazlı Erdemirel

Üretim sürecinde Çağrı Hakan Zaman ve Nil Tuzcu ile birlikte sizin de bulunduğunuz Eylül 1955 adlı işi de sergide görebileceğiz. Adından da anlaşılacağı üzere proje bize 6-7 Eylül 1955’te olan olayları anlatan bir sanal gerçeklik deneyimi sunacak. Projenin ortaya çıkış sürecinden biraz bahseder misiniz? 6-7 Eylül’e odaklanma fikri nasıl doğdu?

Nil Tuzcu İstanbul tarihi üzerine araştırmalar yapıyor ve 6-7 Eylül olayları da çalıştığı konulardan biri. Proje biraz da Nil’in araştırmalarından doğdu. Projeyi gerçekleştirirken birkaç farklı amacımız vardı. Bunlardan ilki yok olmuş bir kültürü, yok olmuş bir mekânı yeniden yaratmak ve izleyicilerin bu mekânı deneyimlemelerine olanak tanımak. 1950’li yılların İstanbul’unun hissini bir Ermeni fotoğrafçının stüdyosunu kullanarak yaratmak... Eylül 1955’in geçtiği fotoğraf stüdyosundaki pek çok detay ve nesne, arşivlere sadık kalınarak yeniden oluşturuldu. İzleyici de deneyimin içindeyken stüdyoda dilediğince gezip, nesneleri ve mekânı istediği gibi inceleyebiliyor. Bu tarafıyla bir arşiv projesi aslında… 

Aynı zamanda mekânsal bir tarih anlatısı da yaratmak istiyorduk. İzleyici bedeniyle içinde bulunduğu tarihsel bir olayı nasıl yorumlar, böyle bir şahitliğin izleyiciye etkisi ne olabilir? 6-7 Eylül olaylarına, bir nebze de olsa içinden bakabilmek ya da en azından içinden baktığını hayal edebilmek izleyiciye ne kazandırır? 

Ayrımcılık, azınlıklarla yönelik baskı, medya aracılığıyla kitlelerin yönlendirilmesi… Sadece Türkiye’de değil, Amerika ve dünyanın çoğu yerinde de maalesef böyle. Eylül 1955 bu meselelerden de bahsedebileceğimiz, mekânsal- bedensel bir arşiv ve tarih projesi. 

Sanal gerçeklik deneyiminin insan bedeni ve makineler arasında bir bağ kurma noktasında çok önemli bir yeri var. Özellikle interaktif eserlerde izleyicinin bedenini kullanması ve hareket etmesi sanal gerçeklik bağlamında neden önemli? İnsan bedeni ile makineler arasındaki ilişki günümüzde nasıl bir noktaya ulaştı?

Etrafa bakmakla, bir mekânın içinde yürümekle ya da kimi eylemlerle deneyimin gidişatını etkilemekle olsun, izleyici sergideki pek çok işi izlerken bir şekilde bedeniyle deneyimin içinde yer alıyor. Sanal gerçekliğin bir anlatı biçimi olarak farklılığı da tam bu noktada beliriyor. 

Sinemanın kendi diline dair en has özelliklerinden biri montaj: Bir planla bambaşka bir planı art arda getirerek buradan yeni bir anlam üretebilme sanatı. Sanal gerçekliğin de benim için en heyecan verici özelliği montaja benzer bir şey: Eylem ve etki arasındaki ilişkinin yaratıcı bir şekilde kullanılabilmesi. Sanal gerçeklikte montajı görüntülerle değil ama yaptığımız eylemler ve onların etkileri aracılığıyla yapabiliriz. Mesela ben gerçek dünyada yürüdüğümde bir alan içinde yer değiştiriyorum. Ama sanal gerçeklikte yürümenin farklı etkileri olabilir. Örneğin ben yürüdükçe mekândaki ışık kısılabilir, içinde olduğum oda küçülebilir ya da ortamdaki sesler artabilir. Bunun gibi eylem ve etki arasında sayısız yeni bağlantı kurulabilir. Bu yeni bağlantılardan da önceden farkında olmadığımız yeni anlamlar çıkabilir. Her eylemin bir ağırlığı, bir sonucu olduğunu daha iyi görebiliriz. Sinema nasıl ki zaman ve mekân devamlılığını montajla bozuyorsa, sanal gerçeklik de eylem ve etki arasındaki devamlılığı bozarak kendi dilini yaratabilir. 

©Nazlı Erdemirel

Sanal gerçeklik teknolojisi duyusal ve duygusal bir bağlamda nasıl konumlanır?

Genelde insanların hayali sanal gerçekliğin, gerçekliğin bir replikası olması ya da yeni bir gerçeklik yaratması oluyor. Ama aslında bu mecra bir eksiklikler mecrası. Yeni bir ortamdasınız ve yürüyebiliyorsunuz. Ama hiçbir şeye dokunamıyorsunuz. Hiçbir şey size zarar veremiyor. Hiçbir şeyin kokusunu duyumsamıyorsunuz. Her mecranın kendine ait sınırlamaları olduğu gibi bu mecranın da kendine özgü sınırlamaları var ve şu ana kadar üretilen en ilginç işler de bu sınırlamaları iyi tespit ederek yaratıcı bir biçimde kullanan işler. 

