Yeni kişisel sergisi “Sanrı” ile Bozlu Art Project Mongeri Binası’nda sanatseverlerle buluşan Utku Varlık, bu yeni çalışmalarında kendi sanrılarının peşinden gidiyor ve tıpkı Baudelaire’in ifade ettiği gibi “düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara” bir pencere açıyor. “Sanrı”yı yıllardır kendisini etkileyen yazar ve şairlere dair bir saygı duruşu olarak tanımlayan Utku Varlık ile sergi kapsamında gösterilen işleri, son dönem çalışmaları ve kariyeri üzerine konuştuk.
“Sanrı, benim yaptığım resmi oluşturan bir fenomen; tüm yaşantımda yaptığım “tinsel” gezilerin bir anlatımcısı; insanın gizemine dair birçok anlam gibi,” diyen Varlık izleyicileri şiirden, düzyazıya, sinemaya kadar çeşitli alanlardan beslendiği “sanrı bahçesine” davet ediyor.
Sanat kariyerinize Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Sabri Berkel atölyelerinde başladınız. Aslında daha başlangıçta yolunuz Eyüboğlu ve Berkel gibi önemli isimlerle kesişiyor. Bu değerli isimlerin ve akademinin size neler kattığından bahsedebilir misiniz?
Öncelikle varoluşumuzda bizi yöneten iç verilerden hareketle resim yapmak arzusu; yazıdan, şiirden belki müzikten önce oluşan bir itilimdir. Individu’nun doğduğu, büyüdüğü ortam bir öncelik taşısa da- örneğin müzik-, duyguyu yöneten “empathie”nin nasıl oluştuğu bir meçhul. Akademi’ye bizi yönlendiren nedenler çok değişikti; özellikle Anadolu’nun değişik kentlerinden gelenler çoğunluktaydı. Şunu açıklamak gerek, yaşadığımız 60’lı yıllar Türkiye’nin en laik, belki de en aydınlık yıllarıydı. Bugün yaşadığımız paradoksla katiyen karşılaştırılamaz! Geçenlerde bloğumda yazdığım: “60 Dönemi Türk Resminde Ceninleşme ve Figürün Ölü Doğuşu” sorunuzun içeriğine çok güzel bir yanıttır! Akademi yıllarımızda seçtiğimiz bir pentür atölyesinin ortamıydı bizi yönlendiren ama söz ettiğim yazımda bu beş pentür atölyesinin hocalarının bir anatomisini çizmiştim. Resmin bir meta olmadığı yıllar, Bedri Rahmi dışında öteki hocalar gerçek bir memur görünümündeydiler, dışta karşılaştığınızda onlar “artist” demek güç olurdu! 30’lu yıllarda Paris’te hepsinin hocası olan André Lhote atölyesinde öğrendikleri kübist-figür gibi anlamsız bir resmi anlatırlardı, Bedri Rahmi dışında! Hocamızın ötekilerin gözünde “marginal”, şair, yazar, meraklı, dağınık kişiliğiyle ona iyi bir gözle bakmazlardı, işte bana resimden önce sanatçı olmayı öğretti Bedri Rahmi Eyüboğlu. Her konuda tartışırdık, okuduğumuz kitapları, bizi dışta etkileyen ressamları savunurken darıldığımız günler de oldu. Hele bir yıllık Fulbright bursuyla Amerika’ya yaptığı gezi sonunda ressam Rothko’nun aşkıyla dönüşü aramızı iyice açmıştı giderek, güzel yıllardı bu yaşadığımız. Sabri Berkel çok değişik bir insandı; İtalya’da okuması ve de çok Avrupalı görünüşü onun farkıydı ötekilerden! Gravür ve litografi atölyesini yönetirdi; aşırı derecede titiz, yaptığı resim de o kadar bakımlıydı, atölyenin teknik işlevini asistanı Kani yapardı; daha sonra benim liseden resim hocam Fethi Kayaalp doçent olarak geldi. Bir özgün baskı atölyesine yakışan olanaklarla belki Akademi’nin en örnek atölyesiydi benim için. 70 yılında dört yıllık Avrupa bursuyla Paris’e giderken, Sabri Berkel dönüşte beni beklediğini söylemişti; ne yazık Paris’te kalmaya karar verdiğimde ona gelemeyeceğimi yazmıştım, yanıtı: “…aynı olanaklarda ben de dönmezdim…” olmuştu!
