İnsan doğasının iki temel ve çelişkili yönü olan bastırma ve dışa vurumu görsel bir metafor olarak ele aldığı eserlerinden oluşan “Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile) sergisi üzerine sanatçısı Cem Mumcu ve küratörü Derya Yücel ile sohbet ettik.
Cem Mumcu’nun kişisel sergisi “Inhibition/Exhibition” (Çile Bülbülüm Çile), 1 Mart - 3 Nisan tarihleri arasında, Derya Yücel küratörlüğünde Beyoğlu Belediyesi İstiklal Sanat Galerisi’nde ziyarete açılıyor.
Cem Mumcu, insan doğasının iki temel ve çelişkili yönü olan bastırma ve dışa vurumu görsel bir metafor olarak ele alıyor. Sanatçı hem kişisel hem de toplumsal düzeyde kendini ifade etme cesaretine dair bir hikâye anlatıyor. Serginin başlığı olan "Inhibition/Exhibition"(Çile Bülbülüm Çile), bu ikiliği çarpıcı bir biçimde ifade ederken izleyiciye güçlü bir yüzleşme alanı sunuyor.
Cem Mumcu
Her şeyden önce sergi adından başlamak istiyorum. “Inhibition/Exhibition” bir ikilik hissiyatı uyandırırken serginin Türkçe ismi “Çile Bülbülüm Çile” akıllarda merak konusu oluyor. İsmin yola çıkışı ve Türkçedeki versiyonundan bahsedebilir misiniz?
“Inhibition” aslında işte baskılama/baskılanma, engellenme, durdurulma, kontrol edilme. İnsanın arzularının, duygularının, dürtülerinin bastırılması, kontrol edilmesi. “Exhibition” da tam tersi bir şekilde aslında ifadeye yol açan, sergilemeye yol açan bir şey. Onun için şu anda içinde bulunduğum hâl ve yaşadığım çağ nedeniyle böyle zıtlık gibi görünen bir şey var burada. Yani bastırılanı dışarı çıkarmaya çalışıyorum. Türkçe ismi için küratörüm Derya Yücel “bunu Türkçeye çevirelim” dedi bana, ben de valla bu Türkçeye güzel çevrilmez, bunu Türkçe söylemek lazım dedim. Birkaç gün ver bana, o gelir bana dedim. Sonra da aklıma “çile bülbülüm çile” geldi. Çünkü orada aslında bülbüle çile diye sesleniyoruz. Yani kafestesin, mahpussun, hapissin, mahkûmsun; öt, şakı anlamındadır oradaki çile, çilemekten gelir yani. Onun için bana “Inhibition/Exhibition”a tam denk düşen bir isim olarak geldi oradaki çilemek, şakımak.
Orada mesela “bülbülüm gel de dile” derken de aslında gene bir exhibite için bülbüle bir çağrı var yani: İfade et, söyle. Hatta güzel güzel ötmeye dair bir çağrı. “Çile Bülbülüm Çile” şarkısının sözlerini Vecdi Bingöl yazıyor, Sadettin Kaynak besteliyor. Muhayyer makamında. Sanırım ilk seslendiren de Safiye Ayla. Yani o en güzel de o okur bildiğim kadarıyla.
Hatta öldüğünde “çileli bülbül sustu” demişler. Yani aslında o şarkıyı dinleyen çoğu insan çilemeyi çile olarak okumuş. Çilemek yerine çile. Dolayısıyla benim de yapmak istediğim şeye iki anlamıyla da çok yakın duruyor. Yani hem ifade etmeyi hem exhibite tarafını söylüyor aslında. Yanlış anlaşılıyor gibi görünen çile kısmında yaşadığım çileyi, yaşadığımız çileli hâli çok iyi anlatıyor. Çok yerli yerince oturmuş oldu yani, yanlış anlaşıldığı hâl bile çok oturuyor. “Sesini duyur ele” diyor mesela şarkının sözlerinde.
İnsan doğasının iki temel ve çelişkili yönü olan bastırma ve dışa vurum serginin merkezinde konumlanıyor. Bu bir iç yüzleşmenin seyirciye de yansıması ve içine alışı olarak algılanabilir mi?
