Sanatçı Cem Sonel ile dijital tabanlı seri işleri ve grafitileri dahil olmak üzere farklı tekniklerde üretilmiş çalışmalarından oluşan kapsamlı kişisel sergisi “Bir ve Sıfır İki Eder” üzerine konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde yeni kişisel sergisi “Bir ve Sıfır İki Eder” ile Anna Laudel’de sanatseverlerle buluşan Cem Sonel, üretimlerinde kullandığı sanat pratikleri ve malzemelerle dikkat çeken bir sanatçı. Neon, plastik şişe, kapak, kod gibi birçok farklı türden malzemeyi/bileşeni işlerinde kullanan Sonel ile sanat pratiği, yeni kişisel sergisi ve işlerindeki varlık-yokluk meselesi üzerine konuştuk.
Yeni kişisel serginiz “Bir ve Sıfır İki Eder” Anna Laudel’de sanatseverlerle buluşuyor. Bu sergide “0” ile “1” üzerinden izleyicileri uzun bir yolculuğa çıkarıyor ve dijital dünya ile sıkı bağlar kuruyorsunuz. Öncelikle bu serginin oluşum sürecinde “0” ve “1” size nasıl ilham oldu, fikir nasıl gelişti?
Uzun bir süredir üzerine düşündüğüm, arkadaş ortamlarında tartıştığım, ara sıra felsefe, psikoloji, matematik gibi farklı dallardan okumalar yaptığım bir konuydu varlık-yokluk ilişkisi. Vardığım yerde kavradığım; olmak-olmamak, varlık-yokluk veya 1-0 olarak ele aldığımız bu ilişkinin aslında birbirlerini tamlayan, nitelendiren zıtlıklar olduğu ve aslında pratikte basit gibi görünen bu ilişkinin de içerisinde bulunduğumuz gerçekliği ve kapsadığı alt gerçeklikleri oluşturan bir kaynak kod olduğuydu. Derininde pek çok manayı barındıran bu ilişki hayatta koymaya çalıştığım her düzlemde çalışabilecek şekilde kendini var edebiliyordu. Ben de kendi pratiğimde bu ilişkiyi Türkçe karşılığı “Fetih Kodu” anlamına gelen “Code of Conquer” ismini verdiğim proje ile görselleştirerek araştırma kararı verdim. Bu seride birbirinin zıtlıklarından beslenen ve kendini bu şekilde var eden, anlamlandıran bir takım görsel araştırmalar görüyorsunuz. Bu araştırmalar içerisinde günümüz bilgisayar teknolojisinin üzerine temellendirildiği dijital 1’ler ve 0’lar olduğu gibi geleneksel yöntemlerle oluşturduğum analog 1’ler ve 0’lar mevcut ve bu mevcudiyet bir diğerinin varlığını reddetmeden her ikisini de aynı düzlemde var ettiğim ve benim yarı dijital diye adlandırdığım, aslında günümüzü de temsil ettiğine inandığım eserler olarak ortaya çıktı.
Tabii bir de benim yıllardır sokak üretimlerimin kimliğini oluşturan aslında duygusal ve psikolojik durumlarıma gönderme yapan, daha eğlenceli ve samimi tarafımı yansıtan ve benim olduğu kadar serginin de merkezinde yer alan çalışmalarım var. Yani izleyici bir seferde iki sergi deneyimleyebiliyor. Sergi ismine karar verme aşamasında, birbirine zıt gibi görünen ancak birbirini reddetmeden bu zıtlıktan beslenen eserlerime; sokağı zemin yani “sıfır” olarak ele alıp ve aslında galerinin tesadüfen “birinci” katında yer alacak serginin isminin “Bir ve Sıfır İki Eder” olması her açıdan güzel bir gönderme olacağına kanaat getirdim ve böylelikle ortaya çıkmış oldu.
Sergi metniniz geçtiğimiz aylarda Anna Laudel’de sanatseverlerle buluşan bir diğer Ankara merkezli sanatçı Ramazan Can tarafından kaleme alındı. Sanatçılar arasındaki bu etkileşim ve ilişki de oldukça önemli. Bu noktada Ramazan Can’ın sergi metni ve onunla iletişiminiz üzerine ne söylersiniz?