“Sanrı”yı “tüm yaşantımda yaptığım ‘tinsel’ gezilerin bir anlatımcısı” olarak görüyorsunuz. Bize biraz bu “tinsel geziler”inizden bahsedebilir misiniz?
Yıllar sonra, yaşamak ve görmek adına “yorgun savaşçıyız”, değil ki merak bahçelerimiz daha “tarumar” olmadı. Tinselden önce yaptığım gezilerin, örneğin otostopla dört ay “harp sonrası Avrupa”, burslu yıllarımda yine beş parasız Avrupa kentleri, dingin ve kendine özgü vs. İşte ben buna yaşamışlık diyorum; bundan hareketle tinsel bir uykuya yatmadan önce. Paris’te eski pasajlardaki sahafları, sararmış kitapları karıştırırken bana onları fısıldadıklarını bir gezi kurgusu: “...belki bu yazının içeriğindeki peyzaj artık yok, bombalanmıştı ama hiç belli olmaz,” işte gidemesen bile onun düşüne yatardım! Ama gerçekte yaşadıklarım her zaman bir sanrı: Ostende’da Ensor’un evini ararken, kenti baştan aşağıya örten plajda bir temmuz ayı gri ve rüzgârlı; garip chaislong’larda sırtını rüzgâra dönmüş kadınlar, başka denizlerde duyamayacağın bir deniz kokusu! Yorgundum, plaja açılan Zeeheldenplein meydanındaki yok olan denizcilere adanan bir anıtın dibinde kadim dostum Aziz Çalışlar’a bir kart yazmıştım: “…öyle mutsuzum ki sen burada olsan sabaha kadar içerdik; garip bir kent bu Ostende, içkiye çağırıyor, bilinmez!” Yıllar sonra Paris’te Leo Ferré’nin söylediği, Jean- Roger Caussimon’nun chanson’u Comme à Ostende’yı dinlediğimde ağladım demek hüzünlenen bir tek ben değilmişim!
Üretimlerinizde yıllar içerisinde gelişen, kimi zaman “dışavurumcu” kimi zaman “düşsel” olan bir ifade biçiminiz var. Peki kendinizi bugün nasıl tanımlarsınız?
Açıkçası resimde kendimize bir yol ararken, erken yıllarda beni etkileyen ressamların çoğu: “dışavurumcu / mistik”. Örneğin George Rouault ya da Kathe Kollwitz gibi gerçekçi ressamlardı. Kimse bizi yönlendirmedi çünkü Akademi’de bu ressamları belki tanıyan bile yoktu; müze olmadığı ve de sanata özgü kitapların lüks olduğu bir dönemde herkes kendine bir yol seçti; tanıdıklarımın çoğu hâlâ aynı resmi yapıyor. Çok önceleri Viyana “Fantastik Realist” akımında Hausner’in çok iyi bir izleyicisiydim ve de tempera tekniğinin bir virtüözü olan bu ressamlar: Hausner, Fucs, Anton Lemden’den çok ekilendim. Benim resmimi “visioner” olarak da tanımlayabiliriz, bundan hareketle anlatımcılığa bir şairin işlevi gibi yaklaşırsak “FIGURATION NARRATIVE” bence en doğrusu, eğer bir içerik bağı gerekiyorsa, resmin kural ve kuramlarına bağlılık ve bir görselliğe saptanma gerekliliği.
Kompozisyonlarınızda belirli renkleri oldukça dikkat çekici bir biçimde kullanıyorsunuz. Sözgelimi “mavi” gibi. Mavi, Michel Pastoureau’nun da işaret ettiği gibi hayallerle gerçekler arasında oldukça geçişken bir yerde duruyor. Peki bir ressam olarak sizin renklerle ilişkiniz nedir?
Pastoureau’nun renkleri tanımlaması: “astre”lara bakarak geleceği okumak gibi bir şey! Renk tanımlanamaz, onun görselliğe saptanması, bize doğanın içeriğinden gelen bir mesaj ya da öğreti. Sanatın enflasyonunu yapanlar: Soulages gibi siyaha sahip çıkıp, bize burnumuzdan getirenler, Klein gibi, bizim çivit mavisini babasının malı gibi oraya buraya bulaştırıp bunu çağın sanatı yapanlar. Renk bir şiirin sözcükleri gibi hüzünlü ve esriktir, aklın algılayışlarını boyar.
