21. yüzyılın açık arazisinde, klasik formundan kurtulmuş heykelle karşılaşan ve kafası karışan turist için bir hayatta kalma rehberi önermek mümkün. Aslında bu tedirgin seyircinin kolay tanımlayamadığı heykel karşısındaki ilk tepkisi “Burada ne oluyor şimdi?” sorusuna yanıt aramaktır. Öyle ki Tatlin, 1914 te Karşıt Köşe Kabartması isimli eserinde heykelin bildiğimiz mekân anlayışını parçaladığından beri veya Duchamp, geleneksel heykelin ve resmin paylaştığı alanının tam karşısına, duvara bir pisuvar asıp, buluntu nesneyi de sanat olarak sunduğundan beri izleyici aslında hep bu soruyu soruyor.
Geçtiğimiz haftalarda dünya kamuoyu Davut Heykeli’nin çıplaklığıyla meşguldü. Çıplak Davut Heykeli giydirilsin mi, yoksa geçici olarak getirildiği Saint Petersburg meydanından kaldırılsın mı derken, manşetler referandum kararı verildiğini yazdı. Heykeli halk oylamasına götüren ve yerel otoriteye yazılı olarak yapılan çıplaklık şikayetlerinden biri de, dikkat çekici bir soru soruyordu. BBC tarafından Rusçadan çevrilen ve art.net’te yer bulan şikayet mektubu, etrafta çocuklar olduğunu belirtiyor ve ekliyordu: “Bu kocaman çıplak adamı görüyorlar, bu normal mi?”
Peki, heykele bakıp kocaman çıplak bir adam görmek normal midir?
Bu sanrıda heykelin payı var mıdır? Aslında evet. Saint Petersburg’daki vatandaşı tedirgin eden, taklit edilmiş çıplaklığı gerçek çıplaklıkla değiş tokuş eden şey heykelin yapılışından değil yapısından ve içsel özelliklerinden kaynaklanır. Bu özellik buzul çağındaki Cramagnon denilen ilkel atamızı henüz ortada medeniyet bile yokken heykeli icat etmeye yönelten şeyle aynıdır. Şöyle ki, ilkel dönemde de heykel tıpkı bugünkü gibi 3 boyuta ve somut bir maddeye sahipti. Resmin doğasında olmayan bu 3 boyutlu olma özelliği heykele oldukça kuvvetli bir temsil gücü verdi. Bu haliyle heykel; ilkel insanın korktuğu ve medet umduğu güçleri temsil edebilmesi, bu sayede soyut olanı fiziki hale getirip az buçuk anlaşılır kılması için biçilmiş kaftandı. Yani, başından beri, heykelin insanda uyandırdığı deneyim aynı anda hem var olana hem de orada olmayana dairdi. Davut heykelinde etten kemikten bir insanın çıplaklığının görülebilmesi, hem heykelin seyircisinin belleğindeki etten kemikten insan deneyimine dokunabilen 3 boyutlu hacminden kaynaklanıyor, hem de formun insan formuna olan benzerliğini kurarken dayandığı bu güçlü temsil ilkesinden geliyor. İnsan heykelin karşısında dururken gördüğü şeyin, baktığı şeyden fazlası olduğunu bilerek bakıyor. Bu durum da bahsedilen ilişkiyi biraz huzursuz yapıyor. İnsanın bir sanat eserini deneyimlerken yaşadığı bu karmaşık tecrübenin iki boyutu olduğunu söylüyor Wollheim. İlki, karşımızdaki mevcut sanat nesnesinin özellikleriyle ilgili olan farkındalığımız; örneğin boyanmış bir yüzey oluşu veya kaide üstünde bir mermer oluşu. Diğer boyutu ise; mevcut olmayanı temsil edebilmesine dair farkındalığımız. Yani heykel fiziksel varlığı ve kütlesi sayesinde, insanın fiziki gerçek mekânında bir yer kaplayabiliyor ve temsil gücü sayesinde bu alana, orada olmayan bir şeyi taşıyabiliyor. Ve biz bunun farkındayız. Bu haliyle heykel insanın gerçeğine müdahalede bulunabilen dolayısıyla tehditkar sayılabilen bir unsur.
Fakat işin ilginç tarafı heykel sanatı iyice huy edindiği gerçeklik ve onu yansıtabilmek üzerine kafa yormayı da, temsil tutkusunu da 20. yüzyılda iyice bıraktı. Özellikle Rönesans’ta mükemmelleştirdiği teknik ile, neredeyse etiyle, kas dokusuyla tekrar ürettiği insanın bir kopyası olma eğilimindeydi, vazgeçti. Ancak bir şeyi temsil etmemeye başladığında da izleyici için daha kolay okunur, anlaşılır bir hâl almadı. Heykel; ideoloji gibi, din gibi kendisinden aşkın bir şeyin temsiliyeti kaygısından kurtulunca elbette formunda ve dilinde yeni arayışlara girdi. “Gördüğünüz şey, gördüğünüz şeydir” dönemi başladı. Ancak bu kez dil ve formdaki arayış sayesinde ürettiği anlam olanakları arttı. Bu da yeni tedirginliklere yol açtı.