Ramazan Can ile süregelen güzel bir dostluğumuz var. Atölyelerimiz bilinçli olarak birbirine çok yakın. Ankara’nın Ayrancı semtinde aynı jenerasyondan farklı disiplinlerden pek çok sanatçı bir süredir atölyelerini burada konumlandırıyorlar. Birbirimize yardımcı olabildiğimiz her konuda destek olmaya özen gösteriyoruz. Bu bazen yeni bir teknik veya malzeme deneyimlerken bu deneyimi birbirimizle paylaşmak oluyor bazen kendi atölyemizde bulunmayan bir aleti bir diğerinden istemek bazen de “hadi kahve yaptım gel” kadar samimi ve içten bir ilişki hâlinde ilerliyor. Birbirimizin üretim arzularından besleniyoruz. Fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Bu serginin her aşamasında Ramazan tüm tecrübesini sağ olsun benimle içtenlikle paylaştı. Sanat üretimini hep sokakta yapmış bir sanatçı olarak bana galeri kültürüyle ilgili pek çok yeni şey öğretti. Kısaca mentorum oldu da diyebilirim. Ve uzunca bir süredir üretimlerime her açıdan şahit olan Ramazan ricamı kırmadı, sürece hâkim bir dış gözlemci olarak sergi metnimi kaleme alarak beni onurlandırdı.
“Bir ve Sıfır İki Eder” çerçevesinde dijital tabanlı seri işleriniz ve grafitiler de dâhil olmak üzere farklı tekniklerde ürettiğiniz çalışmalarınızı kapsamlı bir şekilde görmek mümkün. Serginin oluşum sürecinde izleyicilerle buluşmasını istediğiniz işlere nasıl karar verdiniz ve bu kapsamlı işler nasıl gün yüzüne çıktı?
Bu benim için serginin ismi gibi ikilem dolu bir süreçti. Sonucunda hepsinin “ben” olduğuna karar verdim. İlk kişisel sergimin de üretimlerimi bölmeden bütünüyle izleyiciyle buluşmasını istedim. Bu istek doğrultusuyla yerleşimi kurguladık ve sonuç da oldukça içime sindi. Umarım izleyici için de beni anlatabilen bir sergi olmuştur.
Serginin ana hatlarıyla “sıfır” ve “bir” üzerinden hareket ederek varlık, yokluk, görece hiçlik gibi kimi kavram ve felsefî tartışmalar üzerinden hareket ettiğini söyleyebiliriz. Peki bunca kapsamlı tartışma, kavram ve mesele hangi yönleriyle sizin işlerinize etki etti? Sizi bu konular üzerine düşünüp özel işler üretmeye iten belirli meseleler oldu mu?
Hayatı düşünsel olduğu kadar görselleştirerek de anlamaya, anlamlandırmaya çalışan bir sanatçıyım. Bu kişisel çıkarımları üretimlerimle paylaşmaya çabalıyorum. Ancak anlatmak istediklerimle karşımdakinin düşüncelerinin, o anki ruh hâlinin birleşerek zenginleşmesini umuyorum. Bazen aslında bu benim için çok derin olan bir duyguyu veya süreci eğlenceli olarak paylaşmayı ve o samimiyeti bir iletişim aracı olarak kullanmayı gerektiriyor bazen de bir anlık yakaladığım bir çıkarımı soyutlayarak izleyicinin kendi çıkarımlarıyla zenginleştirmesini bekleyerek gerçekleşiyor. İşlerimde benim yola çıktığım meselelerden daha çok bu meseleleri sanat aracılığıyla paylaştıklarımla meselelerin hangi boyuta geleceği beni daha çok heyecanlandırıyor.
Sanatsal üretimlerinizde genel olarak sokaktan beslendiğinizi ve gündelik hayat ile algoritmalar arasında sıkı bağlar kurduğunuzu söyleyebiliriz. Siz bu bağları nasıl inşa edersiniz? Gündelik hayat ve algoritmalar, sizin üretimlerinizde nasıl birleşti?