Algılansın isterim ama hem iç hem dış bir yüzleşme olsun bu. Çünkü aslında kendimizi gerçekleştirmemizin önünde olan temel şeylerden birisi de bu “inhibition”. Biz ne zaman kendi inhibisyonlarımızdan kendimize ulaşacak yol bulur, konuşmaya, ifade etmeye, yaratmaya başlarız; kendimiz olmaya başlarız. Bu aynı zamanda toplumsal düzeneklerde de söz konusudur. Yani biz sustukça, konuşamadıkça, ifade edemedikçe, kendimizi anlatamadıkça, baskılandıkça, ketlendikçe bir anlamda benliğimizden uzaklaşırız. Kendimiz olmaktan uzaklaşırız. Yaratmaktan uzaklaşırız. Ama işte baskı altında da bazen yaratmanın yollarını bulmamız lazım. Yani benim kendime dair hâlimin olduğu kadar, şu anda içinde bulunduğumuz toplumsal durumun da bir dışa vurumu olarak algılanmasını daha çok isterim. Benim için de söz konusu tabii. Yani bir önceki sergime bakarsanız mesela “söz yasaktı, renge saklandım” diyorum. Aslında benzer bir şey orada da var.
Şair, yazar, psikiyatrist ve ressam kimliğinizin sanat üretiminize yansımaları nasıl oluyor?
Yani olasılıkla hepsi birbirini çok besliyordur diye düşünüyorum. Yani bunun yanına bir de makine mühendisi koysaydınız muhtemelen o da beslerdi. Ya da ne bileyim bir gıda toptancısı olsaydım o da beslerdi. Yani insanın içinde olduğu hâllerin hepsi, yaşadığı her şey sanatını tabii ki besler yani, bunların hepsinin birbirini güzel beslediklerini düşünüyorum aslında. İyi ki tıp biliyorum diyorum. Başka bir şey bilseydim başka bir hâle de dönüşürdü gibi geliyor bana. Ama bir şekilde hepsinin içinde bilgi kadar sezginin de olması daha çok yerli yerinde bir hâle eviriyor herhalde her şeyi.
Eserlerinizde figüratif soyutlamalar, metaforlar ve metinler içe içe geçiyor. Üretim pratiğinizi nasıl tanımlarsınız?
Valla tanımlamakta güçlük çekerim. Çünkü günün hangi saatindeyim veya dünyanın neresindeyim? Ofisteyim miyim, evde miyim, atölyemde miyim, dünyanın bir yerinde miyim? Elimde ne malzeme var? O anki duygularım, o anki duygularıma denk düşen hâlim ve o hâlimin içinde ne varsa, o anda elimde ne malzeme varsa üretim pratiğimde de onlar çalışıyor. Yani önümde kocaman bir tuval ve yağlı boyalarım ve fırçalarım olduğunda başka bir şey oluşuyor. Daha doğrusu öyle ifade ediyorum. Bazen sadece kahve ve mürekkep oluyor, öyle ifade ediyorum. Bazen bir çiçek yaprağı oluyor, öyle ifade ediyorum. Bazen cheesecake oluyor ve onun sosuyla da resim yapabiliyorum. Akışkan diyebilirim, çok kontrollü olmayan ama ifade etmek istediğimde, kendimle buluşmak istediğimde ya da kendimi kazmak istediğimde, kendi duygumu da kavramak istediğimde her yerde ve her biçimde çıkıyor. Öyle sabah kalkarım, sekizde uyanırım, önce bir kahve yaparım ressamlarından veya yazarlarından, her gün şu kadar sayfa yazarım yazarlarından hiç olmadım mesela ben.
Sanatı düşüncelerin ve özgürleşme arzusunun dışa vurulması olarak tanımlıyorsunuz. Bu sosyal hayatta çoğu zaman -tam anlamıyla- mümkün olmayan sancılı bir sürece evrilirken sanatta mümkün mü?
Oradaki düşünce kelimesine bir şerh düşmek isterim. Düşünceden çok duygu derdim oraya ben herhalde, daha çok duygu derim ona. Çünkü düşüncelerimizi birazcık daha rahat ifade edebiliyoruz. Daha zihinsel bir yerden ele alabiliyoruz. Bizim en zorlandığımız yer aslında duygularımızın olduğu yer. Dolayısıyla aslında kişinin ya da toplumların ya da insanoğlunun aslında kendisiyle buluşması, kendi beniyle buluşması, kendiliği ile buluşması ancak bu samimiyete ulaşmakla oluyor; ama bu samimiyet için de bizi zorlayan engeller var, korkular var, suçlamalar var, toplumsal baskılar var, doğru-yanlış kavramları var, iyi-kötü kavramları var. Kolay olduğunu söyleyemem ama biricik olan bir hayatta, ölümlü olan bir bireyin kendi destanını yazmak için yürümesi gereken, yürümesi beklenen yolun aslında bu dikenli yol olduğunu da söylemek isterim.
