Osman Bozkurt fotoğraf tabanlı işleriyle tanınan ama kendini fotoğrafla sınırlı tutmayan, işlerinde videoya, enstalasyona da yer veren bir görsel sanatçı. Kendisiyle Roma'daki Maxxi Müzesi'nde yer alan işlerini bahane ederek ama bununla sınırlı kalmayan, işlerine, üretim sürecine ve sanatçı eşi Didem Özbek ile kurdukları PiST/// Disiplinlerarası Proje Alanı üzerine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
İstersen önce Roma Maxxi'de “İstanbul: Tutku, Neşe, Öfke (İstanbul: Passion, Joy, Fury)” isimli sergide sergilenen işlerinden ve bu işlerin o sergiye dahil olma sürecinden konuşalım.
Mart 2015'de Maxxi'deki serginin küratörlerinden Ceren Erdem stüdyomu ziyaret ettiğinde projeden bahsetti ve üzerine konuşmaya başladık. Yeni iş için zaman kısıtlıydı, bunun üzerine daha önce yaptığım ama biri henüz ortaya çıkmamış iki ayrı işimi sergilemeye karar verdik. Direnişten Sonra/ Post Resistance, 2013, Gezi protestoları sırasında ve sonrasında çektiğim fotoğraflardan oluşan bir iş. İlk başta 16 fotoğraflık bir seri olarak planlamıştım ama Maxxi'nin sanat yönetmeni Hou Hanru sergi için bunu genişletmemi istedi.
Sergide ayrıca 2006-2009 yılları arasında ürettiğim Bant Cumhuriyeti/Tape Republic yerleştirmem de var. Paket bantları üzerinden 80 sonrası komünizmin çöküşü, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla küresel ekonomiye geçiş ve kayıt dışı ekonominin yarattığı Laleli'deki tekstil piyasasını okuma denemesi diyebiliriz. Kamusal yaratıcılık daha önce yaptığım işlerde de ele aldığım, ilgilendiğim konulardan biri. Bu seriyi kitap yapmak da istiyorum. Kitap medyumunun bu iş için uygun olduğunu düşünüyorum.
Şu anda ne yaptığından başladık ama fotoğrafla daha derin bir ilişki kurmaya başladığını tahmin ettiğim üniversite yıllarına gidelim. O zaman kendin için nasıl bir gelecek tahayyül ediyordun? Güncel sanatla ilişkin var mıydı veya bu ilgi nasıl gelişti?
Fotoğrafa lisede merak sardım ama daha öncesinde benim sinemaya büyük bir ilgim vardı. Lise yıllarında Halk Eğitim Merkezi'ndeki fotoğraf kursuna devam ettim, orada çok eğlenceli, emekli asker bir hocamız vardı: Hasip Uras. O yıllarda fotoğraf çekmeyi öğrenmek için amatör dernekler dışında pek imkan yoktu. Yolu oradan geçen sadece ben değildim, Yusuf Murat Şen'le orada tanıştım. Yıllar sonra Banu Cennetoğlu'yla konuşurken onun da aynı kursa gittiğini öğrendim, şimdi ismini hatırlamadığım oradan bir çok kişi var. Sonra Mimar Sinan'da Fotoğraf Bölümü'ne girdim. O dönem hocaların bir çoğu okullu fotoğrafçılar değildi, mimar kökenli olan veya sanat eğitimi almış hocalarımız vardı. Öğrenciler çoğunlukla profesyonel fotoğrafçılığa; reklâm, moda veya basın fotoğrafçılığına yönlendiriliyordu. Ben de o dönem Merih Akoğul ve Cengiz Cıva'nın ortak oldukları stüdyoda çalışmaya başladım. Sonra bir şekilde ikisi de stüdyoyu bırakınca ben devam ettim. O dönem sanatla da ilgileniyordum. Sergilere katılmıyordum ama profesyonel hayat dışında da fotoğraf çekiyordum. Bir süre sonra reklam sektörünü bırakıp daha serbest işler üretebileceğim editöryel çalışmalarda bulunmak için dergilerle çalışmaya başladım, moda, portre vs. Üretim anlamında kendi projelerimin üzerinde de çalışabildiğim keyifli bir süreç yaşamaya başladım ama yayın gruplarıyla çalışmanın da başka handikapları olduğunu zamanla öğrendim. İzinsiz kullanımlar ve telif hakkıyla ilgili sorunlar yaşayınca dergilerle çalışmayı bıraktım. Uzun yıllar Mimar Sinan, Yıldız Teknik, Kadir Has gibi üniversitelerde fotoğraf dersleri de verdim. Konuştuğumuz gibi üniversitede fotoğraf eğitimi alıp bir de profesyonel sektörde çalışınca konuya teknik hakimiyetin çok üst düzeyde oluyor. İyi bir zanaatkarlık her zaman önemlidir ama diğer yandan da bunun esiri olmamak gerek. Bence dünyada fotoğrafın sanatsal anlamda önünü açanlar, fotoğraf eğitimi almış insanlar değil. Doksanların ortasında bir point&shoot makineyle çalışmaya başlayınca acayip rahatlamıştım, o makineyle çekimler yapmak beni özgürleştirmişti.