Algoritmaları, her seferinde aynı sonuca ulaşmamızı sağlayan sıralı işlem bütünü olarak tanımlayabiliriz. Yani aynı malzemeleri aynı sıra ve oranda ekleyerek yaptığımız yemek her seferinde aynı lezzette olacaktır. Bu da algoritmaların aslında hayatımızın her yerinde biz onu fark etmeden çalıştığının bir göstergesi. Biz hayatı kolaylaştırmak için algoritmaları oluşturuyoruz. Bir de hayatın kendi oluşturduğu algoritmalar var. Buna örnek olarak hücresel otomatları (Cellular Automata) gösterebiliriz. Çok teoriye girmeden basitçe anlatmam gerekirse; bir hücrenin bir an sonra bir mi, sıfır mı olacağını belirleyen şey onun o anki komşularının bir veya sıfır olma durumlarıdır. Yani kapıdan yeni biri girdiğinde iki kişi de artık yeni birer insan olarak hayatlarına devam ederler. İhtimaller artık bu konumlara göre şekillenir. Yani hayat kartları her an, her karşılaşmada yeniden dağıtır. Hayat oyunu ismi de verilen bu teoriyi araştırdıkça karşılaştıklarım da beni bu teorinin giderek derinine çekti. Bir kertenkelenin sırt desenini oluşturan bu algoritmaydı veya toplumların yayılmasında da bu algoritma çalışabiliyordu. Hayatın bu kadar içinde olan matematiği yine hayatın özünü oluşturduğuna inandığım olmak-olmamak kavramıyla ele almak bu hayatın içinden bir sanatçı olarak üretimlerime motivasyon kaynağı oldu diyebilirim.
Varlık ile yokluk üzerindeki bireysel çatışmalarınız aynı zamanda tüketim kültürüne dair de ciddi eleştiriler içeriyor. İleri dönüşüm projelerinden murallara, “Code of Conquer”deki dijital tabanlı işlerden diğer serilere, tüketim kültürü hangi yönleriyle ve nasıl sizin işlerinize dâhil oldu?
Tüketim kültürünü direkt olarak eleştirmeliyim gibi bir istekle ortaya çıkmış çalışmalar değiller aslında. Daha ziyade tüketim çılgınlığının ve bu çılgınlığın sonuçlarının farkında olan bir birey olarak neyin çöp olduğuna doğru karar vermeye çalışıyorum. Bu da atölyemde atmadıklarımdan oluşan bir malzeme kütüphanesine dönüşüyor. Bazen bu kütüphaneden birikmiş malzemeleri alıp üretimlerimde kullanıyorum.
Sergi çerçevesinde pizza kutularından boya şişelerine ve hatta plastik kapaklara kadar birçok nesneyi kullanarak onları birer sanat eserine dönüştürüyorsunuz ki bu da sanatın hemen her yerden ne kadar güçlü bir şekilde beslenebileceğini bize yeniden hatırlatıyor. Bu durumu tüketim kültürü veya geri dönüşüm meselelerine birer tepki olarak görebilir miyiz? (Yoksa daha farklı, bireysel nedenler mi söz konusu?)
Sokakta büyümüş ve bu süreç sanat güdüsüyle bir noktada kesişmiş bir sokak sanatçısı olarak sokağa atmak yerine ona geri kazandırmanın yollarını kendimce arıyorum. Boşalan sprey kutularını atmayarak onları yeni sanat nesnelerine dönüştürmek, geliri ile dolu kutular alıp yeniden sokak boyamak kendi içinde devinen bir proje oldu benim için. Aslında bireysel anlamda hepimiz kendi ileri dönüşüm döngülerimizi benzer şekilde oluşturabiliriz. Tek yapmamız gereken daima yeni ihtimallerin bilincinde olarak kararlarımızı almak.
Sprey boya kutularını boyayarak ürettiğiniz işlerdeki yüz ifadeleri, saçlar, şapkalar, biçimler izleyiciye cinsiyetten âri farklı bir kimlik modelinin de var olabileceğini hatırlatıyor ki bu konu son yıllarda daha zengin bir şekilde sanatsal üretimlerde de işleniyor. Sprey boya kutularındaki yüzler, onların cinsiyetleri ve oluşumlarının/var olmalarının sizdeki anlamı/karşılığı nedir?