Sanat da aslında sancılı bir sürece evrilir. Sanat da karşılaşmalara açık olduğu an, izleyeni olduğu an, sosyal hayattakine benzer sancılı süreçlere gebedir. Onun için hani ana yol ya da otoban değil de daha sancılı, daha zorlu dikenli bir yoldur yani orası. Ama hakikat de oradan çıkıyor. Dolayısıyla sanatta da eğer göstermeye başlarsan, kitabını yayımlamaya başladığında, resimlerini sergilemeye başladığında benzer sancılı süreçlere açıksındır. Yani eleştirilmeye, yargılanmaya, beğenilmemeye, kötü bulunmaya, ahlaksız bulunmaya, yanlış bulunmaya açıksındır. Orada kendini açarsın. Öyle bir cesaret gerektiriyor aynı şekilde. Zaman zaman, belki de sosyal yaşamımızdan daha fazla.
Onun için zaten iyi işler bu engelin, bu koşulların, bu yargıların, bu eleştirilerin ötesine geçer. Dinlemeyen, dinlese de korksa da yürümeye devam edenlerin yaptığı eserler her zaman için daha böyle özel, kıymetli ve bizim için çarpıcı ve insanoğlunu dönüştürücü olmuştur. Çünkü zaten var olan alanın dışında bir şeyler yaratma cesaretidir o.
Yoksa bilindik olanları tekrarlarsın, pek de tepki almazsın. Ay çok renkli, çok güzel, çok tatlı, ay renkleri çok güzelmiş, ay ne şeker falan şeyler de yapabilirsin yani hayatta. Ama Tarkovski’nin böyle film yaptığını düşünsene yani, o zaman Tarkovski olmazdı. O zaman işte, romantik komedi filmi. O da film tabii ki, film değil demiyorum.
Derya Yücel
Sanatçının içsel dünyasını koruma ihtiyacı ile kendini toplumsal düzlemde ifade etme arzusu arasında yaşanan gerilimin serginin odak noktasını oluşturduğunu söylüyorsunuz. Bu ikilem küratöryel deneyime nasıl yansıdı?
Bu gerilim aslında sergi başlığı olan “Inhibition/Exhibition (Çile Bülbülüm Çile)” ile belirginleşiyor ve elbette serginin genel yapısını şekillendiriyor. Baskı mekanizmaları ile bireysel özgürlük ve kendini dışa vurma arzusunun çatışması serginin temel eksenini oluşturuyor. Bu aslında hepimizin, her birimizin, hele ki bu coğrafyada yaşayan üreten herkesin çok aşina olduğu bir olgu… Dolayısıyla küratöryel çerçeve, Mumcu’nun bu ikiliği ve gerilimi eserleri aracılığıyla izleyiciye sunarak, her bir eserin hem bireysel hem de toplumsal düzlemde nasıl bir anlam taşıyabileceği üzerine düşünmeyi teşvik ediyor. Sergi izleyiciye sanatçının sadece resimleri ile görsel/estetik bir deneyim sunmakla kalmayıp, aynı zamanda bu çatışma üzerinden düşünsel ve duygusal bir yolculuk yapma fırsatı veriyor. Sergi deneyimi, içerdiği imgeler ve onlara eşlik eden renklerle, cümlelerle, metinlerle bir diyalog aracı olarak işlev görüyor. Sanatçının psikolojik ve estetik derinlikleri harmanlayan çok yönlü yaklaşımını sergilemek, izleyicinin sanatçının içsel dünyasını ve toplumsal dinamiklerle olan ilişkisinin her iki yönünü de keşfetmesini sağlayabilir. Mumcu’nun görsel sanat ile insan bilimleri arasında kurduğu ilişki, küratöryal kurguda önemli bir rol oynadı, dolayısıyla sanatçının profesyonel alanlarının birleşiminden doğan zenginliği ve çok boyutlu bakış açısını yansıtmaya çalıştım.
