Paris Grand Palais'da, yoğun güvenlik önlemleri altında 9-12 Kasım arasında yapılan Paris Photo etkinliğini, son gününde izleme fırsatını elde ettim. Yaklaşık 100 TL'yi (32 Euro) zorlayan hafta sonu biletiyle dahi binlerce meraklının ilgi gösterdiği, basın akreditasyonunun günler öncesinden limitini doldurduğu bu fuar, efemeral ve güncel yüzüyle, fotoğrafın ne denli taze, direkt bir iletişim, bilgi, aktarım ve elbette de geleceğe kültürel bir “yatırım” aracı olabileceğini, tekrar gözler önüne sermiş oldu.
Doğru bir yürüyüş güzergâhıyla en az 5 saatte, iki yeme-içme molasıyla gezmenizin daha sağlıklı olabileceğine kanaat getirdiğim Paris Photo’da, 100'ün üzerinde küresel galeri, sanat yayınlarıyla tanınmış kitabevleri ve yapıtlarını film ile video alanında sergileyen sanatçılara ayrılmış özel bölümlere, Estee Lauder Pembe Kurdele Ödülü veya JP Morgan Chase Sanat Koleksiyonu gibi kısımlar da eklenmiş vaziyetteydi.
Yine, Gagosian gibi “VIP” ve küresel galeri markalarının, ABD'li müzisyen ve yazar - fotoğrafçı Patti Smith küratörlüğünde düzenledikleri karma sergileri veya Magnum Photos gibi “müze” değerindeki koleksiyonların görücüye çıktığı, müze ve sanat merkezi kalibresindeki etkinlikte, bu yılın “kıdemli seçici göz”ü olarak ise, tasarım ikonu Karl Lagerfeld tayin edilmişti ve kendisinin “bilinciyle” imzasını attığı kişi veya galeriler, fuarda art arda gözünüze çarpmaktaydı.
Doğrusu, fuarın bana kazandırdığı en ilginç objektiflerden birinin, Bernard Utudjian tarafından yönetilen Galerie Polaris standındaki, 1978 doğumlu İsviçreli bağımsız gazeteci ve fotoğraf sanatçısı Matthias Bruggmann (boring.ch/matt) olduğunu belirterek yazıma başlamak isterim. Bruggmann'ın fotoğrafları (www.galeriepolaris.com), kendisinin de kişisel internet sayfasından büyük bir alçakgönüllülük ve ekonomiyle duyurduğu gibi “karmaşık şeyler”i ilgilendiriyordu.
Dünyanın politik, etik ve psikolojik yönden zorlu coğrafyalarında objektifiyle varolmayı seçen Bruggmann, imgenin kendi hafızası ile, karşısına geçen birey veya bireylerin hafızası arasında sıkışan hakikatin peşinde koşuyor gibiydi. Eserlerindeki semantik, grafik - sanat tarihsel katmanlılık ve yoğunlukla bana Jean Baudrillard'ın imge ve medyaya yönelik pesimist felsefesini çağrıştıran sanatçı, Paris Photo'daki ilk kişisel sergisinde Irak (2003), Haiti (2004), Somali (2006-2011), Libya (2011), Mısır (2011) ve Suriye (2012-2017) serilerini bir araya getirdi. 2016-2018 Elysee Ödülü'nü kazanan Bruggmann, Vevey Fotoğraf Okulu'ndan mezun bir deklanşör.