Serginiz “Sanrı” başlığını taşıyor ve bize kendi gerçekliğimizle hayali bir dünya arasında oldukça ilginç bir yer/alan vadediyor. Peki bu dünyada bizi neler bekliyor? “Sanrı”nın dünyası nasıl bir dünya?
Sonumuza özgü bizi bekleyen ilk “syndrome”u bu “meçhul” virüs” ile gördük ve de “sanrı”nın ne olduğunu da dünyaya yolladığı “gnostik” mesajdan okuduğumuz gibi: fiziksel dünyaya özgü yaşanan bu “apocalypse”in gelecekte bizi bekleyen “marazların” geçmişten daha beter olacağını, doğayı tükettiğimizi, diyalektik bir dönüşüm olamayacağını; göz göre göre yitirdiğimiz bu planetin benzerinin de belki 300 milyon ışık yılı uzaklıkta olduğu kanıtlandı. Sanrı yalnızca bir karabasan içermiyor: yaşadığımız ân, duygu alanlarındaki telepatik diyalog, belleğimize odaklanan gönül çelen her şey; belleğin özledikleri, belki Dante’nin dolaştığı peyzajdaki paradokslar, belki Beatrice’in ruhundaki çalkantı! Ya da belki bir BURN OUT.
Gerek siyah-beyaz gerekse renkli çalışmalarınızda ortak bir yan var: O da çizgilerinizin gücü ve ayırt edilebilir netliği. Sanki belirli form ve noktaların üzerine ilave edilmiş yeni dünyalar ve bu dünyalar için seçilmiş yollar var gibi. Üretimlerinizin başlangıç ve bitiş noktalarına nasıl karar veriyorsunuz? Üretim sürecinizde “son”un geldiğine ne zaman karar veriyorsunuz?
Resim bitmez, sanki yazıda da sürekli değiştirdiğimiz bir cümle formunda; yerini bulamayan sözcüklerin manyetik bir alandaki oynaşımına özgü! Betimleme: kurgu içinde anlatmak istediklerimizi, iç içe geçen formlar ya da boya katmanlarındaki transparance’ı kontrol edebilmek! Çok sevdiğim bir öykü: 60 yıllarında Fransız Kültür Bakanı Andre Malraux, pentür sergilenen tüm müzelere, ressam Pierre Bonnard’ın bir fotoğrafını içeren bir bildiride: ressamın boyunu posunu tarif ettikten sonra geniş ve uzun bir pardösüyle dolaştığının da altını çiziyor, görüldüğü ân hemen üstü aranarak içinde sakladığı boya paleti ve fırçalara el konması; işte Bonnard çaktırmadan resimlerinin asıldığı müzelere girip onlara müdahale edermiş, bitmemiş endişesiyle…
Eserlerinizde çeşitli portre ve otoportreler söz konusu. Bu aslında birçok sanatçı için oldukça özel bir durum. Peki bir sanatçı olarak sizin kendinizi resmetmeniz nasıl bir duygu? Kendi görüntünüze tuval üzerinde biçim verirken ne hissediyorsunuz?
Benim resmim bir “narration” ve ben bir “narrateur”üm, biraz önce söz ettiğim Dante’ye özgü tüm mekânlar ve peyzajlarda, büyülü bir düşünce yaratma isteği, bir anı yazarı gibi, eş zamanlı nesnel bir bakış, belki de bir ressamın künyesini oluşturmak! Benim portrem belki de “zamanın ruhu” – ZEITGEIST
“Sanrı” sergisi kapsamında “usta” olarak benimsediğiniz sanatçılara duyduğunuz saygıyı ön plana çıkarıyorsunuz. Peki Varlık’ı etkileyen bu isimler arasında kimler var ve bu isimler hangi yönleriyle sizi etkiliyor?
