Katherine Behar'ın Pera Müzesi'nde 16 Ekim'e değin yer alacak sergisi "Veri Girişi", 1980'lerin daha sonra tekrarı da çekilen ve 'analog ile dijital' arasına sıkışan bireyleri işleyenTron, veya Stephen King'in kaleminden uyarlanan sanal gerçekliğe dayalı gerilim ve bilim kurgu türündeki Bahçıvan filmini çağrıştıran bir ışık paletine de sahip. Bu 'sektör'ün, bu âlemin 'sanal hakikat'ini hiç sorgulamamış veya sorgulamaya niyetli olmayanlar için, 'Apple'ların, 'mouse'ların, 'Twitter'ların uçuştuğu elektronik bir cennet bahçesi.
Yeni sanat sezonunu karşılayan Pera Müzesi, 16 Ekim'e kadar sürecek sergisiyle, ABD'li güncel sanatçı Katherine Behar'ın "Veri Girişi"ne imkân tanıyor. Müzede Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi üyesi veya mezunu genç sanatçıların yapıtlarını içeren, Ebru Nalân Sülün küratörlüğündeki "Karşılaşmalar" isimli karma etkinlikle eş zamanlı izlenebilen sergi, organik ve inorganik olanla rasyonel ve irrasyonel olanı birbiriyle çoktan melezlemiş bir dünyanın karşı - ütopyacı, ama empatiden yana, diyalog canlısı koreografisini gözler önüne seriyor.
Eserlerinde toplumsal cinsiyet ve emek konularına odaklanmayı seçen Behar, bu sergi için Suna ve İnan Kıraç Vakfı Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri'ni kendisine ilham kaynağı olarak seçmiş. Bir bakıma bu unsurlar, sanatçının bu bilimsel ve etnografik 'geçmiş' verileri 'geleceğe' nakletme ve 'öteki'ni anlama ve sindirme içgüdüsü ya da üslûbunun bir yansıması. Sanatçının bu koleksiyonla ilgili videolara yaptığı görsel müdahaleler, aynı zamanda bir tercümanlığın, estetik arabuluculuğun uzantısı.
Sergi, izleyiciye 'bir daha gelin' diyen ipuçları ve nice detayla dolu. İzleyicisinden kesinlikle zaman ve odaklanma talep ediyor. Dahası, o en önemli soruyu soruyor: Bir sergiye niye gideriz; bir sergiden niye gideriz? Bunu diyoruz, çünkü serginin kendi taşıdığı manâ ve madde yoğunluğuna referans veren katalog metinlerinden, Fatma Çolakoğlu ve Ulya Soley imzalı "Fabrika Ayarlarına Geri Dön"de, bugünkü T.C.Başbakanı, dönemin AKP 2011-2013 süreci Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım'ın 2011'de yapılan bir iletişim konferansında yaptığı 'anlaşılması güç' konuşmasına şöyle referans veriliyor:
"Bu, bulut sistemi (sanırım iCloud'a gönderme yapıyor - e.a.) dedikleri bir şey var şimdi. Herkes oraya bir şey atıyor; gelen, oradan işine yarayanı kullanıyor, ben böyle anlıyorum, belki farklı bir şeydir. Şey yok artık, böyle sistematik bir şey yok. Abur cubur dolduruyorsun; herkes ihtiyacını oradan alıyor ama hiç de karışmıyor... Bu bilişime kafayı yorarsan, sıyırırsın."
Başbakan'ın bize kafayı sıyırtacağı uyarısını yaptığı mefhum, "Veri Bulutu" (Bir Küme, Bir Yığın, Bir Kaya, Bir Tepe) adıyla, devasa, kara bir bilgi kömürü / fosili gibi sergide tüm dokunaklılığıyla sizi bekliyor. Eser fiziksel olarak klavye taşları, kumaş, strofor, tutkaldan yapılmış. Ortalama 90'ar santim boyunda, genişliği ve eninde.
Günümüz 'dokunsal' iletişim çağında, pek az heykel bu kadar etkileşimli, kelimenin tam adıyla dokunaklı olmamıştı diyerek, uzun süre, adeta yasak bir şeyden zevk alır gibi 'sapık'ça bir iletişim açlığı içinde, parmaklarımı sergisindeki 'o buluta verip veriştiriyorum'. Yorgun, yere inmiş, pörsümüş bir enformasyon bulutu bu. Taşıdığı tüm gönderme ve şişme bilgilerle, kendinden bitkin bir algı naaşı.