Fuarda özenle hazırlanmış, Londra çıkışlı Hamiltons Gallery (hamiltonsgallery.com) alanında ise, Irving Penn (Küçük Esnaf/Small Trades), Guido Mocafio (Brendel) ve Christopher Thomas (L.A.'de Kayıp/Lost in L.A.) yapıtlarını sergiledi. Penn'in bu yılın erken döneminde New York Metropolitan Sanat Müzesi'ndeki retrospektifinde sergilenen 1950 ve 1951 tarihleri arasında ürettiği çalışmaları, sayıca 200'ün üzerinde ve artık Modern fotoğraf tarihinin emsalsiz birer örneği addediliyor. Keza, Thomas'ın Los Angeles'a (veya ABD “gerçeği”ne) dramatik bir siyah-beyaz paletle yaklaştığı, elbette sinematografik kadrajları da kesinlikle akılda kalıcıydı. (http://www.hamiltonsgallery.com/artists/44-christopher-thomas/series/lost-in-l.a./)
Paris Photo'nun bu yılki geleneksel “Onur Salonu” ise salondan ziyade bir fotoğraf müzesine dönüştürülmüştü desek, yanılmış olmayız. Estetik, içerik ve yaklaşımdaki çeşitliliğiyle göz ve gönül, akıl ve beklenti dolduran bu bölümde, Klaus Rinke (Mutasyonlar 1: Düsseldorf, İlk Gösteri, Üst Bedenin 112 Jesti, Kicken Galerisi, Berlin), Gilles Caron (Güney Vietnam'daki ABD Askeri, 1967, Gilles Caron Vakfı, Olivier Castaing Okulu, Paris) ve Jungjin Lee (İsimsiz Yol, 2011) gibi önemli parçalar buluşturulmuştu. Bu bölümde ayrıca, eserleriyle Karlheinz Weinberger, Aurelie Petrel ve Katsunobu Yaguchi gibi imzalar da yer aldı. Fuar, daha önce de değindiğimiz üzere, kimi sanat filmleri ve belgesellerini iki “komiserin”, Marin Karmitz ve Matthieu Orlean'ın tercihleriyle buluşturan birimiyle de ilgi gördü. Bu bölümde, yakın zaman önce hayata veda eden Abbas Kiarostami'nin 24 Kare isimli 2017 tarihli belgeselinden, Marin Karmitz ve Samuel Beckett'i buluşturan 1966 tarihli 19 dakikalık Komedi'ye veya Gregg Araki imzalı, 2014 tarihli Beyaz Kuş'a uzanan bir çeşitlilik mevzubahisti.
Tartışma platformlarında Martin Parr ve Alfredo Jaar gibi isimlerin buluştuğu fuarın ilgi gören kesimlerinden bir diğeri ise, kuşkusuz, genç kadrajlardı. "Beyaz Kart Öğrencileri: 2017"de yapıtlarıyla Avrupa'nın çeşitli kesimlerinden, genç sanatçılar Leon Billerbeck, William Lakin, Alexey Shlyk ve George Selley izleyicilerle tanıştı. Fuarda bu yıl da ayrıca, yılın “ilk kitabı”, “fotoğraf kitabı” ve “yılın fotoğraf kitabı” da ödüllendirildi. Türkiye'den Ali Taptık'ın da sanatçı konuşmalarına dahil olduğu etkinlikte ilgi gören bir diğer bölüm de, Oskar Barnack adına verilen Leica Ödülü 2017 sunumuydu. Bu bölümde yapıtlarıyla, Sergey Melnitchenko (Yeni Yetenek dalında) ve Terge Abusdal (Leica Oscar Barnack 2017 Ödülü) görücüye çıkarak takdir topladı. Fuarda sergilenip ilgi gören serilerden bir diğeri ise, Martin Schoeller ile Pernod Ricard'ın İlham Veren Eylem isimli çalışması oldu. İkili bu projede Meryl Streep'den beyaz yakalı Avrupalı iş kadınlarına uzanan “parlak” ve cömert bir dizi çehreyi, bizlerle buluşturmasını bildi.
Gelelim, fuar koridorlarına... Paci Contemporary'de Magritte'e selam veren kompozisyonlarıyla Teun Hocks, (http://www.pacicontemporary.com/www/it/artisti/171-teun-hocks) Polka Galerie'de Monet resimlerinin tazeliği ve gizemini objektifine sindiren Joakim Eskildsen (Willow Tree, Potsdam 2012) ve dünyaya fırlattığı gizemli, kuşkulu kadrajlarıyla Mario Giacomelli, Galerie Camera Obscura'da ışık ve gölgeyle yaptığı siyah beyaz tuvalleri paylaşan Bernard Descamps ve Michael Kenna ile Jean-François Spricigo, not ettiğim isimler arasında geldi.
Yine, birden fazla galeride siyah beyaz eserleri izlenen Japon sanatçı Masahisa Fukase, Parisli Galerie Maubert'de yer alan “flu” ve devasa çehre imgesiyle İranlı sanatçı Payram, ABD'li Peter Fetterman Galerisi'nde denizin enginliğine tek başına bakan figür kadrajıyla hatırda kalan Jeffrey Conley ve Architecture of Density serisinden, üçüncü dünya “çarpık” yapılaşmasının kendiliğinden estetiğini belgeleyen Michael Wolf'un Gallery Fifty One'daki kompozisyonu veya yine Wolf'un Tokyo metrosunun kapısında birbirinden ayrı düşen bir kadın ve erkeği ölümsüzleştirdiği karesi, unutulur değildi. Gallery Fifty One duvarlarında ayrıca, 10 edisyonluk film karesi, Cindy Sherman imzalı 1979 tarihli siyah beyaz bir dikey figür kompozisyonu da bulunuyordu ki, hadi meraklısına, etiketi sadece 300.000 euro bedelli idi.