Belki şurada gördüğüm fotoğraf (Demokrasi İşaretleri) üzerine konuşabiliriz. Benim hatırladığım ilk işlerin onlar, Akbank Günümüz Sanatçıları sergisinde gördüğümü hatırlıyorum.
O sergi 2003 yılındaydı. Aslında o fotoğrafları ilk kez 1999 genel seçimlerinde çekmiştim. Daha sonra 2002 seçimlerinde tekrar çektim. Üsküdar'da benim de mezun olduğum eski bir ilkokuldaki seçim sandıklarında. Mürekkeple işaretlenmiş parmaklar bir anlamda portre geleneğini takip eden - benim Seçmen Porteleri olarak da isimlendirdiğim- bir seri. Ondan önce de 2000 yılında Nişantaşı'ndaki bir galeride sergim olmuştu. Orada özel olarak yaptırdığım çelenkleri sokaklarda gezdirmiş fotoğraflarını çekmiştim. Ağırlıklı olarak İstanbul'da ama Türkiye'nin başka yerlerinde çektiklerim de var. Bunlar göstermeye başladığım ilk işler oldu.
Böyle bir tavırda bulunduğun zaman bazı fotoğrafçıların yaptığı gözlemci halin ötesine geçiyorsun, işe müdahale ediyorsun.
Orada Olamadığım İçin Üzgünüm serisi çelenklerle kurgu/sahne yaratarak ürettiğim ender işlerdendir. Genelde fotoğraflarımı müdahaleyle oluşturmam veya -renk düzeltmeleri haricinde- dijital manipülasyon da uygulamam. Daha belgeci bir yaklaşımım olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen fotoğraflarıma bakanlar dışardan müdahalelerle anlam yaratmaya çalıştığımı düşünebiliyor. Mesela Bant Cumhuriyeti serisini görenler -ağırlıklı olarak yabancılar- benim müdahale ederek o fotoğrafları oluşturduğumu düşününebiliyorlar. Yani soruna dönersek Günümüz Sanatçıları Sergisi’nden önce de işlerim sergilendi ama ben fotoğraf ortamından da biraz uzak durmaya çalıştım. Bunda o zamanki fotoğraf ortamının amatör fotoğraf camiası tarafından domine edilmesinin de etkisi vardı. İşlerim fotoğraf bazlı olsa da istisnalar dışında hep güncel sanat bağlamında gösterdim. Sadece sanata fotoğraf odaklanmaya karar verdiğim dönemde Platform Garanti G.S.M. 'de yeni açılmıştı, Didem’in de ısrarıyla işlerimi Vasıf Kortun'a gösterdim. O zamanlar bienali saymazsak çok fazla şey yoktu güncel sanat tarafında da. Platform önemli bir hareketlilik başlattı, ben de orada bazı sergilere dahil oldum. Burası bir buluşma, tartışma alanı olarak önemliydi.
Tam bu sıralarda da PİST/// başladı galiba.
PiST/// projesi 2006’da başladı. Tabii birden başlamadı, daha öncesinde de konuşuyorduk başka arkadaşlarla neler yapabiliriz diye. O dönemde bir kaç ay için kullanmamıza izin verilen Pangaltı'daki boş dükkanlarda PiST///'i başlattık. PiST/// bizim için bir mekandan da öte ortak bir sanat projesi. Farklı disiplinlerden gelen bir çok kişiyle üretmek, tartışmak, sergilemek istediğimiz bir alan. Tam o sıralarda İstanbul Modern, Pera Müzesi yeni açılmışlardı. Bağımsız inisiyatifler de çoğalıyordu.
