İnsanın kendini tanımlaması biraz zordur biliyorum ama sizi tanımayanlar için Rahşan Düren kimdir? Anlatabilir misiniz?
Zor bir soru. Bu mekânda ve bu ortamda sorduğunuz için iki kimliğim var diyebilirim. Öncelikle hekimim ve yaklaşık 10 yıldır da profesyonel sanatın içindeyim. Bir yıldır da enstalasyona geçmek gibi bir hedefim oldu; bunu başlattım ve devam ettirmek istiyorum. Büyük çapta, tarihi alanlarda sanat yapmak istiyorum. Onun dışında 10 yıldır Türkiye’de, İstanbul’da yaşıyorum. Danimarka doğumluyum, Almanya, İsviçre ve İtalya’da büyüdüm. Tıp bölümüne eş zamanlı olarak sanat tarihi ve siyasal bilimler okudum. Bazen iki işe yoğunlaştığınız zaman birisini tam yapamıyorsunuz; ben de bazen tıbba bazense sanata eğildim.
Duygusal bir sebepten Türkiye’ye geldim, burada evlendim; başka türlü gelmezdim. İtalya’da kalırdım, o zaman bana çok güzel gelmişti. Burada büyük bir hastanede çalışıyorum. Aynı zamanda Neurobilim üzerine kendimi geliştiriyorum.
Sağ beyin eğer sanatsal beyin ve sol beyin analitik beyinse ben o iki beynin senteziyim. Onun dışında yenilik arayan, yenilik katan, coşkulu biriyim. Çabuk sıkılırım. Çok fazla sosyal hayata karışmam.
Gerçekten sosyal hayata karışmayı sevmiyor musunuz?
Anti-sosyal biri değilim sadece boşa zaman geçirmeyi sevmiyorum. Davetleri, ortak yemekleri sevmem. Hayatımda ailem var, mesleğim ve bir de sanatım var. Bunlar beni dolduruyor.
Aldığınız eğitimlere baktığımda tıp, felsefe, sanat tarihi, siyaset bilimini görüyorum. Bunlar birbirinden çok farklı branşlar, eğitim hayatında eş zamanlı okumak oldukça zor olsa gerek...
İnsanlar bunu çok zormuş gibi algılıyor ama inanın çok güç bir şey değil. Benim okuduğum ülkede bu olasılık vardı. Ben de felsefe ve sanat tarihi bölümlerini okumak istedim; çünkü çok yetenekliydim sanatta. Seviyordum da o kendisini hep dayatırdı bana. Çok iyi dikiş dikerim, çok iyi heykel yapardım sanatın her alanıyla ilgilendim. Bir ara moda tasarımı mı okusam , mimarlık mı okusam dedim. Hatta mimarlık fakültesine yazıldım iki aydan sonra “Zamanım yok buna” dedim. Yapmak istediğim şeylerdi bunlar.
Psikiyatri yokken bin yıl evvel insanları tedavi eden felsefeydi. Sonra felsefe psikiyatri oldu. Aslında bunlar çok ayrık şeyler değil. Psikiyatri-sanat, psikiyatri-felsefe, psikiyatri-sanat tarihi hiçbiri birbirinden ayrı şeyler değil. Tıp belki daha ayrı gözüküyor olabilir ama aslında ikisi de insanla uğraşıyor, insanın var oluşuyla uğraşıyor.
İkisinin de beni tamamladığını düşünüyorum. 16 yaşında daha hayatımda “Psikiyatri okuyacağım” diye bir şey yokken Freud’un bütün eserlerini okumuştum. Sonra tıp çok sıkıcı geldi, tamamiyle reprodüksiyondu, ezbere dayalıydı. Biraz zihnim ve algım gelişsin diye ikinci bir major soktum. Bu arayış dürtüsü bende asla kaybolmadı. Hep bir yürüme, devam etme enerjisi.
Bundan önce farklı yerlerde altı sergi gerçekleştirdiniz. Şu anda İstanbul’un en önemli tarihi mekânlarından birindeyiz. Haydarpaşa Garı için “Anadolu’nun Batı’ya açılan kapısı denir”. Sizin de “E-Motions” adlı enstalasyonunuz ve “X-Tensions” adlı serginiz Haydarpaşa’da izleyiciyle buluşuyor. Bu mekânı nasıl seçtiniz?
Tam bir buçuk iki yıl evvel Contemporary Istanbul’a katıldıktan ve dünyada bir iki fuarı gezdikten sonra ben artık öyle bir sanat dünyasında olmak istemediğime karar verdim; çünkü beni mutlu etmiyordu. Ben sanatı hayatıma beni mutlu etsin diye koydum ve ilk önceliğim bundan haz almaktı. Ve ben bundan haz alamadığımı fark ettim. O zaman bir işe çevirdiğiniz vakit sanatı çok daha farklı motivasyonların aracı oluyorsunuz. Ben alım-satım, beğeni-talep üzerine sanat kurmak istemedim. Kendim için bunu doğru bulmadım. Mutlu da etmedi beni. Koleksiyonerler tarafından toplanıyor olmak, resimlerinin satılıyor olması hiçbir şey ifade etmiyor. Maddi değilmiş benim aradığım. Belki çok idealist bir şey söylüyorum ama samimi söylüyorum. Kendime bu işi tam yapacaksın hayalin gibi, istediğin gibi yap dedim.
Haydarpaşa’da sergi bir anlamda sizin hayalinizde öyle mi?
Burayı da kendim için yaptım. Doğru yerde, doğru şeyi koyma peşindeydim. İstanbul hakkında bildiğim üç mekân var: Topkapı, Dolmabahçe ve Haydarpaşa. Bunların içinden bir yeri seçmeniz gerekse nereyi seçerdiniz? Halkın gittiği yeri seçerdiniz. Bir de burası gerçekten toprağın bittiği, Anadolu’nun bittiği çok absürd bir yerdir. Deniz kenarında bir gar, o yol devam etmiyor. Burası Türkiye’nin tarihidir aslında. Bütün filmler bir şekilde burda geçmiştir, bütün yazarlar burayla ilgili bir şeyler yazmıştır. Buradan büyük siyasetçiler geçmiştir. İnanın çok fazla düşünmeden orası olsun dedim sadece. Herkes bana güldü önce; çünkü burası kültürel faaliyete adanmış bir alan değil. Zamanlama önemli bir şeyse benim burayı arzuladığım zaman burası devre dışı kalmıştı. Dolayısıyla geldim, “Ben burayı istiyorum” dedim ve “Olur veriyoruz ne yapmak istiyorsun?” dediler. Bilmiyorum, dedim. Gerçekten bilmiyordum, o güne kadar resim yapan biri olarak resim koyacağımı düşündüm. Tarihte ilk defa böyle bir izin verildi, kolay da çıkmadı tabii ki. Kimse bugüne kadar neden istememiş diye de sordum kendi kendime. Onu da bilmiyorum.
Ne kadar zaman önce başladı bu serüven?
Bir yıl evvel düşündüm, bir yıl evvel izin için konuştum, altı ay evvel izin çıktı. Aralık ayında buraya geldiğimde ve dolaştığımda “Buranın hakkı resim değil” dedim. Burayı hissettiğimi düşünüyorum. Buradan hiç geçmedim, buraya dair hiç anım yok. İnanın hayatımda ilk defa izin çıktıktan sonra burayı gördüm. Burası doğruymuş, dedim. Aslında ben size büyük bir aşk anlatıyorum. Buranın hakkı harekettir, buranın rengi altındır, dedim. Ve ondan sonra enstalasyon çalışmaya başladım. Olağanüstü zevk aldım. Doğru insanlar karşıma çıktı. Duyan bu projenin içinde olmak istedi. Mimarından müzisyenine kadar. En az ilişkisi olan benim ama hep hakkını vermek için savaştım. Öyle bir şey olsun ki “Neden bu burda duruyor?” demesinler. Alanı örtmesin alanın altını çizsin, bir fiyonk taksın. Alana anlam katsın, düşündürsün. Bütün bunları düşündüm, gönüllü çalışanlar vardı ama bu projeyi tek başıma yaptım. “Nasıl sadece enstalasyon koyarsın, sen yıllardır resim yapıyorsun?” dediler.
Baş döndürücü bir etkisi var.
Başından beri siyah-beyaz olması gerektiğini, çerçevelerin böyle olması gerektiğini biliyordum. Kafamda hazırdı. Bu kadar etki yaratacağını, insanlar tarafından bu kadar sevileceğini beklemiyordum. Burada hiçbir ticari yaklaşım yok, aksine ciddi bir para yatırıldı buraya. Ama hep derim, birileri kendine araba alır birileri taşlı saat alır birileri gider dünyayı dolaşır ama ben bunu yapardım, yaptım da. Benim kendi lüksüm bunu yaşamaktır. Eğer birgün Haydarpaşa Garı müze olursa sen başlatmış olacaksın dediler. Bunlar hayatta çok büyük doyumlardır. Ziyaretçiler arasında kırsal kesimden gelenler de var yabancı turistler de. Yapılan sanatın dünya çapında olmasını hedefledim. Tamamıyla kendi arzularımı yaşadım, çok değerli bu benim için. Çok kişi “Bundan sonra ne yapacaksın? Bunun üstüne ne koyabilirsin?” dedi. Bunu düşünmüyor değilim, ama bir şekilde bir şeyler bulurum.
Ben bu enstelasyonun ruh kattığını düşünüyorum buraya. Bazıları agresif görse de ben hiçbir agresiflik görmüyorum aksine ayin gibi.
Sizin daha önce buraya gelmeden bu sergiye karar verdiğinizi bilmiyordum. Daha önce enstalasyonunuzu gördüğümde onu Haydarpaşa’nın iki yıl önceki tren düdüklerinin öttüğü, karmaşanın hakim olduğu zamanlarıyla özdeşleştirdim. Kendi içinde düzensiz hareketlerin bir düzen oluşturması, müzikle birleşmesi bana trene koşan kitlelerin dinamiğini hissettirdi. Siz de böyle düşündünüz mü?
Belki bu garı görmedim ama benim hayatım garlarda geçti. İsviçre, Almanya, İtalya’da okumak demek trenle okula gitmek, garlarda beklemek demek. Hayatım oralarda geçti. Ben bu harekete uzak biri değilim. Burayı görmeme gerek yok hissediyorum, Türkiye için büyük bir anlamı olduğunu biliyorum. Şunu düşünüyorum, kırsal bir yerden trenle çıkıp buraya geliyorlar, yoksulluk içinde ve belki bir hayalle. Trenden çıktığınız yere bakar mısınız? Muazzam. Bence orası bir cennet. Kırsaldan gelenin “Acaba bu muazzamlığa sahip olabilir miyim?” coşkusu, kuşkusu…
Benim etkilendiğim şeylerden biri de bundan üç yıl evvel Chanel 5’in reklamı burada çekildi. Buranın turistik değeri çok fazla. Deniz ulaşımı buraya gelmiyor, buraya gelmenin zorluğuna rağmen günde yüzlerde turist garı görmeye geliyor. Bizler tarihimize çok sahip çıkmıyoruz. Haydarpaşa hayalimden evvel bir yer daha istiyordum, yanan Galatasaray Üniversitesi. Orası da yandı. Yanmış bir okul, yanmış bir tarih, kimbilir kaç tane kitap yandı orada. Orası Türkiye dekadansının çöküşünün anıtıdır.
Zorlu PSM küçük enstalasyonlar koymaya başladı, burası olmadan önce bana geldiler. Benim daha enstalasyon deneyimim yoktu. Modern binalarda hiçbir şey hissedemiyorum. Alışveriş merkezi sanatı yapmayacağım dedim. Ben ne yapmak istediğimi biliyorum.
Mekânla bütünleşmeniz gerekiyor çalışmalarınız için, doğru mu?
Kesinlikle, mekân çok önemli. Hatta İstanbul’da iki üç çalışma daha yaptıktan sonra Konya, Mardin ve Anadolu’da yalın ayak bir çocuğun geçtiği kel alaka bir ortamda bir şeyler yapmak istiyorum.
Siz bir galeri sanatçısı değilsiniz.
Evet değilim. Andy Warhol’un çok güzel bir sözü vardır, kendisi de tartışılır biridir de aslında ama sözü güzeldir: “Bir gün müzeler alışveriş merkezi ve alışveriş merkezleri müze olacaktır.”
Bu serginin ismi “X-Tensions”, gerilimin sona erdiği bir nokta. Neden “X-Tensions” demeyi tercih ettiniz?
Ben her şeyi bütün olarak algılıyorum. Çiçekleri böcekleri sevmiyorum, bütün odamı böyle yapar yatarım da. Bu benim gustom. Bir diğer sebebi de burası içerideki enstalasyonun kağıda tercümesidir. Kargaşa var, başlangıç var, sonuç var, coşku ve öfke var. Orada da var bunlar ama orada farklı burada farklı hissediliyor, ben öyle düşünüyorum. Bir bütün bunlar.
Eserlerinizi üretirken kendinizi soyutlar mısınız, kapatır mısınız dışarıya?
