Marcus Graf: Yaşam Şaşmazer’in on senelik bir kariyeri var, en başından beri işlerini takip ediyorum. Seni tanıyınca bir anda olağanüstü bir yetenek ve güçlü bir sanatçı ile karşılaşıyoruz. Diğer taraftan güçlü düşünce ve tartışmaları içeren bir sanatçısın. İçerik ve form birleşimin güçlü bir balans yaratıyor. Zaman yolculuğu yaparak kariyerinin başlangıcı ve hatta öncesine değinmek istiyorum. Çocuk heykelleri, Ilüminatet Darkness serisi, ışık ve gölge çalışmaları, Doppelganger terimi, Metanoia sergisinden bahsederek 10 senelik bir dönemi konuşacağız.
Başka bir sanat dalına yönelmek üzereyken heykeli seçmişsin. Heykel ve sanattan önce ne ile ilgileniyordun?
Yaşam Şaşmazer: Aslında hep sanat ile ilgileniyordum. Ama biraz daha başka şeyler vardı. Uzun süre şan dersi aldım şancı olmak istiyordum, piyano çalıyordum. Üniversite sınavına bi yıl kala kendimi orada göremedim, o dünya hiç bana ait değilmiş gibi geldi. Fikrimi değiştirip güzel sanatlar ile ilgilenmeye başladım. Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’ne girdim. Çok bilinçli tercih ettiğim bir bölüm değildi biraz tesadüfi oldu. Ama sonra çok sevdim ve devam ettim.
O dönemler hangi atölyedeydin, kimlerden ders aldın?
Rahmi Aksungur atölyesi ile başladım. İki sene çamur eğitiminden sonra taş atölyesinde okudum, Önder Büyükerman ile beraber. Taş bana hiç uygun değildi. Sonra ahşaba geçtim yüksek lisans sırasında. Üç sene ahşap çalıştıktan sonra kafamdaki fikirleri ahşapa uygulamaya karar verdim. 2002’de başladığım çocuk serisinden beri de ahşaba devam ediyorum.
Neden taş değil de ahşabı seçtin?
Taş benim fikirlerimle örtüşmüyordu. Malzemenin sizin kavramsal alt yapınızla bi şekilde denk gelmesi gerekiyor. Ahşap bana tam oturuyordu. Mermer zorlayıcı bir malzeme, çok direngen, ahşap ise daha uyumlu çalışabileceğiniz bir malzeme. Belki karekterime de daha uygundu o kadar direngen bir malzeme ile mücadele edercesine heykel yapmak istemedim. O yüzden ahşap daha uygun geldi ve onu seçtim.
Kavramlardan bahsettin, 90’ların sonunda ne gibi kavramlar ile ilgileniyordun?
Okula ilk başladığımda bir süre ne yapacağımı bilmiyordum. Kafamda bir sürü şey vardı. Kafamdakilerin hangisini seçip nereden başlayacağımı bilemiyordum. Uzun sure kafam dağınık birçok şey yaptım. Neyi ne ile bir araya getireceğimden emin olamadım. Sonra bir fikir kendisini daha ağır gösterdi; 'insan ruhuna ait karanlık aydınlık dualitesi' ve bu tip kavramlar ilgimi çekmeye başladı.
O dönemde de figüratif çalışıyor muydun yoksa soyut dönemler var mıydı?
Soyut dönemler oldu eğitimle bağlantılı olarak. İlk başlarda kopya ya da modellerle çalışmaya başlıyoruz, sonra canlı modellere geçiyoruz. Figür öğrenip sonra da soyutlamaya doğru gitmeniz gerekiyor. Ben o süreçte biraz çuvalladım, çok kötü heykeller yaptım ve hiç sevmedim. Sonra canlı modelden figür yapmayı çok sevdiğim için bunun etrafında bi kavram kurup üzerine bir şeyler inşa edip figüre devam edebileceğimi düşündüm, soyutu tamamen bıraktım.
O zaman senin için heykel sanatı anlatım aracı olarak vardı diyebiliriz. Nasıl bir öğrenciydin?
Evet kesinlikle öyle. İyi bir öğrenciydim, çünkü çok seviyordum. İyi bir öğrenci olmak için iyi bir öğrenci değildim. Atölyede zaman geçirmeyi ve heykel yapmayı çok seviyordum. Bu yüzden iyiydim.
