Bazen “hayatının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akmakta olduğunu söyleyen ilk insan kimdi” diye düşünüyorum. Ya da daha önce hayat bu kadar görüntüler halinde akar mıydı gözlerin önünden? Yoksa bir zamanlar hafızanın kapısını kelimeler mi tutardı?
Marcus Graf, Ali Taptık’a ithafen yazdığı bir yazısında “günümüzün görsel kültürü, gözden ırak hiçbir nokta bırakmıyor” diyor. (1) Günümüzün yoğun akıcı görsel dünyasında her şey birbirine karışıyor, karmaşadan yeni imgeler oluşuyor ama asla hiçbir şey kaybolmuyor. Böylesine bir dünya tasarımında fotoğrafa tam da bu durmadan akan görüntüleri bir anlığına dondurup içinde yaşadığımız gerçekliğe dokunmamızı, anlamamızı, anlamlandırmamızı ve anlatmamızı sağladığı için müteşekkir olabiliriz. Ya da Ali Taptık’ın fotoğraflarına…
Bu fotoğraflar sayesinde durmak, filmi geri sarmak ve hatta ileri sarmak, yeni baştan okumak, zamanda bulunduğumuz noktaya göre yeniden anlamlandırmak mümkün.
Her ne kadar fotoğrafçı olarak tanınsa da Ali Taptık’ın The Empire Project’te 1 Mart’a kadar görebileceğiniz son sergisi ‘Yüzey Fenomenleri’ fotoğraftan güncel sanata doğru uzanan bir noktada duruyor.
‘Yüzey Fenomenleri’, teknolojiden gıdaya, bitkilerden yüzlere farklı temalar içeren fotoğrafları bir kitap kurdunun çeşitli kitaplardan özenle seçtiği alıntılarla bir araya getirdiği bir “parçalanmış anlatı” olarak tanımlanıyor. Yüksek çözünürlüklü fotoğrafları ve düşük çözünürlüklü LED fotoğraf döngülerini, sanatçının yazdığı ve seçtiği metinlerle birleştiren, izleyiciye bir anda kendini bırakmayan ama aynı nedenle izleyicisine kendi anlatısını yaratma alanı açan bir anlatı… (Bence) çok hoş bir şekilde düşük ve yüksek çözünürlüklü olarak görselleşen metinler, aynı alanı paylaştıkları düşük ve yüksek çözünürlüklü imgelere sıkı bağlarla bağlı. İzleyiciye düşense görüntüden söze, sözden görüntüye sekerek, açıdan açıya meylederek bu akışkan anlatı içinde kendine bir yer açmak, kendi parçalanmış hikâyesinin bağlarını kurmak.
Yazının hâkim olmadığı kadim kültürlerde, belki yine insanlar görüntülerle düşünürlermiş ama bilgiyi de deneyimi de aktarmanın/paylaşmanın, mekânları ve nesilden nesile zamanı aşmanın en değerli aracı/aracısı sözcüklermiş. Hikaye, masal, deneyim, haber… Masalsı anlatımlarla bilginin arasındaki çizginin muğlaklaştığı, hatta bazen hiç olmadığı bir dünyaymış sözcüklerin ve anlatıcının etrafında bir çember olup dinleyenlerin dünyası. Bellek dediğimiz şeyin farklı bir tanımı varmış sanki.
Görsel çağın insanları olaraksa belleği gözümüzün önünden akıp giden görüntülerin devasa bir arşivi olarak tanımlamaya meylediyoruz, çünkü elimizde bu arşivin hiç değilse bir kısmını, hem de oldukça kolay bir şekilde, tutmamıza ve aktarmamıza yarayacak türlü araç/aracı var. Anlatmak her zaman ikinci bir kişinin varlığını ister değil mi? İmgeler bire bir sözelliğe denk düşmeyen, söze dökülemeyecek olan anlatı imkânları içeriyor. Gerçek dünyadan anları yansıtan görüntüler olarak, birikiyor. Onları bilimsel veri olarak ya da yaratıcı bir anlatının parçası olarak kullanmaksa kullananın inisiyatifinde. Nihayetinde hepsi bir kurgunun parçası değil mi? Sözcükler gibi imgelerin dilinde de sınırlar muğlaklaşmıyor mu?
(1) 'Ali Taptık-Echo of an Absent Man', A few thoughts about his series 'Accident and Fate', 2006
“Fotoğraflarla ya da her türlü görsel araçla yapmak istediğim, tıpkı kelimeler gibi gördüğüm bu imgelerle edebi anlatılar yaratmak. Benim için fotoğraf çekmek yeni kelimeler toplamak gibi bir şey. Gerçekliğin farklı tezahürleri olarak topladığım bu kelimeleri bir araya getirerek anlatılar oluşturmaya çalışıyorum. Tıpkı bir yazar gibi.” diyor sanatçı.
Bir anlatı oluşturma düşüncesi fotoğraf çekme pratiğine de yansıyor Ali Taptık’ın: “Yürüyüş benim için önemli bir kavram. Fotoğraf çekmek üzere çıktığım yürüyüşlerin her zaman bir amacı yoktur. Ama tıpkı anlatıya dökülen kelimelerin akışkanlığı gibi her yürüyüş kendi sürecini belirler.
Zaman zaman bu yol fikrini çok mu mistifiye ediyorum diye düşünüyorum. Elbette tek fotoğraf çekme yöntemim bu değil. Özellikle bu sergi öncesinde yeni anlatı yolları bulabilmek için kendimi zorladım. Sergilenen fotoğraflar arasında ‘bu gerekli’ diyerek planlayarak çektiğim fotoğraflar ya da bağlamından tamamen koparıp evde stüdyo ortamında çektiklerim… Eski ve yeni fotoğraflar var ve hatta…”
Önceki serileri "Kaza ve Kader" ve "Şaşılacak bir şey yok" ile bir devamlılık içeren ‘Yüzey Fenomenleri’ ile sanatçı kendi yoluna/anlatısına devam ediyor. Bu sefer fotoğrafla birlikte günlük hayatımızda her dakika gözümüzün önümden akıp giden LED yazıları kullanmış sanatçı. Ya da yüksek çözünürlüklü fotoğraf baskılarının tersine çok düşük çözünürlükle kaydettiği bir seri fotoğrafı bir LED tabelaya aktarmış. Daha önce sözünü ettiğimiz fotoğraflarla konuşan metinlerin yanı sıra sergi mekânının a-tipik oda oda formu da, bize seyirlik farklı açılar sunarak oyuna katılıyor. ‘Yüzey Fenomenleri’nde tek tek işlerin üzerinden konuşmak çok anlamlı gelmiyor bana. Anlatı her an her yerde, bütünden fazlasını veren parçalarıyla, geçmiş, şimdi ve gelecekte gizleriyle anlatmayı ve anlatılmayı bekliyor.
“Yaptığım işleri çok fazla açıklamayı, kendi hayatımdan kaynaklanan temaların kendi hayatımı bire bir yansıtmasını istemiyorum. Hepsi bire bir kendini açık ediyor olsaydı ya da ben açıklamış olsaydım, yaptığım işin bir anlamı kalmazdı. Anlam tek başına var olan bir şey değildir. Yaptığım işle iletişime geçen herkes ona kendinden bir parça yükler. İzleyenlerin bir müzik parçası gibi ya da sevdikleri bir roman gibi tekrar tekrar dönüp bakmak isteyecekleri, o anki ruh hallerine göre yeni anlamlar yükleyebilecekleri işler yapabiliyorsam yaptığım iş başarılı olmuş demektir.
Bu serginin davetiyesini yazarken aklımda birkaç kelime vardı. Sergiye gelenler kafamdaki bu kelimelerin arasına yenilerini eklediler. İzleyenin bu anlatı içerisinde kendi kelimelerini bulmalarını istiyorum.” diyor Ali Taptık.
Bu durumda bize fazla konuşmamak, size keşfetmek düşer değil mi?