Behar'ın sergisi, 1980'lerin daha sonra tekrarı da çekilen ve 'analog ile dijital' arasına sıkışan bireyleri işleyen Tron, veya Stephen King'in kaleminden uyarlanan sanal gerçekliğe dayalı gerilim ve bilim kurgu türündeki Bahçıvan filmini çağrıştıran bir ışık paletine de sahip. Bu 'sektör'ün, bu âlemin 'sanal hakikat'ini hiç sorgulamamış veya sorgulamaya niyetli olmayanlar için, 'Apple'ların, 'mouse'ların, 'Twitter'ların uçuştuğu elektronik bir cennet bahçesi.
İşin bu noktasında Behar'a, analog (fiziksel) ve dijital (bilimsel, bilişsel, elektronik) sanatın hangi uzamda üretim sürecine hakim olduğunu soruyorum, haliyle; e-postayla. Yanıtlıyor:
"Sanat yapıtımın 'fonksiyonu' (işlevi), analog ve dijital olanı bir araya getirmektir. Özellikle dijital olanın nasıl fiziksel olduğu ve analog olanla ilişkisinde nasıl maddî vasıflar ediniyor olduğu ile ilgileniyorum; sözgelimi, Elektronik Atık (E-waste) isimli yerleştirmem, sınırsız sayıda USB biriminin dünyevî varlığıyla ilişkili.
Bu yerleştirme, ilgili unsurlara birer heykelsi biçim olarak dikkat çekilmesine vesile oluyor, ancak aynı zamanda da kavramsal düzeyde, insanların bu gibi milyonlarca aygıtın kullanılmış ve parçalanmış hallerinin yaratacağı çevresel etkileri düşünmesinin de önünü açıyor. İzleyenlerle bu projedeki 'geleceğin fosilleri'ni bir araya getirdiğim söz konusu sahneleme ile umuyorum ki, mevcut atık ve eskimeye yüz tutmuş bilişim buluntularını daha sempatik ve 'hayra dokunur' bir düzeye taşıma cesareti aşılayabilrim."
Burada, sanatçının sözlerini besleyici olduğuna inanarak, E-Atık isimli işin çok güzel tariflenen katalog metnini de alıntılamak istiyorum:
"E-Atık, sıradan USB parçaları bir araya getirilerek inşa edilen bir dizi heykelden oluşuyor. Bu heykellerin merkezinde yer aldığı bilim - kurgu senaryosunda, onlara hizmet için tasarlanan insanların yok olmalarından çok sonra çalışmaya devam etmekle lânetlenmiş alçak gönüllü bu cihazların hikâyesi anlatılıyor. Bu cihazlar, mutasyon geçirmiş fosillere dönüşürler. Üstleri taşlarla kaplanmıştır. Işıkları sonsuza dek yanıp, söner, hoparlörlerinden cıvıldama sesleri gelir, havalandırma pervaneleri dönüp, durur. Makine tarafından üretilmiş, el yapımı ve organik formları birleştiren bu serideki işler, tüketim kültüründe üretilen eserlerin fazlalığını vurgular ve bunun çevresel etkilerine dikkat çeker.
Fosilleşmiş bir üç boyutlu yazıcı, meşakkatli bir biçimde, ışıldayan USB farelerinden oluşan bir şebeke için 'Scarab' böceği şeklinde kılıflar üretir. Bu arada, motorlardan Mors Alfabesi kullanılarak A-N-N-E...B-A-B-A diye devam eden acıklı bir mesaj verilir. Yazıcı atalarını ararken böcekler, kökenleri olmayan yapay objeler gibi görünür. Unutulmuş bir çağda yapılmış, kusurlu, el yapımı bir modelin mükemmel, fütüristik, dijital kopyalarıdır onlar. Yazıcı, acınası bir hızla çalışmaya devam eder ve 'hızla prototip yapma' vaatlerini karşılıksız bırakırken, zaman durur. "
Behar'ın sergisinde, Veri Bulutu’nun yanı sıra, katalog bilgisini tekrar etmemiz gerekirse Bulut Profilleri, 3D-&&,Büyük Veriyi Modellemek, Otomatikcevapverici.exe ve Önde Gelenler gibi yapıtlara yer verilmiş. Beko ve ABD İstanbul Başkonsolosluğu'nun desteğini alan sergisi üzerine mahremiyet ve gizliliği, bu sayısal ve nicel ağırlıklı yapıtlarında apaçıklık ile nasıl ilişkilendirdiğini sorunca, şöyle yanıtlıyor Behar:
"Gizlilik ve sırdaşlık gibi mefhumları yalnızca objektif olmak ve bunu sayısal metotlarla yansıtmak ile geride bırakıyorum. Bunların çoğu veri çıkışlı tecrübeler; bununla büyük verileri, veri madenciliğini de örnek alabilirsiniz. İşlerim, verinin bilinenden öte boyutuyla ilgili. Pratikte, apaçıklığa yönelik eğili veya veriyi ölçme ya da her şeyin verisini kaydetme gibi hareketlerin, tam tersi sonuçlar da doğurabileceği kanaatindeyim. Bilginin karşısında, birçok verinin yarattığı bir gürültüden de söz edilebilir. Verinin yarattığı görünmez kirlilik inanılmaz ve işlerim için önemli bir konuya denk geliyor. Bu veri gürültüsü harikulade çünkü kendi içinde araçsallık ve suistimalinden uzak kalma ihtimalini de barındırmakta; bu da veri pratikleri için büyük bir motivasyon sebebi olarak alınabiliyor."