Serginin mekânsal kurgusu ile sanatçının eserlerinin içsel derinliği ve çok katmanlı anlamları nasıl bir ilişki kuruyor?
Cem Mumcu’nun çok yönlü sanatçı kişiliği, resim ve metnin birlikte var olmasının denge içinde sunulmasına olanak sağladı. Hem görsel hem de yazılı anlatımların izleyiciye farklı algılama düzeyleri sunduğu bir mekân kurgusu, sanatçının derinlikli analizlerine dayalı olarak şekilleniyor. Serginin eserlerin fiziksel bir düzenlemesi olmasının ötesinde, izleyiciyi sanatçının içsel dünyasına dair yorumsal alanlarına davet eden bir ortam olarak işlev görmesini arzu ettim. Resimleri ve hepsi birbirine bağlı olan imgeleri mekânda birer anlatı parçacığı gibi konumlandırmak, bazı eser gruplarını belirli bir gerilim hissi yaratacak şekilde farklı renk alanları içine yerleştirmek, mekânın üst katında daha akışkan ve ritmik bir kurgu varken alt katında labirentimsi bir izleme rotası oluşturmakla sanatçının içsel dünyasının çok katmanlı yapısına paralel bir şekilde, izleyicinin eserlerle kurduğu bağın da çok yönlü olmasını sağlamaya çalıştım. Mekânda oluşan bu atmosfer, sanatçının resimlerindeki renkler, figürler, gölgeler ve kelimelerle de uyum içinde. Resimlere arka plan yaratan farklı renk alanları, sanatçının resimlere eşlik eden cümlelerini içeren bu düzenleme, izleyicinin bir resmin önünde durduğu zaman bir anlam bütünlüğü oluşturan fakat hareket ettikçe yeni anlam katmanları ortaya koyan bir süreç yaratacağını düşünüyorum.
Görsel ve metinsel birliktelik serginin dikkat çeken yanlarından. Siz bu iki güçlü disiplinin birlikteliği ve dengesini nasıl sağladınız?
Cem Mumcu’nun sanat pratiği hem bir sanatçı hem de bir insan bilimci olarak çok yönlü bir yapıya sahip ve bu çok yönlülük, serginin mekânsal kurgusunun oluşturulma sürecinde de etkisini gösteriyor. Mumcu’nun ressamlık, psikiyatristlik, yazarlık ve yayıncılık gibi farklı profesyonel alanlarda faaliyet göstermesi, onun eserlerine çok katmanlı bir yaklaşım getirmesine olanak tanıyor. Resim ve metin gibi iki farklı disiplini bir arada kullanma biçimi, sanatçının entelektüel birikimi ve sanat anlayışını yansıtan önemli bir strateji olarak öne çıktı diyebilirim. Görsel ve metinsel birlikteliği, sergideki anlam derinliğini ve çok katmanlı anlatıyı güçlendiren temel unsurlardan biri olarak düşünmek önemliydi. Görsel imgeler, duygusal yoğunluğu ve soyut anlatımları ile izleyiciye doğrudan bir duyusal deneyim sunuyor. Resimlerdeki figürler, gölgeler, renkler ve dokular izleyicinin içsel dünyasına hitap ederken, metinler ise bu görsel deneyimi daha derinlemesine sorgulamaya davet ediyor. Metinler, çoğu zaman görselin arkasında duran anlamları açığa çıkaran bir anahtar işlevi görüyor. Metinlerin görsel içerikle tamamlayıcı değil, kendine özgü bir anlatı kurarak resimle eşdeğer bir anlatım gücüne sahip olmalarını istedim. Sayıklama gibi mekâna yayılan, akan ve dilsel olduğu kadar görsel bir eleman olarak kullanmak istedim. Bana göre serginin mekân kurgusunda, her iki disiplinin de eşit derecede vurgulandığı bir denge oluştu. Resimlerin görsel dilinin, metinlerle etkileşime girmesi, her bir izleyicinin hem duygusal hem de düşünsel olarak kendine bir anlam dünyası yaratmasını sağladığını düşünüyorum. Yani, metinleri görselin duyusal atmosferini boğmaması, aksine onu pekiştirmesi ile izleyicinin kendi yorumunu bulmaya davet eden bir araç olarak kullanmak.