Güncel sanat her köşede şuanda. Genç sanatçılar için oldukça zengin bir ortam var. Ama 90 sonları 2000 başlarında böyle bir durum yoktu. O yıllarda nelerden beslendin, bu ortama nasıl girdin?
Evet çok yoğun bir dönem değildi. Hocalarımız bile endişe ile yaklaşırdı bize. Ama tabii bir şeyler de alttan alta gelişiyor, yapılan çok iyi sergiler de vardı. Dışarıdan kaynak bulmaya çalışıyorduk. Kütüphaneleri araştırıp çeviriler yapıyorduk. Ama bir taraftan da 'kendi işimizi yaparak yaşayabilecek miyiz?' korkusunu yaşıyorduk. Sonra yavaş yavaş 2000’lerin başında biraz toparlanmaya başladı bir şeyler.
Ama o kadar yoğun bir sanat piyasa baskısı yoktu o zamanlar değil mi? Küratör ve keşfedilme arayışları gibi?
Hayır yoktu. Öyle şeyler düşünmüyorduk bile. Bir şeyler üretme ve kendi dilimizi bulma düşüncesi daha hakimdi.
Senin ilk çalıştığın galeri hangisydi. Çağla Cabaoğlu’ndan önce?
Ondan önce bir şey yoktu. Boş bir apartmanda apartman sergisi yapmıştık. Öyle şeyler organize ediyorduk daha çok. O dönem mekân anlamında daha zordu bir şeyler. Biz bir araya gelip bir şeyler üretmek istiyorduk daha çok, galeri bulmak önceliğimiz değildi. Açıkçası ben de elimde dosyam galeri galeri gezmedim, bana teklif edildi de öyle başladım.
Bir haber çıktı yaşayan en pahalı sanatçılardan biri olduğuna dair. Nasıl değerlendiriyorsun bu haberleri?
Çok tehlikeli ve kötü buluyorum. İçerik dışında her şey konuşuluyor. Çok fazla para odaklı haberler üretiliyor, çoğu da yalan yanlış. O bahsettiğin haber gibi. Şimdi onu uzun uzun anlatmaya gerek yok ama. Bunların ötesinde gerçek ve dolu sanat eleştirisine çok ihtiyacımız var. Şimdi bir de sanatta benzerini bulma dedektifliği başladı. Onu da çok tehlikeli buluyorum. Çünkü içerikten, kavramdan, o sanatçının yolundan ve bütün hikayelerinden bağımsızca eser benzerliği üzerine yorumlar yapılıyor. Sanat eleştirisi böyle bir şey değil, böyle olmamalı. Bunları hep tehlikeli buluyorum, içerik hakkında daha fazla konuşmalıyız.
Sen kimlerden etkilendin kimleri takip ettin?
Edebiyattan çok etkilendim. Alman romantiklerinden ciddi anlamda bahsedebilirim. İnsana ait karanlık ile uğraşan isimler hep ilgimi çekti. Formal anlamda Hans Bellmer’e çok takıldım. Ron Mueck çok yeniydi 90’ların sonunda, onun ilk işlerini gördüğümde aklım uçmuştu. Figüratif anlamda üreten ve o karanlığı öne çıkaran insanlar işlerimin çıkış noktasını etkilediler. Ama dediğim gibi edebiyattan da çok etkilendim.
Sanatçı olarak, form ve içerik bakımından neyle ilgileniyorsun?
İnsan olma durumu olarak tanımlıyorum ben bunu. İnsanın içindeki o en büyük dualite ilgimi çekiyor. Yolu, kendisiyle karşılaşması, kendisini kabul etmeye çalışması, kendiyle yüzleşmesi, kendini nasıl gördüğü ve bunu toplumun içinde nasıl konumlandırdığı ve bu eksende dönen fikirler.
O zaman psikolojik, sosyolojik ve hatta siyasi boyutu da var heykellerinin. Formal olarak nasıl tanımlayabilirsin kendini?
Formal olarak gerçekçiliğe dönük işlerim, ama hiçbir zaman hiperreal bir şey yapmaya çalışmıyorum. Heykellerin ahşap olmaması, hiperreal olmamasında da önemli.