Pera Müzesi'ndeki, ses tasarımı Shelley Burgon'a ait bu algı sarhoşluğu verici sergi, bizleri her gün elimizin, gözümüzün altındaki bilişim uzantılarımız üzerinden yaşadığımız sözde sosyal gerçeklik ve alabildiğine simulatif / gerçeğin yerini alan ve ondan da gerçekliğiyle gerçeği ortadan kaldıran / dünyaya adeta garip bir bağışlayıcılıkla baktırmaya, adeta affetmeye, üstelik geleceğin suçlarını affetmeye çağırır bir dramatiklik içeriyor.
Serginin en önemli kozmetiği, kendiliğinden - ama aslında müzede görevli bir kişinin - uzaktan kumandasıyla müze odalarından birindeki yapay çimde, iki seyyar elektronik sehpayla volta atan iki gerçek oda bitkisi. Behar'ın tüm bu dokunsal yapıtlarına gerçek sanatçıların, Aslı Bostancı ve Melih Kıraç gibi çağdaş dansçı gençlerin yapıtlarla 'etkileşim'e girdiği ve belirli günlerde de tekrar edilen performanslar refakat ediyor. Katherine Behar, sanat anlayışında yabancılaşmadan ne kadar beslendiği yönündeki sorumuzu ise şöyle yanıtlıyor:
"İşlerim dijital olana dair biteviye tecrübe ettiğim yabancılaşma halini, teknolojiler üzerinden kurduğum sempatik etkileşim sahnelemeleri üzerinden ortaya koyabilmeye dayalı diyebilirim. İçinde benim de yer aldığım, birçok teknolojiyle hemhal olan birçok kişi bugün büyük yabancılaşma halinde, çünkü teknolojiler bugün bizlere kendilerini 'super-cool' olarak ortaya koyuyorlar. Üstelik bunu da dobra bir soğuklukla yapıyorlar.
Misal, bugün öyle küçüldüler ki, görünmez haldeler, ya da öyle pürüzsüzler ki, yenilmez gibiler. Onlardaki bu dobra, görünmez ve yenilmez teknolojiler, bize 'insanlıktan çıkma' eğilimi olarak baskı yapıyor. Medya teorisyeni N.Katherine Hayles'in ifadesiyle söylersek: "Eğer insanlarlar bugün varoluş ve yokoluşun diyalektiği üzerinden karakterize oluyor ise, teknolojilerin ise bugün bütüncül bir halihazırdalık / varoluş içinde olduklarından dem vurulabilir. Yani aynı anda hem her yerde, hem de hiç bir yerdedirler. Bu durum onları tam da bir ideolojinin tanımına iteler: Günlük hayatımızın bir çok alanına, söylenmedik pek çok akla uygunluğu salık vermekle yükümlüler. İşte ben bu noktada onların da - hani biz artık bugün nasıl birer fiziksel - teknolojik makineye dönüşmüş isek - birer biyolojik makine gibi olduklarını göstermek suretiyle mevcut yabancılaşmayı kırmayı arzu ettim. Bugünkü teknolojik makinelerin analog fonksiyonları da var ve insanlarla çeşitli emek sistemleri dahilinde ortak temas halindeler. Bu meyanda makineler de elle tutulur, yanılabilir, hatta kırılabilir şeyler: Bizim gibiler; manipülasyona ve suistimale son derece açıklar."
Sergisiyle İstanbul'da cıvıltılı, post - modern bir içerik kabristanı / türbesi yaratan Behar'ın sözleri, sanatın sağladığı sembolik ölümsüzlüğe sığınmış bu kültürel naaş panoraması üzerinden akla şu acı tebessümlük sözü getiriyor: "Her çip, sanatla sonsuzluğu tadacaktır."
Bilgi: www.peramuzesi.org.tr / www.katherinebehar.com