“Çok güzelim, çok güzel / I am so beautiful, so beautiful”, Charlotte ‘Şükran’ Schmitz’in Balat sokaklarına vedası olarak yorumlanabilir. Adeta bir düğün kutlamasıyla açılan sergi; ev işi, evlilik, annelik, çocukluk, arkadaşlık, dostluk, ergenlik, cinsellik, aile, tören, gelenek, kısa ömürlü pop şarkıları ve hatta Balat politikaları üzerinden güzellik kavramını fotoğrafla politikleştiriyor.
Oxford sözlüğünde ‘beauty’; güzellik, başta görme duyusu olmak üzere estetik duyuları tatmin eden, biçim, renk ya da form gibi niteliklerin bir bileşimi olarak tanımlanıyor. Estetik duyularımız arasında, görmenin ön plana çıkıyor olması inkar edilemez, ancak bu tanım çerçevesinde, görmenin ne olduğuna dair kesin bir kanıya varılmaması pek çok farklı olasılığı doğuruyor. Kendini ‘sanatçı tarihçisi’ olarak tanımlayan Carol Mavor, “Dokunma, görmenin sözlüğüdür”1 diyerek görmenin ne olabileceğine dair bir ışık tutuyor. Öyleyse, güzelliği tanımlarken dokunma hissinin tam anlamıyla ‘gözardı’ edildiğini addetmek pek de yanlış olmaz. Peki bir biçime, bir renge veya bir forma nasıl dokunabiliriz? Ya da, fiziksel olarak dokunamadığımız şeylerden aldığımız haz ne olacak?
Dokuma hissini belki de en güçlü şekilde yansıtan fotoğrafçı Julia Margaret Cameron’un kocası Charles Hay Cameron, görme ve dokunma ilişkisi üzerine yazdığı makalede (Sublime and Beautiful, 1835) şöyle der:
“Dış dünyayı dokunma duyumuzla algılar, idrak eder ve ve içselleştiririz. Gözlerimiz sadece ışığın farklı renk ve yoğunluklarını algılamakla kalır. Deneyim, gözümüzle algıladıklarımızın çoğunun dokunmaya konu olan nesneleri temsil ettiğini bize kısa sürede öğretir. Zihnimizde bu iki duyu arasında bir bağ kurulan her koşulda, dış nesnelerin mesafe ve suretlerine dair bize bilgi verecekleri konusunda gözlerimize güveniveririz. Konuşurken ihmal ettiğimiz sözlükler gibi, ışığı ve gördüklerimizi manalandıran dokunma hissini de gözardı ederiz.”2
Charlotte ‘Şükran’ Schmitz, güzellik ve profil yaratma tutkusuyla dolu olan bir dış dünyaya dokunuyor. Olağanüstü merakı ve arzusuyla, İstanbul’un güzel semti Balat’ın evlerinde gizli bu dünyanın içine giriyor. Bir zamanlar onu içine çeken bu ışıltılı, rüya gibi dünya, sonunda İstanbul’daki mahallesi, evi haline geliyor. Ancak şimdi onun için taşınma ve devam etme zamanı. Bir insanın o gergin taşınma sürecinde, eşyaların kutu kutu bölünmesi ve korkunç bir ses çıkaran koli bantlarıyla mühürlenmesinde müthiş bir melankoli vardır. Ancak Charlotte’ın Yıldırım Sokak’taki pembe evi taşınma hüznüne mahal vermiyor, aksine 2016 yazının son günlerinde, hepimizin davetli olduğu veda kutlamasının yapıldığı bir yuvaya dönüşüyor.
“Çok güzelim, çok güzel / I am so beautiful, so beautiful”, fotoğraf makinasının gözüyle sadece ışığı algılamanın ötesinde, fotoğraf ile renklere, biçimlere ve formlara dokunmanın bir manifestosuna dönüşüyor. Charlotte’ın fotoğrafları, ışıkla dokunmanın tecrübesine dönüşürken, ona dokunduğu nesne ve öznelere ait suretleri öğretiyor. Biz de bu fotoğraflar aracılığıyla hissetmek için yeniden gözlerimize inanıyoruz ve bu sefer payımıza düşen, yakınlık ve güzellik oluyor. Çoğunlukla eş arama, evlilik ve çocuk yapmaya odaklanmış, bizim fiilen dokunmadığımız hayatlarda, Charlotte’ın neler gördüğünü onun dokunma duyusu sayesinde daha iyi anlıyoruz. Bu da fiziksel olarak dokunamadığımız şeylerden aldığımız haz için bir örnek niteliğinde.
Charlotte’ın fotoğrafları, kendi kişisel deneyimleri ile bir evin içindeki güç ilişkilerine dair sosyopolitik sorunlar arasında kurduğu bağı vurgulyor. Dahası, “Çok güzelim, çok güzel / I am so beautiful, so beautiful”; ev işi, evlilik, annelik, çocukluk, arkadaşlık, dostluk, ergenlik, cinsellik, aile, tören, gelenek, kısa ömürlü pop şarkıları ve hatta Balat politikaları üzerinden güzellik kavramını fotoğrafla politikleştiriyor.