İşlerinin macro olarak hiperrealist bir tadı var ama yaklaşınca darbeler, hatalar, izler görülüyor. Bu dengeyi nasıl tutturuyorsun? Ne zaman ‘dur’ diyorsun?
Ne zaman ‘dur’ dediğimi söylemek zor. Onun bir formulü yok. Durman gerektiğini biliyor oluyorsun o noktada. Yeterli geliyor. Heykellerde de görebilirsiniz hatalar ve yonttuğum skelpaleların izlerini bırakmak istiyorum. Gerçekten birazcık daha uzak olan bir şeyin, gerçekten daha tekinsiz olduğunu düşünüyorum. Bunu işlerin içeriğiyle daha çok örtüşüyor buluyorum. Bu yüzden bir yerde bitiriyorum.
Günümüzde form ve içerik olarak nereden besleniyorsun? Nasıl çalışıyorsun?
Her şey etkileyebiliyor. Arkadaşlarımdan besleniyorum, etraftan besleniyorum. Ahşapta geri dönüş olmadığı için hep ufak çizimlerle başlıyorum işlere, ufak boylarda plastilin ya da çamurdan maketler yapıyorum. Sonra bunları ana model olarak kullanıp ondan sonra ahşaba geçiyorum.
Malzeme olarak ne tür ahşap kullanıyorsun?
Ihlamur ağacı kullanıyorum, neredeyse her zaman. Orta yumuşaklıkta ve açık renkli bir ağaç, ten renklerini boyamayı sevmiyorum biraz daha ham bırakma isteğinden dolayı. O yüzden genelde ıhlamur kullanıyorum ve parçaları birleştirerek çalışıyorum.
Renk olarak işlerinde birçok renk ile karşılaşıyoruz. Nereden geliyor bu renklilik?
Renk kullanımı da gerçekliğe yaklaşmak ama tam da yaklaşmamak anlayışının biraz devamı gibi. Su bazlı boyalar kullanıyorum, çok kapatıcı olmamasına çalışıyorum, ten yerlerini boyamıyorum. Biraz yeterli derecede bırakmaya çalışıyorum.
Yaşam Şaşmazer deyince aklımıza çocuk figürü heykel çalışmaların geliyor. Bu fikir konsept olarak nereden çıktı, nasıl başladı?
Biraz gözlemlediğim bir durumdu bu. Çocukların, çoğu insanın söylediği gibi ‘kanatsız melek’ olduğu düşüncesi biraz rahatsız ediyordu beni. Çünkü bu korkunç bir klişe. Hepimiz biliyoruz, biraz çocukları gözlemleyen herkes anlayabilir ki çok acımasız da, çok kötü de, çok hain de olabiliyorlar. İşte bu yüzden o fikri biraz deşmek istedim, o klişe bana çok anlamsız geliyor. Vücutlarının tedirginliği, hafif ergenliğe döndükleri zaman vücut proporsiyonlarının bozukluğu sebepleriyle biraz korkardım da çocuklardan. O fikirle başladım, ilk baştaki çalışmalarım hep o düaliteden bahsediyordu. Daha sonra biraz daha kadın erkek figürleri, toplumsal kodlar, klişelere kaydı çalışmalarım. ‘Babam Kadar Güçlü’ ve ‘Annem Kadar Güzel’ heykelleri buna örnek olarak gösterilebilir.
Aslında tahmin ettiğimizden daha çok olanın bitenin ve kendi duygusal durumlarının farkındalar çocuklar. O hiyerarşiyi, asiliği ve isyanı da biraz göstermek istediğim, çoğu izleyiciye bakar durumda yapılmış figürler. Biraz o hissi geçirmek istedim seyirciye, benim olduğum kadar insanlar da görüp rahatsız olabilsinler ya da o rahatsızlığı hissedebilsinler istedim. Bir de proporsiyonları bozma işi var. Tam birebir çocuk değil hiçbiri, hafif farkedilir ama tam da kestirilemez bir arada bırakmak istedim. Çünkü cüce mi çocuk mu, çok çirkin garip bir şey mi, biraz anlaşılamasın istedim.
Gölge serisine baktığımızda, içerik olarak Freud ve Jung’a referans vererek yeni heykeller tasarladığını görüyoruz. Yepyeni bir boyutla karşımıza çıkıyorsun, gölge serisinde.