Sprey kutularındaki karakterler benim bir süredir sokakta yaptığım “bombing” diye tabir ettiğimiz gerilla yöntemle uygulanan karakterler aynı zamanda. Cinsiyetten bağımsız olmaları aslında toplum dediğimiz şeyin bir cinsiyetinin olmadığı anlayışıyla ortaya çıktı. Bu karakterlerin sokak gibi topluma hemzemin oluşturan içerisinde hiyerarşiyi felsefe olarak barındırmayan ancak aynı kuralları ayrıştırmadan her birey için geçerli kılan bir ortamda mekâna uyum sağlayan karakterler olduğuna inanıyorum. Gri boş bir duvara zıtlık oluşturacak oldukça renkli karakterlerin bu zıtlığı sağlarken çevresiyle de uyumlu olmasına özen gösteriyorum diyebilirim.
Yine işlerinizi imzalama biçiminiz de oldukça dikkat çekici. İmza olarak adınızı yazmak yerine bir üçgen ve üçgenin etrafına noktalar bırakıyorsunuz. Bu işaretin/imzanın anlamı nedir?
İmza olarak adımı veya bir mahlas yazmamamın sebebi aslında sokakta kimliğime direkt ulaşmasını istemediğim kişilerin her hangi bir harfe karşılık gelmeyen bu sembolle bana ulaşamamaları isteğiydi. Geçmiş sokak tecrübelerimle planlı olarak tasarladığım bir şey bu. Sokağa resim yapmanın hâlen yasal olmadığı günümüzde takdir edersiniz ki bu eylemi süreklilikle sağlamanın bir takım sakıncalı yanları var. Bir de tabii bundan 10-15 yıl önce daha az kabul gören bir şeydi sokak sanatı. Siz duvarı boyarken sanatla ilgisi olmayan biri sizi anlamaya çalışmadan polise şikayet edebiliyordu. Şimdilerde ortam daha yumuşak. Toplumun kabul ettiği gibi yıllardır işlerimizi kapatan belediyeler de artık bizi etkinliklerine davet ediyorlar. Yani ortam bir hayli değişti. Ancak hâlen konuya uzak olanlar için hiç bir şey ifade etmeyen imzamın konuya biraz hâkim kişiler için bir aşinalık, konunun içinden insanlar için de bir kimlik oluşturmasını seviyorum.
Sebebini henüz tam bulamadığım şekilde üç sayısına takıntım var ve dolayısıyla üç noktanın geometrideki alan karşılığı olan üçgene. Hâlen nedenini araştırıyorum. Çok farklı tesadüflere şahit oluyorum. Bir gün tam ne anlama geldiğini bulursam sizinle de paylaşırım. :)
Son bir soru olarak neon da üretimlerinizde önemli bir yer tutuyor. Neon’u kullanış biçiminiz ve eserlerinizde kapladığı/kapsadığı yer üzerine ne söylersiniz?
Güncel sanatta neon işi olmayana sanatçı demiyorlarmış. :) Şaka bir yana, yeni malzemeleri deneyimlemek, bu deneyim sırasında malzemeyi zorlamak oyunun bence keyifli taraflarından biri. Çalışmalarımda neonu da bir amaç olarak değil de yine tamamlayıcı bir araç olarak kullanıyorum. Floresan renkler ile mavi neonun tıpkı black lightta olduğu gibi tepki verdiğini fark ettim. Neonlu çalışmalarımda floresan renkler ile standart renklerin bu ışıkta farklı sonuç vermelerini istedim. “Kuru kelle” ismini verdiğim seriye sadece kendi ışığı altında bakarsanız röntgen benzeri negatif bir etki görüyorsunuz. Eğer tüm çalışmalarıma yalnızca mavi neon veya black light altında bakarsanız benzer başka bir boyuta erişebilirsiniz. İzleyiciye buna benzer keşifler vermek bana eğlenceli geliyor. Sevgiler.