Sanat yaşamında 30. yılını kutlayan LUKA ile insanın en temel meselesi olan öz kavramına odaklandığı çalışmalarından oluşan, 26. kişisel sergisi “ÖZ” üzerine konuştuk.
Sanat yaşamınızın 30. yılına özel 26. kişisel serginiz “ÖZ” Red Rouge Art Galeri’de açıldı. Her bir sergi, size sanatınızı ifade etme konusunda farklı bir deneyim sağlıyordur. “ÖZ” sergisinin oluşum süreci ve sizin için anlamını dinlemek isteriz?
Hayat anlamını bulduğu kadar değerli… Her bir sergi ya da etkinlik, sanatçı için kendini ifade aracı olarak görülse de izleyiciye sunulan her bir eser de kendi özünü görmeye denk geliyor. Bu bağlamda “ÖZ” sergisi aslında kendimle baş başa olma hâlini, sakin bir zihinle kendime odaklanmamı ifade ediyor. Ama izleyiciyle paylaştığım aşamada onların enerjisiyle bakabilmeme ve kendimi yeniden analiz etmeme alan açıyor.
Yaş aldıkça insanın kendini dinlemeye ve kendi iç dünyasının dinamiklerini sorgulamaya ihtiyaç duyduğunu fark ediyorum. “ÖZ” sergisi Kanada’da bulunduğum süreçteki araştırmalarımda aidiyetlik sorgulamasıyla ön plana fırlayan bir duygunun sonucudur. Daha önce kültürel kodlar ve Anadolu’nun kültürel zenginliğini bireysel olarak sorgulama ve bu hassasiyetimi ifade etme konusunda birçok etkinlik gerçekleştirmiştim. “ÖZ” sergisinde belki de yurt dışında olduğum dönemin etkisinden kaynaklı olsa gerek daha çok kendime odaklandığım bir sürecin yansıması olarak renk ve biçim anlamında böyle bir dışavurum gerçekleşti.
“ÖZ” sergisinin manifestosunda bahsedilen sihirli evren kavramını resimlerinizde nasıl yansıtıyorsunuz?
Çalışmalarımı hiçbir plan yapmadan sezgisel bir akış hâlinde ele alma biçimim bana birçok sürprizi yaşatıyor. Yaşamda biriktirmiş olduğum bilgi ve tecrübeleri, 30 yıllık yoğun sanatsal yetkinliğimle birleştirip kendimi konsantre bir şekilde akışa bırakıyorum. Kontrolü yetkinliğimde olan sanatsal üretim biçimim, sihirli evreni yaşamamı sağlıyor. O evrenin şaşırtıcı sürecindeki sihir ve ilhamın akışkanlığının sonuçları, “ÖZ”de benim ve eserlerimin çıkış aşamasındaki gizemi ortaya çıkarmış oluyor.
Her bir eseriniz, hız düzenine karşı durabilme cesaretinizi simgeliyor gibi görünüyor. Bu cesaretin sanatınızın özündeki rolünden bahseder misiniz?
Serginin manifestosunda geçen bir ifade olarak her bir eserin, hız düzenine karşı durabilme cesaretinin yeniliğe açık, kuralları kendince yaşayan ve aslında öznel olan sanatsal kuralların ya da disiplinin kendine göreliğini ele alma biçimiyle ilgili olduğu söylenebilir. Uluslararası her etkinliğim, bu cesaretimi artırmakla kalmıyor aynı zamanda kendi sınırsız ve yenilikçi yaklaşımımı desteklemiş oluyor. Sanatta olabildiğince farklı anlayış var ve herkes kendini bir başkasına dikte etme eğiliminde. İşte bu eğilimlerin hepsini reddederek aldığım klasik eğitim kurallarının üstüne kendi sanat anlayışımı özgür bir şekilde inşa etmiş oluyorum.
Doğanın içinde konumlandırdığınız figürler, izleyiciye bir varoluş biçiminin temsilini andırıyor. Bu temsil, insanın içsel dünyasındaki gizli bir dünyayla nasıl bağlantılı?
İnsanı ya da kendimi bir metafor olarak konumlandırdığım figürler, insanın mayası olan doğanın içinde özne olarak varlığını temsil ederken; aynı zamanda kendi hammaddesiyle olan ilişkisini de sorguluyor. Varoluş yolculuğumuzun çeşitli dış etkenler nedeniyle sapması, çağımızın dayattıklarından kaçılmasına ve bunların sorgulamasına dönüşüyor.
Figürlerinizi çok katmanlı zeminler üzerine konumlandırma sürecinizde hangi düşünsel süreçleri takip ediyorsunuz? Bu katmanlar arasındaki ilişki, sizin için hangi anlamları taşıyor?
Dünyanın başlangıcından beri doğa çeşitli jeolojik değişimler yaşıyor. Arkeolojik alan olarak yeryüzü katmanlar hâlinde yaşanmışlıklarla bizleri şaşırtıyor. İnsan olarak biz de biyolojik ve ruhsal yönden değişiyoruz. Yani aslında hem figür hem de doğa, bu anlamda paralel bir evren gibi benzeşik özellikler gösteriyor. Doğanın tarihi, insanlık tarihinden önce olduğuna göre önce doğayı, sonra figürü konumlandırıyorum. Ortaya çıkardığım doğanın derinlik ve algısının psikolojik etkilerine uygun bir duruş ya da eylemle figürü konumlandırıp betimliyorum.
Sanat yaşamınızın 30. yılına özel olarak düzenlediğiniz “ÖZ” sergisinin, önceki sergilerinizle nasıl bir devamlılık ve ayrım gösterdiğini düşünüyorsunuz?
Sergilerimin neredeyse tamamında beni ruhsal olarak besleyen Anadolu içindeki çok kültürlü ortamın sağladığı kendi sorgulamalarımı farklı teknikler hâlinde sundum. “ÖZ”de kişisel sorgularımın gelişimi üzerine odaklanıyorum. Zaman zaman dolaylı zaman zaman doğrudan ruhsal evrenimin kodlarına yoğunlaşıyorum.
Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyorsunuz. Akademik kimliğiniz ve sanatçı kimliğiniz arasındaki etkileşimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanat alanında hem akademik hem de sanat kimliğimle yer almayı, bilgi ve tecrübelerimin sürekli olarak yenilenmesi açısından önemsiyorum. Sahada ve akademide olmak, öğretirken öğrenmeyi, uygularken yeniden beslenmeyi sağlıyor. Güncelimi, heyecanımı zinde tutmama olanak tanıyor.
“ÖZ” sergisinin sona ermesinin ardından, gelecekteki projelerinizde ve sanat çalışmalarınızda hangi temaları keşfetmeyi düşünüyorsunuz?
“ÖZ” sergisi, sanat yaşamımın 30. yıl kutlamalarının ilk basamağını oluşturuyor. Bu kutlamanın doğum günüme denk gelen versiyonunu 23 Ekim 2024’de gravür ve karışık teknikten oluşan “Unique” (eşsiz/tek) kağıt işlerim ile yapacağım. Kutlamanın son kısmını ise Kanada’dan gelen önemli bir teklif üzerine bu yılın sonlarında Vancouver’da seyyah teması üzerine temellendirdiğim bir sergi ile taçlandırmayı hedefliyorum.
LUKA’nın “ÖZ” sergisini 17 Şubat’a kadar Teşvikiye’de yer alan Red Rouge Art Galeri’de ziyaret edebilirsiniz.