Çocukların içerisindeki kötücül tohumu daha farklı bir anlatış yolunu arıyordum. Çok okuduğum Jung’dan etkilenip onun gölge arketipini işlerimin içine sokabileceğimi düşündüm. Arkasında siyah kurt olan çocukla başladı o işler. Ama o yapay bir gölgeydi, sticker gibi bir kağıttı. Daha sonra çocukların kendi vücut hareketleriyle ve yapay bir şey kullanmadan, korkar durumlarını, asıl korktukları şeyin arkalarında olduğunu ve kendi içlerinde olan şeyi nasıl gösterebilirim diye düşündüm. Biraz el, kol ve vücut hareketleriyle oynayarak, kendi gölgeleriyle karşılaştıkları ya da karşılaşamadıkları 'Illuminated Darkness' serisini yaptım. Bu karanlıkların bizim olduğunu belirtmesi açısından, figürlerin gölgeleri kendileri yaratmaları önemliydi benim için.
Daha önce Freud ve Jung okuduktan sonra bu serinin olmadığını, aslında bu serinin çıktığını ve bu seriyi yaparken Freud ve Jung’u keşfettiğini söylemiştin.
Aslında tabii ilk çıkış anımda, Freud ve Jung okudum da karar verdim değil. Kollektif bilinç altında biz bu arketiplerin hepsine sahibiz galiba. Dolayısıyla keşfediyoruz ve ondan sonra bir daha keşfediyoruz.
Aslında hep eserlerinde Jung ve Freud’dan gelen kavramlarla karşılaşıyoruz, gölge, doppelganger, metanoia gibi. Bu yapıtlar ne kadar otobiyografik, ne kadar seni anlatıyor?
Aslında çocuk heykellerine hiç kişisel olarak başlamadım. Çocuklar da tanıdığım bildiğim çocuklar değildi, hep hayali figürlerdi. Sonra bu Dopellganger serisi kendi yüzümü ve vücudumu kullandığım bir seri oldu. Ama geri dönüp baktığımda bir hikaye olduğunu ben de yeni keşfediyorum. Çocuklar o içimdeki karanlığı defetmekti, Dopellganger da bununla nasıl yüzleştiğim ya da yüzleşemediğimdi belki de.. Herkes kendiyle bir mücadele haline giriyor, bunları sadece ben düşünmüyorum sanırım, dolayısıyla toplumsal bir durum da. Otobiyografik hikayeler yapmamaya çalışıyorum. Doppelganger tek bir seriydi. Genel olarak daha çok herkesle ilgili çalışmalarım.
Çocuk serisi bitti diyebilir miyiz? Yoksa tekrar çocuk işleri görebilecek miyiz?
Kafamda anlatmak istediğim şeyler bitti, ileride belki başka bir şey üzerine olabilir. Ama şu anda başka fikirler var kafamda.
Doppelganger serisini, Almanya’da Künstlerhaus Marktoberdorf galerisi için yarattın. Doppelgangerı Freud terimi olarak biliyoruz. Aslında çok yaygın bir terim, sadece psikolojik değil popüler kültüre ait ve edebi de diyebiliriz. Mekân için mi ürettin bu seriyi?
Tam olarak mekân için tasarlamadım, o sırada bu seriye başlamıştım mekâna ugulandı. Mekân ilham verici oldu ve işleri biraz değiştirip geliştirdi.
Çocuk heykelleri bitti yeni bir döneme başladık ve heykeller biraz daha yaşlı. Demekki bu heykeller bir nevi seninle beraber yaşlanıyor ve büyüyorlar.
Şu zamana kadar öyle oldu bundan sonra nasıl devam edecek bilemiyorum.
Çocuk serisinde ‘şiddet’i daha arka planda görüyorduk. Ama buradaki şiddet düpedüz açık bir şekilde varlığını gösteriyor.