Göçebeler sergide dikkat çeken eserler arasında. Göçebe topluluklara sanal bir boyutta da olsa bu kadar yakın olmak antropolojik çalışmaları sizce nasıl etkiliyor?

Görsel antropoloji ve belgesel sinemanın ilk zamanlarında kameranın gerçekliği yansıttığına olan inanç daha fazla... Erken dönem etnografik filmlerde, mesela Robert Flaherty, Gregory Bateson, Margaret Mead’in filmlerinde, gözleme dayalı bir gerçekçilik var. Dünyanın farklı yerlerine gidip oradaki insanların hayatını kameraya çekerek ve bu görüntüleri izleyerek o hayatları anlama gayesi var. Ama yıllar içinde sorunsallaştırılmış, naif ve eksik bulunmuş bir yaklaşım bu. Bu sorunları aşmak için daha farklı yöntemler üreten belgeselciler var. Mesela Jean Rouch sinemacıyı filmin parçası yaparak, belgeseli objektif bir anlatı olmaktan çıkarıyor. Artavazd Peleshyan, Robert Gardner gibi belgeselciler daha şiirsel belgeseller yaparak bir mekânın ve insanların öznel gerçekliğini yansıtmaya çalışıyor. Sensory Ethnography Lab kameranın bir vücut olarak anlatının ve mekânın parçası olduğu filmler üretmeye çalışıyor. 

Tüm bu belgesel sinema geleneği içinde baktığımızda Göçebeler ilginç bir yerde duruyor. Belgesele yaklaşım olarak erken dönem etnografik filmlere daha yakın. Yani kamerayı alıp, bir topluluğun arasına koyarak gerçekliği yansıtmaya çalışıyor. Ama aynı zamanda sanal gerçeklik filmi olduğu için de bu gözlem sinema gibi kadrajla sınırlanmıyor. İzleyici istediği yere bakmakta, istediği kişiye dikkatini vermekte serbest. Bu sayede de izleyici ve izleyicinin bedeni deneyimin bir parçası haline geliyor. Bu tabii ki çok etkileyici bir deneyim. İzleyici yanında, arkasında nelerin olduğunu, nasıl bir mekânda bulunduğunu ve bu mekânda insanların nasıl hareket ettiğini çok daha iyi anlıyor. Mekân algısı kesinlikle çok artıyor. Bu yönüyle kesinlikle güçlü bir iş... Ama bir yandan da sinemanın bir asırda geldiği şiirselliğe ve anlatı kapasitesine henüz ulaşamıyor.  

Stereo fotoğraflar 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı çok popülerken insanlar bu üç boyutlu fotoğraflara bakarak dünyanın farklı yerlerini izler, oraya gitmiş gibi hissederlermiş. Bu açıdan aslında Göçebeler o geleneğin de bir parçası.  

Sergi kapsamında bir dizi söyleşi ve atölye de izleyicilerle buluşacak. Programda bizi neler bekliyor?

Sergi kapsamında üç etkinlik olacak. Bunlardan ilki!f Yarın Forum”. Sergideki kimi işlerin yaratıcıları, hem işleri hakkında hem de yaratım süreçleri hakkında bilgi ve deneyimlerini paylaşacak. Bunun dışında da iki tane atölye olacak. Biri sanal gerçeklik deneyimleri yaratma konusunda Ersin Han Ersin ve Ergin Şanal’ın düzenleyeceği bir atölye. Diğeri ise web tabanlı interaktif projeler yaratma konusunda, Beyza Boyacıoğlu ve Nil Tuzcu’nun tecrübelerini paylaşacağı bir atölye olacak. 

Çalışmalarınızda görme teknolojilerinin lineer perspektiften sanal gerçekliğe geliş sürecini ve makine görüşünün kendi vücudumuzla olan ilişkimizi nasıl etkilediğini sorguluyorsunuz. Bu süreç sizin için ne ifade ediyor? Şimdiye kadar ürettiğiniz işlerde bu sorular nasıl cevaplara ulaşmanızı sağladı?


Her yeni görme teknolojisiyle dünyaya bakışımız değişiyor. Lineer perspektifin bulunmasıyla mekân ve zaman temsilleri değişti. Temsiller insan görüşüne çok daha yaklaştı. Mesela fotoğraf teknolojisinin gelişmesiyle mikro zaman görselleştirildi. Kurşunun havada asılı durması, camın kırılma anı, bir insanın kahkahası gibi… Sinemayla beraber de, bir filmi tersten oynatarak, zaman geriye doğru aktığında dünyanın nasıl göründüğü ilk defa deneyimlendi. Bunun gibi pek çok şey sayabiliriz. 