Yine fuarda Lagerfeld'in “dokunduğu” kadrajlardan, 1932 tarihli, Frantisek Drtikol'un Robert Koch galerisinde izlenen isimsiz siyah-beyaz Nü’sü veya aynı sanatçının 1927 tarihli Kırık Ark'ını ya da György Kepes'in Göz'ünü (1938) es geçmediğimiz Paris Photo'da, Bendana - Pinel Güncel Sanat Galerisi'nde eserlerini izlediğimiz Olivier Richon (https://www.parisphoto.com/fr/Exposants/3732339/BENDANA-PINEL/Produits/1252416/Olivier-Richon) veya Pedro Motta da gündelik, mucizevi ve sevimli etkileriyle burada anılmaya değerdi.
Naçizane, Paris çıkışlı Next Level galerisinde gördüğüm “basit” bir eseri de burada anmam gerek: 1976 doğumlu Phil Chang, bu yalın çalışmasında sadece 446006 kodlu Epson siyah yazıcı kartuşun yedeğini beyaz bir kâğıt üzerinde kullanmış. Nedendir bilmem, bu eserin kendinden eminliği, hem olduğu gibiliği ve hem de bunu yaparken yansıttığı estetiği, beğendiğimi söylemek istiyorum. Elbette, Camera Work standında izlenen Christy Turlington (New York 1990) veya Brunhilde & Günther imzalı, yarı fantastik, oryantalist fotoğrafik “sahne” veya Jean Baptiste Huynh'un çağdaş siyah beyaz nü serilerini de burada es geçemiyorum.
Yine, yazımın başında, Matthias Bruggmann'ın işlerini “unutamayacağımı” söylemiş olduğum gibi, bir diğer imzanın da Paris Photo'da bende yer ettiğini itiraf etmem gerekiyor: Chema Madoz bu. (2013'te Ekim-Kasım aylarında Cervantes Enstitüsü ve La Fabrica iş birliğiyle İstanbul'da, Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde zaman temalı siyah beyaz işlerini izleme fırsatı bulduğumuz sanatçı hakkında, Selçuk Üniversitesi çıkışlı bir de akademik metin bulunuyor ki, bu vesileyle hepinizle bu linkteki PDF'yi paylaşmak istiyorum: http://josc.selcuk.edu.tr/article/view/5000145605/5000154499)
Chema Madoz'un Paris Photo'daki yeni işleri, fotoğrafın geçicilik ve kalıcılık arasında kalan, askıdaki olanak, olanaksızlık ve mucize ile resimsellik potansiyelini, çok ama çok nazik bir müdahale ile adeta tekrar keşfediyor. Galerie Esther Woerdehoff'taki 2015 tarihli işinde Madoz, yalnızca bir dikiş iğnesi ile, bir kuş tüyünü buluşturuyor.
Yine, aynı galeride beni hayranlık içinde bırakan Iris Hutegger ise, siyah beyaz mikro ve makro manzaralara yaptığı renkli, nazik, ipeksi ve yarı müdahalelerle, fotoğrafın ve hakikatin aynı an içinde birbirlerine karşı taşıdıkları beklenti ve özlemi, mükemmele yakın bir demle, harika bir melankoli ile estetize etmeyi başarıyor. Bu hayranlık, ıstırap, anlayış ve şahitlik halini belgeselleştirirken yorumlamayı da başaran Nicolai Howalt ise, Old Tiiko 1 isimli 2017 tarihli, ekolojik ve etik kaygılı çalışmasında, bizi 9 bin 558 yaşındaki, Norveç'in en yaşlı, yaşayan anıt ağacı ile tanıştırıyor.
Netice yerine, Karen Knorr'dan Susan Derges'e, Annegret Soltau'dan Santeri Tuori'ye, Ulla Jokisalo'dan sürpriz “selfie”siyle Man Ray ve Trump'a atfettiği şeytanî gözleriyle Mishka Henner'a uzanan zenginliğiyle, Paris Photo sonbahara yaraşır bir imge bereketi ihtiva etti. Tıpkı, her biri zamanın albümüne dökülen, birbirinden renkli ve kederli sonbahar yaprakları gibi...