Adını eski Yunanca ‘saray’ anlamına gelen palation kelimesinden (Latince palatium) alan Balat’ta, adına yakışır şekilde, düğünler ve kutlamalar büyük önem taşıyor. Bu görkemli etkinlikler kızlar ve genç kadınlar için kendilerini gösterebilecekleri bir mecra yaratmanın yanı sıra, evde geçen gündelik hayatın sıkıcılığından kaçış anlamına da geliyor. Erkekler umumi alanlarda boy gösterirken, kadınlar mahremiyetlerini koruma eğilimindeler. Charlotte mahremiyete, dolayısıyla da kadınlara odaklanıyor. Bu da akıllara, 60’ların sonundaki ikinci feminizm dalgasında slogan olarak kullanılan “The private is political.”— “Mahrem olan politiktir.” tartışmasını getiriyor.
Bir zamanlar başta Yahudi ve Rumlar olmak üzere gayrimüslimlerle derinden ilişkilendirilen, tarihi yarımadadaki bu merkezi bölge, İstanbul’daki amatör (Latince amare, amatorem — ‘severek yapan’) fotoğrafçıların ilk durağı olagelmiştir. Eski, otantik ve renkli dokusuyla, semtte bugün de geleneksel Türk, Kürt ve Roman ailelerin de içinde bulunduğu çok kültürlü bir topluluk yaşamaktadır. Ancak, şimdilerde orada yaşayan muhafazakar ve ataerkil yapıdaki ailelerle yakından ilgilenen, ya da onların ‘mahremine’ giren çok sayıda fotoğrafçı olduğu söylenemez.
Mahremiyetten söz açılmışken, Silva Bingaz’ın “Balat” (2015) adlı fotoğraf serisini de hatırlamak gerekir. Bu seri, yüzyıllarca burada yaşayan sakinlerin yerine, yeni kozmopolit bir insan topluluğu yerleştirilmiş olan ve tarihi unsurların sadece büyük bir hassasiyetle açık edilebildiği kıyı semtindeki insan-alan ilişkisine odaklanıyor.3 Bingaz, her zaman yaptığı gibi, özneleriyle derin bir ilişki kuruyor ve değişimin sınırındaki Balat sokaklarında kamusal alan içindeki mahremiyet üzerinde duruyor. Her iki fotoğraf serisinde de sadece ‘mahrem olan politiktir’ anlayışı pekiştirilmiyor, aynı zamanda güzellik üzerine can alıcı bir şey de gözler önüne seriliyor: “Mahrem olan güzeldir!” — çevredeki engellere rağmen.
“Çok güzelim, çok güzel / I am so beautiful, so beautiful”da betimlenen mahremiyet ve kadınlar arasındaki güçlü bağ, ‘mahrem olan güzeldir’ düşüncesinin de bir kanıtı niteliğinde. Üstelik mahremiyeti sadece kişilerarası ilişkilerde değil, aynı zamanda genç kızların pek manidar sözleri olan pop şarkılarına eşlik eden danslarında, cep telefonu ekranlarında, kahve fincanlarının dibinde, altınlarında, pembelerinde, hatta görmemize izin verilmeyen kesilip atılmış yüzlerinde de görüyoruz.
Ünlü fotoğrafçı Nan Goldin kendi işlerinden söz ederken “Sevgi yüzünden fotoğraf çekiyorum, bir şekilde fotoğrafını çektiğim insanlara dokunmak istediğim için. Bu yüzden sadece bana dokunan insanların fotoğraflarını çekiyorum”4 diyor.
Charlotte da kendisine dokunan insanların fotoğraflarını çekiyor. Bu göz kamaştırıcı ve ışıltılı dünyaya doğrulttuğu flaşı da, karşılıklı sevgiyi vurgulayan fotoğrafik bir mimik olarak görmek mümkün. Charlotte ve Şükran isimleri arasındaki ses benzerliğinin ötesinde, fotoğrafını çektiği insanların ona ‘Şükran’ ismini vermesinin bir rastlantı olduğunu düşünmüyorum.
Stendhal adıyla bilinen Fransız edebiyatçı Marie-Henri Beyle, bize güzelliğin mutluluğu vaat ettiğini söyler. Genç kızların gezmek için başka yerlere gidecekken, ailelerine gittiklerini söyledikleri evde gerçekleşen ve pembe yalanlara mahal veren bu sergi, Türkçe ismi ile müsemma olan Charlotte’ın, Balat’ın insanlarına fotoğraflarla gösterdiği bir şükran ve onlarda gördüğü güzellik üzerinden, yine onlara verdiği bir mutluluk vaadidir.
*Sergi 30 Eylül’e dek Yıldırım Caddesi no:112 Balat adresinde görülebilir.
1 Mavor, C. (1996). Pleasures Taken: Performances of Sexuality and Loss in Victorian Photographs. London: I.B. Tauris.
2 Cameron, C. (1835) And Essay on the Sublime and the Beautiful. CreateSpace Independent Publishing Platform
3 Bingaz, S. (2015) Balat. Available from <http://oktemaykut.com/exhibition/silva-bingaz-balat/>
4 Tateshots: Nan Goldin. (2014) London. Tate Museum. 6 min. Available from <www.channel.tate.org.uk>