©Nazlı Erdemirel

Şu anki görme teknolojileriyle dünya nasıl görünüyor gibi sorular ilgimi çekiyor. Bu görme biçimleri genelde insan dışı bir görme biçimi. Kendi kendine giden arabalar mesela lidar teknolojisini, yani bir nevi üç boyutlu tarama teknolojisini kullanıyor. Bu tip görselleştirmelere insan öznelliğinden baktığımızda nasıl şeylere ulaşıyoruz? Bu yeni görme teknolojileri insan ve makinenin, canlı ve cansızın ortak paydada buluşabilmesini sağlıyor. Çalışmanın, bürokrasinin, altyapının otomatize edildiği, makinelerle insanların daha farklı bir ilişki içerisinde yaşadığı, insan olmanın anlamının değişebileceği bir gelecek hakkında düşünmeyi sağlıyor.

Gerçek ve sanal mevcudiyetler arasında günümüz dünyasında sizce nasıl bir ilişki var?

Gerçek ve sanal mevcudiyetler arasında karşılıklı ve yoğun bir ilişki var. Örneğin Facebook’ta kendi sanal temsilimi yaratıyorum ama o temsil yalnızca sanal dünyada kalmıyor, benim gerçek kimliğimi de etkiliyor. Ya da attığım bir tweet başıma bir sürü işin açılmasına sebep olabiliyor. Sosyal medya sanal bir yer değil, bildiğimiz kamusal alan. Yalnız bu kamusallık şimdilik biraz daha kontrol edilebilir seviyede. Sanal varoluş ile gerçek dünyada varoluş arasında akıllı telefon, bilgisayar gibi aklın anlayabileceği sınırlar var hala. Ama sanal dünya ile gerçek dünya birbirinin içine çok daha fazla geçtiğinde, bu dünyada olan her şeyin gerçek zamanlı bir sanal kopyası da olduğunda, sanal dünyada yapılan eylemler gerçek dünyayı daha sık etkilediğinde, o vakit daha yeni beceriler ve dünyayı anlayış biçimleri geliştirmemiz gerekecek. 

MIT’de Karşılaştırmalı Medya Çalışmaları okuyorsunuz. Aynı zamanda üniversite bünyesinde Open Documentary Lab’da araştırma yapıyorsunuz. Peki Open Documentary Lab tam olarak nedir?

Geçtiğimiz iki sene boyunca MIT Open Documentary Lab’de araştırma görevlisiydim. Open Documentary Lab yeni interaktif anlatım biçimlerini araştıran bir grup. Sanal gerçeklik, web tabanlı projeler, yapay zeka gibi teknolojilerin hikaye anlatımını nasıl değiştirdiği üzerine araştırmalar yürütüyor. Bu yeni anlatı teknolojilerinin belgesel formunu nasıl değiştirdiğini inceliyor. Eğer bu konular ilginizi çekiyorsa, Open Documentary Lab’in hazırladığı Docubase arşivine göz atmanızı tavsiye ederim. Buradan yeni teknoloji ve formları kullanan pek çok iş hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.

İlk uzun metraj filminiz Zayiat’ı 2012’de çektiniz. Peki Zayiat nasıl ortaya çıktı? İstanbul’un melankolik atmosferi ile Türkiye’nin mevcut politik durumu arasında sizce estetik bağlamda bir paralellik kurulabilir mi?

Zayiat’ta böyle bir paralellik kurmaya çalışmıştım. Ama filmi çekeli dört, beş sene oldu. Şu an İstanbul’un atmosferi ve mevcut politik durum arasında çok daha başka ve daha ilginç paralellikler kurulabilir. 

Dünya adlı kısa filminiz Efe Murad’ın aynı adı taşıyan şiirinden, İnfitar ise Alican Çamcı’nın enstrümantal parçasından hareketle yapılmış. Edebiyat ve müzikten hareketle bir görsellik yaratmak ne kadar zorlayıcı bir süreç? Bu eserlerin anlatmak istediklerini görsellik yeterli düzeyde karşılayabiliyor mu sizce?

Zorlayıcıdan daha ziyade ilham verici, hatta yaratım sürecini kolaylaştırıcı bir alışveriş. Ortaya çıkan filmlerin de amacı ilham aldığı eserlerin anlatmak istediğini yansıtmak değil, onlardan hareketle yeni bir şey söylemeye çabalamak. 

Paskalya Ayaklanmasi

Bu yıl !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde sizi heyecanlandıran filmler neler?

Certain Women (Mutlak Kadınlar), Hermia & Helena, The Challenge (Mücadele) ve Untitled (İsimsiz) izlemeyi en çok istediğim filmler.  

Yakın gelecekte gerçekleşecek projeleriniz arasında neler yer alıyor?

Şu an iki belgesel film üzerinde çalışıyorum. Biri Can Eskinazi ile birlikte yaptığımız, İstanbullu emprovize rock grubu Venus Music Peace Band’in çıktığı turneyi anlatan Anadolu Turnesi filmi. Diğeri ise Cerrahpaşa Hastanesi’nde geçen, doktorlar hakkında bir belgesel olacak.

*“Sanal Gerçeklik ve İnteraktif Hikayeler”, 26 Şubat tarihine kadar Bomontiada'da bulunan Alt Sanat Mekânı'nda görülebilecek.

0
13242
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage