Francesco Albano bundan birkaç sene önce neredeyse canlı gibi gözüken heykelleriyle tanındı. “Alacakaranlık Anı” isimli Türkiye’deki ilk kişisel sergisiyle geniş kitlelerin ilgisini çekmeyi başaran Albano, bugünlerde Öktem&Aykut’taki “Bir Ada İhtimali” isimli sergisiyle adından söz ettiriyor.
Türkiye’deki ilk kişisel sergisinde heykelleriyle gece ve gündüz arasındaki ince çizgide duran alacakaranlık anını ve insan bedeninin o anda kalırken sergilediği tinsel referansları imgeleyen sanatçı, ortaya koyduğu formlarda zihnin algılayamadığı tüm potansiyel ve fiziksel olanakların varlığına ışık tutmuştu. Şimdiyse tükenmez kalemin mavisiyle zihnin kapalı kapılarını aralıyor. Sanatçıyla kütlesini yitirmiş beden formlarından yola çıkarak ürettiği heykellerin ardından yaşadığı kişisel gelişim sürecinden ve son serideki tükenmez kalemle yaptığı tinsel dünyasının kapılarını aralayan portrelerinden konuştuk.
Bu sergide hem yeni işlerinizden hem de daha önceki serginizi hatırlatan o meşhur heykellerinizden görmek mümkün. İki farklı döneme ait işlerin birbiriyle olan bağından biraz bahseder misiniz?
İnsan vücudunu defrome ederek yarattığım heykel serisi 2013 yılındaydı. O sırada Galerist ile birlikte çalışıyordum. Ve hayatımda bir çeşit geçiş dönemindeydim. Sürekli hareket halinde olduğum bir süreçti. Ama bu sergide de, o dönemden kalan 2014 yılında yaptığım bir parça var. Ana malzemesi kum ve plastik olan bu parçada aslında yeni sergimin ana fikri sayılabilir. Bu bir adayı anımsatıyor. Bu eseri yaparken bulunduğum yerden olduğum kişiden uzaklaşmak istiyordum. O yüzden bu eserin böyle bir enerjisi var. Ama dünyanin şu anki gündemi düşünülürse bu ada sürekli hareket halinde olan mültecileri ve onların bulundukları yerden, ait oldukları hayatlardan kaçışını da simgeler bir hale geldi…
Ben de öyle düşünmüştüm. Aslında bu eserde ana malzeme olarak kum kullanmanız da oldukça enteresan. Zira kum her ne kadar durağan bir madde gibi gözükse de aslında içinde sürekli hareket eden bir malzeme. Kendine has bitmeyen bir döngüsü ve sürekli yeniden şekillenme özelliğine sahip. Öyle değil mi?
Kesinlikle öyle. Çünkü uzaktan baktığında bakıldığında kumun hareketsiz bir bütün olduğunu düşünülür. Tam aksine kum hareketlidir. Ve bu bakımdan, her zaman bir ada ihtimali ortaya çıkar – biraz durağan biraz hareketli.
Sergideki mavi tükenmezle yaptığınız yeni işlerden bahsedelim biraz da. Bunlar hem dünyanın gündemine işaret eden detayları imgeliyor hem de Picasso’nun Mavi Dönemi’ne gönderme yapıyor diyebilir miyiz?
Aslına bakarsanız tükenmez kalemle yaptığım yeni işlerimi Mavi Dönem ile bağdaştırmak doğru sayılır. Ama ben onları daha çok Hollandalı Rönesans ustalardan ressam Yaşlı Pieter Bruegel’in işlerine benzetmeyi tercih ederim. Çünkü kendisinin doğayı ve çevresindekileri resme aktarışı İtalyan Rönesans ustalarından çok daha farklıdır. Aynı benim bu serideki eserlerde göstermeye çalıştığım gibi Bruegel’in de ‘İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara’ isimli eserine ilk bakıldığında sadece bir açıdan görürsünüz. Ama resimdeki detayları görmek ancak ana detaylardan sıyrılıp arada işlenmiş incelikleri gördüğünüzde meydana çıkar. Ben de tükenmezle yaptığım işlerimde kendi yaşanmışlıklarımı ve kültürel deneyimlerden yola çıkarak aynı şekilde detaylandırma uygulamaya özen gösterdim. Bu bakımdan tükenmezle yaptığım işler eski seride bulunan sosyal ve duygusal baskıların insan bedeni ile tarihsel hafızamız üzerindeki etkilerine odaklanan heykellerimle de örtüşüyor. Zira o heykellerin bir cinsiyeti yok – onlar sadece insan bedeninin temel parçaları olan deri ve kemik arasındaki ilişki ile an’da kalma hissine odaklanan yapıtlardı. An’da kaldıklarında, sadece bir nefeslik bile olsa, beden bir anlığına bulunduğu noktadan kopup geri gelirken deri ve kemiklerin n’apacağını bilmeyen halini imgeliyorlar. Ben bundan fazla ne olduğuyla ilgiyim. O an’da zihnin algılayamadığı tüm potansiyel ve fiziksel olanakların varlığına ışık tutmaya çabalıyorum. Bu yüzden bir önceki sergimin adı “Alacakaranlık Anı”ydı. Ne gece ne gündüz, ikisinin arasında bir yer.
Nasıl yani mavi tükenmez ile yaptığınız işlerinizde bahsettiğiniz alacakaranlık anını ve sizin bu geçiş anında yaşadıklarınızı mı yansıtıyor? Bunu biraz daha detaylı anlatır mısınız?
Evet, demek istediğim buydu. Alacakaranlık anı sanki yepyeni bir güne uyanıyormuşsunuz hissi gibi. Etrafınızdaki şeylerin yeniden şekillenişini hissedebilir, çiçeklerin açmakta olan yapraklarının kokusunu alabilirsiniz, ama dışarısı henüz aydınlık değildir. O yüzden görüşünüz gündüzki kadar keskin olmaz. Mavi tükenmezle yaptığım işlerde tam da bu hissi vermeye çalıştım. Fransızların ‘gözün aldanışı’ diye bir deyimi vardır. Yani bir bakıma alacakaranlıkta gözünüzün gördüğüne inanırsınız. Aynı optik bir izdüşümü gibi… Benim sanatım bu izdüşümünün ve diğer tinsel deneyimlerimin bir araya gelerek oluşturduğu yapılar.
Peki o zaman sanatçının amacı nedir?
Evet, bir sanatçının amacı nedir? Güzel soru. Biz sanatçılar günlük hayatta yaşıyormuş gibi yaparken aslında duygusal dünyamızda çok savaş veririz. Bu savaşlar kim olduğunuzla ve neyle uğraştığınızla ilgili olarak kişiden kişiye değişir. Tabii bu savaşı dışarıya nasıl yansıtmak istediğiniz de değişir… Bütün bunlar bir araya gelip, bir şeyler yarattığımızdaysa, o eser artık bize ait olmaz. O eser bütüne aittir. Örneğin ben işlerimde ruhlar, izdüşümleri ve duru görüşle uğraşıyorum. Bazı sanatçılar içlerindeki güvensiz noktaları dışa vururken, diğerleri de en güvendiklerini yansıtabilir. Aslında sanatçının amacı bütünle iletişim kurmaktır.
Francesco Albano’nun “Bir Ada İhtimali” isimli sergisi 19 Mart’a dek Öktem&Aykut’ta görülebilir.