Berkay Tuncay’ın dijital kültürün kullanıcıları sürüklediği bir çeşit hipnoz hâline işaret eden, son dönem çalışmalarından oluşan sergisi “Cliktrance” üzerine bir yazı.
Web’in mucidi Tim Berners-Lee, HyperText Markup Language (html) ve World Wide Web (www) kavramlarını, insanlık ile tanıştırdığında 20. yüzyıl bitmek üzereydi. Tüm dünyada, 90’lara damgasını vuran şey internet oldu. Bu yeni teknolojinin temel felsefesi basitti: Genişletilmiş metin formatları dünya çapında bir ilişkisellik içine girebilir mi? Bugün bu sorunun yanıtı hepimiz biliyoruz.
Temelde bir metnin transferi üzerine inşa edilen bu yeni, karmaşık ve katmanlı dünya her şeyi değiştirmeyi başarırken yeni bir kültürün de taşıyıcısı oldu. Bu önemli yapısal dönüşümden bir moment önce, araştırmalarının merkezinde teknolojinin ve kültürün büyük bir alan kapladığı iletişim kuramcısı Marshall McLuhan, “The Medium is the Message (Araç mesajdır)” savını ortaya atmıştı. McLuhan’a göre kültürün temel taşıyıcısı olan iletişim, bir semboller dizisinin anlamından çok o dizinin bağlandığı ortam ve iletim ile ilgiliydi. Yani kültürü taşıyan alfabe ya da metinlerin anlamlarındansa mektup, telgraf ya da telefon gibi iletişim ortamının (mediumun) ta kendisiydi. İnsanlık alfabeyi bularak sözlü kültürden yazılı kültüre geçti. Telgrafın icadına kadar ise yazılı mesaj, ancak insanın hızına bağlı olarak iletilebildi. Telgraf ile beraber metin, ilk kez insanın hızından bağımsız olarak iletilebiliyordu. Bu da yeni, merkezi bir yapının ortaya çıkmasına kapı araladı. Dünya üzerinde merkezler oluştu: Ulus-devlet sistemi. 20. yüzyıl biterken yaşamımıza giren internet ise metinlerin iletimi ile ilgili hızı, neredeyse anlık seviyeye indirip eş zamanlılık sağlarken, yalnızca hız konusunda hiper bir nitelik kazandırmıyor, yeni ve küresel bir kültürün de taşıyıcısı olmayı başarıyordu: Dijital Kültür.
Bu uzun sayılabilecek girişi, Berkay Tuncay’ın Sanatorium’da gerçekleşen “Cliktrance” sergisine borçluyuz. Tuncay, metin odaklı bir seçkiyle dijital kültürün hiperliğinin yarattığı sonuçlardan biri olan hipnoz üzerine, estetik bir işaretleme yapıyor. Öte yandan Tuncay’ın her bir yapıtında metin, bir malzeme olarak karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle bu serginin, Berners-Lee’nin metni tekno-bilimsel olarak hiper-metin hâline getirdiği genişletmeye karşılık, sanatsal bir ele alış olduğunu söylemek mümkün.
Her ne kadar metin, Tuncay’ın yapıtlarında temel bir nosyon ve malzeme olarak karşımıza çıksa da sergi açısından, Tuncay’ın ele aldığı problem, buraya kadar bahsettiğimiz temel üzerine inşa edilen dijital kültürün ortaya çıkardığı hipnoz ve trans gibi kavramlar üzerine. Adını da bu dijital dünyanın küresel kilit sesi sayılabilecek “click” ve yine bu dünyanın hızlı ve soyut niteliklerine atıf yapan “trance” sözcüklerinin birleşiminden alan sergi belki de yeni bir kavram da armağan ediyor sözlüklere. Neden, “[sayısal bir ortam dolayımıyla] içinde bulunduğu dünyadan başka bir dünyaya ve havaya geçme” tanımına karşılık “kliktrans” birleşik sözcüğünü kullanmayalım ki? Sonuçta dili de yapan belirli bir kültürel bağlam içinde insan. Özellikle de edebiyat ve sanat ile uğraşan insan.
“Clicktrance” sergisinin merkezinde Yazının Öyküsü ASMR [The Story of Writing ASMR] adlı beş kanallı video yapıt bulunuyor. Yaklaşık bir saat uzunluğundaki yapıt, benim açımdan bir sonsuz tekrar içinde kaybolma hissini yaşamama neden oldu. Bu yapıtın bu denli etkili oluşunda üzerinde taşıdığı ve birazdan değineceğim nitelikleri dışında küratöryel yönden başarılı sunumunun da altı çizilerek not edilmesi gerekmekte. Yapıtın küratöryel yerleşimi sayesinde yapıt ile ilgili gerçekliği adım adım anlamaya çalışırken kendinizi fiziksel olarak yapıtın tam ortasında buluyorsunuz ve serginin merkez konusuna uygun bir hipnoz anı yaşayabiliyorsunuz.
Öte yandan bu yapıt kendi üzerinde de temel göndermeleri başarıyla taşımakta. Tuncay’ın bu yapıtında, Bertha M. Parker’ın 1932 yılında kaleme aldığı “The Story of Writing” adlı metninin yazımı beş kanallı bir ASMR (Autonomous Sensory Meridian Response) video olarak karşımıza çıkıyor. Aslında yapıtı deneyimleyen sadece yapıta bakarak bu bilgiyi edinemiyor. Karşılaştığımız şey ASMR’nin doğasına uygun olarak akışta devam eden bir yazma pratiği. Oysa bir katmanı araladığımızda dijital kültür öncesinden yazı özelindeki bir metnin, dijital kültürün bir aracıyla ve bu kültürün ürünlerinden birine dönüştürülerek verildiği görülmekte. Bu metin odaklı superimpose (üst üste bindirme) yaratının ritimsel bir tekrar ile anlamsız bir ritme dönüştürülmüş olması ise sanat yapıtının ta kendisi. Yapıtın ortasına geliyorsunuz, ekranda aynı anda takip edemeyeceğiniz sayıda bir akış var ve bu aslında rassal olmayan akış, sizin için basit bir ritimden başka bir şey ifade etmiyor. Hepsi metinsel, hepsi hiper, hepsi akışta, siz içindesiniz ancak yaşadığınız şey rahatlama veya rahatsızlıktan başka bir şey değil. Tıpkı Ulya Soley’in metninde bahsettiği gibi:
“Bir süredir feeld’dan konuştuğun ve hafta sonu buluşmayı planladığın kişiden hala cevap yok. Instagram feed’inde film festivalinin açılış partisinden birkaç fotoğraf görüp bunalıyorsun. Bakışların yeniden telefon ekranından bilgisayar ekranına yöneliyor. Saat 04:57, biraz daha uyumazsan asla uyanamayacaksın. Gözlerin açık ama sen kapalıymış gibi hissediyorsun: İşte CLICKTRANCE.”
Tuncay’ın, insanlığın en eski icatlarından biri olan yazı odaklı bir kesiti alarak dijital kültür bağlamında ele alış biçimi ve bunu bir dijital kültür aracı dolayımıyla bu kültürün ortaya çıkardığı bir arız veya bir soruna referanslaması başlı başına bir iş. Dolayısıyla serginin merkezinde de hem hacmiyle hem de anlamıyla hiper diyebileceğimiz bu yapıt yer alıyor.
Öte yandan bu merkez yapıtın etrafında başka yapıtlar ile de akış devam etmekte. Bu yapıtın büyüsünden sıyrılıp hemen sağınıza döndüğünüzde bu kez aynı biçimsel özelliklere sahip iki yapıt ile karşılaşıyorsunuz. Aslında temelde metnin yapısal formunun bozularak metalik bir yeniden biçimlendirme odaklı bu yapıtlara (doomscrolling ve virtual foggines) bakıp birbirine geçen harfleri seçmeye çalışırken biraz evvel yaşadığınız kaybolmuşluğunuz ile bu yapıtlardaki karmaşanın iç içe geçtiğini söylemek mümkün. Benim açımdan tek başına beni yakalamayı başaramayan bu iki yapıtın, yine başarılı diye not edebileceğimiz bir küratöryel müdahale ile o noktaya konumlanmış olması ve serginin merkez yapıtı ile konuşma hâli bağlamsal bir bütünlük yaratmış gibi görünüyor.
Bu iki yapıtın alanından birazcık ayrıldığınızda ise vitrinde Inbox adlı başka bir yapıtla karşılaşıyorsunuz. Bu yapıtta da metin ile e-posta kutusu arasında imgesel ve soyut bir katman yaratılmış görünüyor. Serginin bu noktasına geldiğinizde her ne kadar hipnoz ve trans gibi aşamalardan geçmiş olsanız da artık bir aydınlanma ve trans hâlinden uzaklaşma ile harfler, sözcükler ve metinler üzerine düşünmeye başlamak olası. Yazının yarattığı büyük kültürün, yalnızca 0 ve 1 içeren sayısal altyapı üzerinde yeniden yeniden inşa edildiği bu kültür içerisinde düşünce, fikir, sembol, yazı, yapıt, imge, elektrik sinyali ve daha nice şey iç içe geçiyor ve gerçekle sanal arasında belirsiz bir sınır ortaya çıkıyor. Üstelik bu sınırın kendisi de sanal.
İnsan dil ile ne yapıyor ve bunun sınırının ne olduğu üzerine düşüncelerinizi Pasif Agresif Şiirler [Passive Aggressive Poems] yapıtının önünde de düşünmeye devam etmek mümkün.
Tam bu hislerle metinsel ve hiper bu yapıtlar arasında dolaşırken serginin bir de bonusu olduğunu fark ediyorsunuz. O da Tanımlayıcı Seslerden Şiirler [Poems from Descriptive Noise] adlı yayın. Tuncay, Mr. Robot dizisinin ses ve gürültü tanımlarını içeren -altyazılarda [Kapı çalar], [Gülüşmeler] şeklinde gördüğümüz bölümler- metinleri derleyerek bütünsel bir şekilde alternatif bir Mr. Robot akışı hâline getirmiş. Yapısökümcü bir yeniden üretme olarak değerlendirilebilecek olan bu çaba sonucu ortaya çıkan bu yayın hem Mr. Robot hem de değil. Sanki bir sosyal medya içeriği gibi.
Tuncay’ın “Cliktrance” sergisi gerek dijital kültür üzerine gerekse de insanlığın temel yaratıları ve sorunları üzerine sorgulamalara kapı aralamak konusunda oldukça başarılı. Öte yandan serginin metinsel yönünün zaman zaman daha öne çıktığı ve yapıtların hepsinde ortaklaşarak temel tartışma olan “trance” meselesinin önüne geçtiğini de vurgulamak gerekiyor. Tamamı 2024 yılında yapılmış olan bu yapıtların bu sergi özelinde bir küme yarattığı muhakkak. Öte taraftan yapıtlarıyla ve küratöryel sunumuyla beğeniyi hak eden bu serginin, “trance” vurgusu ortada ve büyük olmasına rağmen bütüne rengini veren şey değil.
“Clicktrance”; hiper, metinsel, analog, dijital, katmanlı, hipnotik, şiirsel, sanal ve sanatsal.