Doppelganger teması benim için kendimle yüzleşme ve kendimi kabul etme süreciyle ilintili. Çok kişisel olucak ama biraz kendimle dertli olduğum bir zamandan sonra, bütün bu üzerine düşündüğüm gölgeler, kendi aydınlığımız, kendi karanlığımız ve kendi kabul edemediğim şeyleri kendimde görmeye başladıktan sonra kendimle yaşadığım bir kavgaydı bu. İlla kendinizi alıp dövmeniz gerekmiyor Fight Club’ta Tyler Durden’ın yaptığı gibi. Ama kendini çok ağır bir şekilde eleştirmek bile bu figürlerde gördüğümüz şiddetle eşdeğer olabiliyor. İki tane iş ciddi olarak kendi doppelganger’ı tarafından ya da belki asılları tarafından dövülmüş iki adet ben. İki iş de biraz bilinçaltıyla bağlantılı olduğu için uyku ile ilintlendirdiğim işler. Figürlerden bir tanesinin üzerinde Edward Allan Poe’nun William Wilson hikayesinden ‘Ya sen ya ben ikimizden biri fazla’ adlı bölümü yazıyor. Diğerini de Dostoyevski’nin ‘The Double’ hikayesinden alınmış bir bölümle birlikte ses entalasyonuyla sundum. Daha doğrusu hepsinde bir ses enstalasyonu var ve edebiyatta doppelganger temasını konu edinmiş kitaplardan birer cümleyle hepsini sergiledim.
Daha önceki serilerdeki heykel, ışık ve gölgeye Doppelganger’da görünmez bir ses eklendi ve işler daha çok mekâna gore tasarlandı. Klasik heykeltraş teriminin biraz ötesine geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda mekân senin için ne anlam ve önem taşıyor?
Mekân her heykeltraş için önemli tabii ki. Benim için de gitgide daha da önemli olmaya başlıyor. Mekânı heykellerin bir parçası olarak düşünmek, boşluğuyla, doluluğuyla onu beraber kurgulamak çok önemli. Ve özellikle belki de figuratif işler yaptığım için de olabilir, bizimle onların arasına koyacağımız ya da koymayacağımız sınır benim için çok önemli.
Seyirci için de çok önemli, sonuçta heykel ile aynı mekân paylaşılıyor. Ve bu heykel figuratif ve gerçekçi bir çalışma ise heykel ile iletişim halinde olmak gibi oluyor. Çok yoğun bir paylaşım alanı oluşuyor. Son sergin Metanoi’ada özellikle mekân ile ilgili çok yoğun ve yakın bir bağlantı vardı. Metanoia terimini nasıl keşfettin?
Aslında metanoia terimini serginin açılmasına bir hafta kala keşfettim. Tesadüfen bir kaynakta buldum ve 'evet bu' dedim. Doppelganger’ın ardından kişinin kendisiyle karşılaşıp o kavga ve mücadelesinden sonra yeni bir şey olmalıydı benim hayatımda da heykellerin hikayesinde de. Metanoia’da heykeller artık gölgelerinin farkındalar. Korkuyor, görmezden gelmeye çalışıyor, zincirlerini ellerinde tutuyor olsalar da hepsi bunun farkındalar. Jung ‘Gölgesini gören insan aynı kalamaz’ diyor, çok doğru geliyor bana bu.
Heykellere baktığımızda tekrar birkaç yaş büyüdüklerini ve sana ulaştıklarını görüyoruz. Aynı yaştasınız. Hepsi siyah kıyafetler giyiniyor ve gölgelerinin farkındalar.
Kendileriyle yüzleşmeye çalışıp gölgelerini kabul etmeye başlıyorlar. Siyah kıyafetlerle; ne oldukları, ne giydikleri, kadın erkek olmaları farketmeksizin gölgelerinin farkında olmalarını, çok hikayeci detaylara girmeden bu yüzleşmeyi göstermek istedim.
Her serginin sonunda bir dinlenme, bir kapanış dönemi oluyor mu? Sence şu anda yol nereyi gösteriyor?
Biraz bilmiyorum şu an. Bir şey yapmıyorum, biraz dinleniyorum, kendimi dinliyorum. Mekânla olan hesaplaşma durumu üzerine kafa yoruyorum. Bilinçli olarak yapmasamda şimdi farkediyorum ki her seride üzerine bir şey eklemişim. Şimdi mekân meselesi benim için önemli, onun üzerine gideceğim biraz.
Malzeme de bir değişim olabilir mi, ahşaptan sıkılabilir misin?
Olabilir. Sıkılmasam da değiştirebilirim. Mermer ya da silikon olabilir. İşin kavramsal alt yapısı ve fikri neyi gerektiriyorsa o yönde bir değişiklik olabilir.
* Yaşam Şaşmazer, Marcus Graf ve BAP İstanbul'a teşekkürler.