Blog’umda yazdığım “Benim Hayal Müzelerim”de herkesin tanımadığı, genellikle gölgede kalmış, bence çok önemli sanatçıları anlatmıştım. Nedense sanat tarihi her asırda bir başka türlü damıtılmıştır; bilmeden üzerinden geçtiğimiz, unutulmuş bazı ressamlar benim “hayal müzeme” tesadüfen girmiyorlar, sanatın anlamı gereği; vision’larına yaklaşmamız belki bir başka duygu ve görmekten yorulmayan gözlerimizin öğretisinde bizi elimizden tutup fantastik bir “gece” gezisine çıkarttıklarında, eski asırların inanılmaz boyutunda “ışığın öğretisine bir yolculuk” oluyor bu. Şunu çok iyi bilelim: Sanat tarihi nasıl yazılır, kimdir sanatı bize “emposé” eden? Örneğin şimdi kendi kültürünüzü deneyin: Bu birkaç ressamı tanıyor musunuz, eğer bir tuvalini görmüşseniz nerede? Monsu Desiderio, Joseph Wright of Derby, Liotard, Gaspard Friedrich, Carel Willink, Claudio Bravo, Dorethea Tanning vs. Hayal Müzelerime giren ama niçin bu gerçek pentürün ustalarını görmemezlikten gelenler kim? Bizi kendi kısıtlı sanat kültürleriyle yıkayanlar yine dar görüşlü “sanat tarihçileridir”- Türkiye’de müzayedeciler- çünkü resim bir kurgudan önce bir tekniktir; resmi de resim tekniğini bilmiyorsan “pentür” sözcüğünü kafandan sil. Şu yaşanmış öykü misali: 1947 yılında kendisi de ressam, Han Van Meegeren, uzun uğraşlar sonunda Vermeer’in pentür tekniğini taklit ederek yaptığı sahte Vermeer tuvalini gerçek Vermeer diye onaylayan ve sertifikayı verenler, o günlerde de Hollanda’nın en ünlü sanat tarihçileriydi! Benim hayal müzeme astığım ressamlar: deseni, pentürü, temperayı çok iyi bilen, çağdaş da olsa sanatın moda akımlarına sığınmayan, bana düş gördüren ve de bana resmi öğreten ressamlardır VE SANAT BİR AYRICALIKTIR.
Her bir çalışmanız aslında birçok farklı motif ve yapının bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bir noktada birçok farklı konu üst üste binerek ortaya hem bütünlüklü hem de kapsamlı bir dünya çıkıyor. Kimi yerde bir heykel kimi yerde bir motif işin içine giriyor. Peki bu görseller kaynağını nereden alıyor?
Anlatıma özgü her kurgu, sanatçının “görüş açısına” paralel, hayal gücünün beslediği, yaratıcı ve işlevsel duyumsatmalar, içsel akışı yöneten yine onun ilgi alanlarıdır. Unutulmuş söylev biçimleri bulmak, bütün bunları başka algılamak ama içle dış arasındaki uzlaşmalarla, görücünün elinden tutarak, farkında olmadığı ve de düş kurduran gizemi, kendine özgü şeyleri ona fısıldamak! Yazının, şiirin işlevi neyse resmin de bu anlatıcı yanını özlüyorum.
Bazı eserlerde tabloların/kolajların altına yerleştirilmiş şiirsel cümleler, alıntılar var. Metin ve imge arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Üretimlerinize alt metinler yerleştirmeye ne zaman karar verdiniz ve bu sizin için neden önemli?
Bu alt metinler: “SANRI” sergimin galeri tarafından internetteki görsel duyurularını, kitabım ZERO HİPOTEZ’den seçilmiş metinlerin, gösterilen tabloyla bir diyaloğu! Genelde böyle bir şey yok.
Son bir soru olarak, çerçeveler oldukça önemli, özellikle de hayal dünyasıyla gerçek dünya arasına bir sınır çizmek gerektiğinde. Sizin çalışmalarınızı içerisine alan çerçeveler ve çizgiler de bu noktada beni oldukça çekti. Eserlerinizi çevreleyen bu sınırlamalar, bu çizgiler, bu çerçeveler üzerine ne söylemek istersiniz?
Bir detayı sınırlamak, belki okuduğunuz bir kitapta, çok dikkatinizi çeken bir cümlenin ya da sözcüğün altını çizmek gibi bir “görme eylemi”.
*"Sanrı" sergisi 28 Ağustos 2020 tarihine kadar Bozlu Art Project Mongeri Binası'nda ziyaret edilebilir.