Yaklaşık bir yıl evvel kendimi ormana kapattım. Resim yapmakla ilgili bir şey değildi. İnsanlardan sıkılmıştım, Nişantaşı’nın kalabalığı artık bir yerden sonra boğdu beni, kimseyi görmek istemiyordum. Ormanda bir atölyem var, ikinci bir evi göremiyorsunuz. Herkes bana şaşırır o konuda. Ne kadar canlı, neşeli gibi görünsem de aslında içine kapanık biriyim. Sanatı üretmek için benim ilhama ihtiyacım var ve ilhamı yalnızlıkta buluyorum diyemem. O lambanın nerede, ne zaman yanacağı belli olmaz.
Çok doğrucu bir dünya yok dışarda. Ben mesleğimi, sanatımı, anne olmayı doyurucu buluyorum. Sevmeyi, hissetmeyi, üretmeyi doyurucu buluyorum. Asla site tatili yapan, dinlenebilen biri değilim. Resim yaparken dinleniyorum. Bahçemi sulamaktan zevk alıyorum.
Ruhunuzu kendi üretkenliğinizle besliyorsunuz aslında.
Kesinlikle öyle. Önemli bir dengemdir.
Eserleriniz hep büyük boyutlu, neden böyle tercih ediyorsunuz?
Bunlar en küçükleri hatta. Bilmiyorum, bu şekilde tercih ediyorum. Soyut resmin raconu büyük olması diye düşünüyorum. Daha klasik tarzda resimler küçük olabilir ama soyut resim ekspresyonist, o resim huzursuz kılacak seni ve ne kadar büyükse o kadar huzursuzluk verecek. Soyut dünya enteresan bir dünyadır. Evrenle ilgili çok az verimiz var. Bilinmezlik çok çağdaş bir şey, kaygısız insanın dünyasıdır. Kaygılı insanların hepsi görmek, tutmak, çerçevelemek ister. Bu bilinmezliğe maruz bırakan daha cesurdur.
Bu resimler sizin dünyanızın dışa vurumu diyebilir miyiz?
Benim dünyamın bir önemi yok. Sizinki önemli. Psikiyatride testler vardır soyut/somut resimler gösterirler. Burada ne görüyorsun dediklerinde kişi kendi dünyasını işin içine katarak yorumlamaya başlar.
Dışarıdaki enstalasyon için birisi geliyor Şeb-i Arus gibi diyor. Bir başkası burada şiddet var diyor. Ne o ne o. Soyut dünyanın sonsuzluğu da ordadır. Seninle birlikte gelişir. Burada bazı insanlar gelip yerde yatar, içeride dans eder. Derin bir sergi olduğunu düşünüyorum. Elbette beğenilebilir beğenilmeyebilir ama bir alışveriş var.
Sizin bir beklentiniz yok insanlardan.
Öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Bienalin etkinlikleri arasına girdi burası. Bu sebeple daha profesyonel bir izleyici grubuna sunulacağı için tanıtım yazısının özel biri tarafında yazılması istendi. Sergiyi Cem Akaş yazdı. Çok ilginç bir yazar, o da tam sağ/sol beyinli biri. Yazar aynı zamanda mühendis. Kendisiyle bizzat tanışmadım, buraya bir sabah gelmiş ve kendi hissiyatını yazmış. Mesela onun dediğini referans alıp herkes aynı şeyi hissedebilir. Bir referans noktası koymak da lazım bazıları bir şey bilmek istiyor ve doğru insanın yazması etkili oldu diye düşünüyorum.
Bu enstalasyonu başka bir garda hayal edebiliyor musunuz?
Bu enstalasyon burası için yapıldı. Ama Venedik’e koyasım var. Köln Garı kesinlikle olmaz. Eski, tarihi garları seviyorum. Bunu insanların geçerken görmesini isterim.
Bienal kapsamına dahil edildiğinde ne düşündünüz?
Geldiklerinde iki şey söylediler muazzam bir lokasyon ve harika bir enstalasyon. Bu sebeple bienalin bir parçası olmasını istediler.
Bundan sonraki enstalasyon projeleriniz nedir?
Bunun için mekânı görmem, mekânı hissetmem lazım. Enstalasyon mekânla bütünleşir. Her yere giremez. Her mekânın başka bir dili vardır. Bu benim bir ilkti, çok keyifliydi.
Sergi ve enstalasyon kasım ayına kadar Haydarpaşa Garı’nda ziyaret edilebilir.