İlk yaptığımız işlerden biri tüm Türkiye’deki sanatçı inisiyatiflerine ulaşıp bir toplantı yapmaktı. Bir iletişim ağı oluşturmak ve deneyimleri paylaşmak, kimler var bilmek, sorunları tanışmak istiyorduk. Oldukça geniş katılımlı, birçok konuyu tartıştığımız bir buluşma gerçekleştirdik. “Rezerve” sergisi gibi 15 dakikalık performatif sergilerle başladık. Ardından birçok proje, yayınlar geldi.
Projelerin en yoğun olduğu zamanlarda 2007'de Frieze'e davet edildik ama önce bir gidelim neler yapabiliriz görelim istedik. 2008’de katıldığımız zaman hazırlıklıydık ve oradaki varlığımız epey ses getirmişti. O dönem bir sanatçı inisiyatifi olarak kâr amacı gütmeyen bir kurum Frieze'e nasıl katılır diye eleştiriler aldık. Kâr amacı gütmemek zarar etmek demek değil ki. Bizim gibi sanatçı girişimleri Türkiye’de çoğunlukla cepten harcayarak ayakta duruyor, destek hala yok denecek kadar az. Zaman içinde bize eleştiri getirenlerin çoğu sanat pazarı içinde yerini aldı. Özellikle bu fuar ilginç, önemli bir deneyimdir, bir anlamda yüzmeyi okyanusta öğrenmiş olduk.
Senin kariyerine baktığımızda da ticari galerilerde çok sergilenmediğini görüyoruz.
Galerilerle çalışmak bence önemli. Ancak benimkisi bir prensip kararı değil, birkaç defa karşılıklı niyetlendiğimiz teklifler oldu ama şu an için gerçekleşmedi. Bir galeriyle çalışmanın seni kendi formatına sokma, pazarın taleplerine yönlendirme olasılığı var ama işini kolaylaştırıcı olduğu durumlar da fazla. Benim bir galeriden beklentim, daha fazla sayıda bireysel koleksiyona girmemden çok kamusal ya da uluslararası koleksiyonlarda yer alabilmemi sağlaması olurdu. Yurtdışında Türkiye'den daha çok sergim oluyor, bu bir tercih değil talep durumu galiba... Ama burada da kişisel sergi açmak istiyorum.
Bant Cumhuriyeti’nden Demokrasi İşaretleri, Seçmen Portreleri’ne geri dönersek, burada varolan şey Türkiye’deki pek çok davranışın yansıması olabilecek üstünü örtme şeklinde de okunabilir. Böyle bakarsak Direnişten Sonra’da da bunun izi sürülüyor diyebiliriz.
Aslında birçok işimde bu örtüşmeyi, benzer kaygıları görebiliriz. Gezi, hayatımızda derin izler bıraktı. Gelecek nesillere de aktarılması gereken izler. Gezi’de ilk başlarda ne fotoğraf çektim, ne video buna karar vermem zaman aldı. İlk başlarda bir şey yapmamam da sadece bir insan olarak orada bulunmak istememden kaynaklanıyor, ne de olsa tarihi yaşıyorduk orada. Genellikle fotoğraf ya da video çektikten sonra onları değerlendirmek için bir süre beklerim ve pek göstermem. Daha nesnel bakabilmek, üzerine düşünebilmek için biraz mesafe koymam gerekiyor ama Gezi’de çektiklerimden bazıları katılacağım sergilerin küratörleri tarafından görüldüğünde bu süreci hızlandırmak zorunda kaldım. Direnişten Sonra serisi ve üst üste yığılmış çadırların içinde gösterilen videolardan oluşan Foggy isimli yerleştirmem bu şekilde çıktı. Onlar dışında bir kısmına daha hiç bakamadığım çok fotoğraf var, zamanı gelince onlar da ortaya çıkacak.
Evet burada gördüğümüz fotoğraflar çok ikonik, bir daha üretilmesi mümkün olmayacak fotoğraflar.
Gezi dönemi görsel, işitsel her şekilde belgelendi ama kimisi yarına kalacak kimisi kalamayacak. Özellikle internet sonrası fotoğraf çok hızlı üretilmeye ve tüketilmeye başlandı. Dijital geldi, sonra fotoğraf makinelerinin yerini cep telefonları aldı ve bunların paylaşıldığı mecralar arttı. Ancak fotoğrafı hâlâ geçmişten kalan birikimlerimizle değerlendiriyoruz. Artık ona yeni bir bakış getirmemiz gerekiyor. Bir de bütün hafızanın arşivlerde dijitalleşmesi belki bazı şeyleri kolaylaştırıyor ama birgün tek bir kısa devre bütün bilgiyi silecekmiş gibi de geliyor bana. O yüzden fotoğrafın basılmasını önemsiyorum hâlâ. Bir de iş üretilirken kullanılan formatlar bir süre sonra eskiyebiliyor ve görüntülere ulaşmak zorlaşıyor veya mümkün olmayabiliyor. Buna kafa yorulması gerek, aksi halde o kadar bilgiye de bir gün ulaşamayacağımız anlamına gelecek bu.
Biraz da işlerin arka planını/üretim sürecini konuşabilir miyiz?
Daha önce anlattığım gibi ben kurgular yaratmaktan ziyade araştırmaya dayalı belgeci bir üretime, belgeci bir estetiğe daha yakınım. Kamusal yaratıcılık, kimlik, şehirler, günlük yaşamdaki çelişkiler, karmaşa, toplumsal anlamda hafıza, hatırlamak ve unutmak üzerine kafa yorduğum konular. Bazen bir rastlantı bir şeyin başlangıcı olabiliyor. Çok iyi tanıdığım bir yere başka bir gözle bakmamı sağlıyor, bunu çok önemsiyorum. Mesela Bant Cumhuriyeti’ne başlama hikâyem sokakta gezerken Laleli tarafında paket yapan birini görmemle başlıyor. Çok şık janti giyinmiş bir çocuk, ama nasıl şık, sokağın ortasında çuvalları dolduruyor ve onları bantlıyor. Onun o ciddiyeti dikkatimi çekti, izlemeye başladım, adeta bir ritüel gibi çalışmasını izledim. Sonra bantla ilişkisine odaklanınca Laleli’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren devam eden o ilişkiler ağı ve ‘bant’ın hem fiziksel olarak her yere girişi ve sembolize ettikleri ilgimi çekti. Uzun süre ciddi biçimde çalıştım, insanlarla konuştum. Birçok işim araştırmaya dayalı, süreci de işin içine katan işler. Kimi zaman Direnişten Sonra’da olduğu gibi, şehrin içinde bir haritalandırma yapıyorum. Kendimi tutamadığım durumlar da var, mesela fotoğraf çekiyorsam video da çekebiliyorum veya tam tersi. Bu yüzden aynı konu üzerine iki farklı medyumda işler çıkabiliyor.
İstanbul’un çevreyolları ortasındaki yeşil alanları insanların bir dinlenme alanı, parkmışçasına kullandığı Auto-Park da bunlardan biri. Üzerinde halen çalıştığım Pencereler isimli bir video serim var. 3-4 dakikalık videolar bunlar, statik kamera ama sonuna doğru ya da ortasında bir şeyler oluyor, fotoğraf gibi durağan video işleri. Kamera bir pencerenin ardından bakıyor hep. Bunun çıkış noktası değilse de -sonradan bağdaştırdığım- fotoğrafla şöyle bir bağlantısı var; biliyorsun elde edilen ilk fotoğraf olarak kabul edilen Nicéphore Niepce’in 1826’da stüdyosunun penceresinden sekiz saat pozlayarak saptamayı başarabildiği görüntü. Bu video serisinde de benzer bir yaklaşımla uzun süreli bakma hali var. Pencereler kamusal alanla özel alanı ayıran mimari bir elemanın ötesinde bir metafor olarak da önemli. Bu videolarla günümüze ve yakın tarihimize bir pencereden bakmak niyetindeyim.
PİST///’ten bahsettik ama şu sıralar ne yapıyorsunuz onu konuşmadık. Eskisi kadar hareketli gibi görünmüyor dışarıdan bakınca.
Son bir kaç yıldır PiST/// olarak bir etkinlik düzenlemesek ya da dışarıdan aktif görünmesek de makine içeride çalışmaya devam ediyor. Özellikle 2006-2013 arası çok yoğun bir dönem geçirdik. Bunun son üç yılında sanatçı olarak kendi projelerimize yeterince vakit ayıramadığımızı farkedip misafir sanatçı programımız PIRPIR'ı sonlandırdık, PiST///'in genel etkinlik programlarına da bir süre ara vermeye karar verdik. Şu sıralar ben kendi projelerime ağırlık verdim, Didem de 2012 den beri üzerinde çalıştığı bir sanat projesinin sözel çevirisini Pazar İlâvesi ismiyle Açık Radyo'da sergilemeye başladı. Bu yıl Mayıs ayında 10. yılımız olacak her an bir şeyler olabilir. Bir de en heyecanlısı PiST///'in kitabını yapmak istiyoruz tabii... Yani PiST/// açık ve çalışıyoruz!