Adı Uzayda Kuş olduğu halde kuşa benzemediği için mahkemeye düşen heykel bile var.
Brancusi’nin bu heykeli kanadı veya gagası gibi tanımlı bir şeyi olmadığı için Amerikan gümrüğünden çıkamaz. Daha sonra mahkeme jüri kararıyla heykelin tüm tanımlı formların yokluğunda bile zarafet, dinamizm gibi uçmaya-kuşa atfedilen duyguları uyandırdığına karar verir. Söylediğimiz gibi heykel konusunda kafalar karışıktır. Aynı heykel 2005’te 27 milyon dolara alıcı buldu.
Bugün, rastgele bir arazide turistin aniden karşısına çıkan ve yüzyıllardır alışılanın aksine bir askere, şehrin fatihine ya da kutsanmış birine benzemek gibi bir derdi olmayan heykel de, hafiften keyfini kaçırır izleyicisinin. Bırakın insan formunu, izleyicinin tanıdık herhangi bir forma güç bela benzettiği heykel; 20 yüzyılda yenilenmiş diliyle, olmayan kaidesi ve olmadık formuyla tam olarak nasıl aktardığı belli olmayan, yine de kuvvetli olabilen bir estetik deneyim önerir. Bu duygu sayesinde heykele yaklaşır izleyici, etrafında bir tur atar. Heykelin kompozisyonu ile yarattığı ağırlık merkezlerinde, gözü istemsizce biraz daha fazla kalır. Göze fark ettirmeden bir seyir rotası önerebilen konstrüksiyonu, yön verebilen iletişime geçebilen hali bu karşılaşmayı biraz daha gizemli hale getirir. Eğer varsa hareket duygusunu da hisseder izleyici, ancak bu durağan kütlenin neresinden hareket duygusu edindiğini isimlendiremez belki. Heykelin önerdiği estetik yaşantı ile ilk anda böyle tanısızlıkla dolu bir bağ kurar, belki zevk duyar, selfiesini çeker ve gider. Heykelin temsil etme olasılığı taşıdığı bir kavram ya da bir inanç sistemi izleyenin canını da sıkabilir, şu taktirde belki biraz ileri gider izleyici ve darp eder gider. Her iki durumda da tedirginliğe yol açan şey: “Burada ne oluyor şimdi?” sorusuna tam olarak verilemeyen yanıtın tekinsizliğidir.
Hakikaten, burada ne olmaktadır? 21. yüzyılda heykel nasıl bir şeydir?
Karşısında durana söylediği şeyi nasıl söyler? Dünyanın değişik yerlerinden heykeltıraşların bu sorulara verdiği iç rahatlatıcı yanıtları paylaşmadan önce son bir şey söylemek gerekiyor. Vatandaş uzaktan okumak zorunda kalmadan bu cevapları bizzat deneyimleyebilsin diye sempozyum yapılıyor. Heykel sempozyumlarında heykeltıraşlar kapanıp heykeli tartışmıyor. Aksine herkese açık alanda, dünyanın birçok yerinden gelen sanatçı ve oradan geçen vatandaşı da içererek bir ay boyunca çalışıyor, ortaya eser çıkartıyor. Yerel halk bu fırsatı sevdiğinden ülkemizde sempozyumların sayısı bir hayli çok. 19 Eylül’de Tekirdağ’da Bisanthe Heykel Sempozyumu başlıyor. Ağustos’un ilk haftasında ise Büyükçekmece’de 17 yıldır yapılan sempozyumun sonuncusu tamamlandı. Katılımcılarından heykeltıraş İlker Yardımcı’nın aktardığı üzere, sempozyumlar vatandaşı sürecin parçası yaparak heykelin bulunduğu yerdeki aidiyetini ve kök salmasını sağlıyor. “Heykel yaşayan bir varlıktır; konuşur, ifade eder, değişime ve etkileşime girer, yaşlanır, zamanla anlam kazanır ya da anlamını yitirebilir” diyor Yardımcı. Ve ekliyor: “Yerleştiği alanda yaşayanlar, dolaşanlar ve gelecek kuşaklar için bir bellek aktarımı sağlar”.
Aktarımın nasıl gerçekleştiğini sorduğumuzda “çağrışımlarla” yanıtını veriyor Yardımcı. Ve sözlerine devam ediyor: “Bir heykel, ‘sanatçısı’ tarafından konulmuş adıyla, figüratif ya da non-figüratif olarak, çağrışımlarla varoluşunun ipuçlarını, kendi kodlarını deşifre eder. Bu kodlar üzerinden toplumdaki katmanlara gruplara bir mesaj iletir. Yüzyıllar boyu heykelin açık bir alanda en önemli özelliği iktidarı temsil etmesiydi. Heykel Rodin sayesinde insanlara tepeden bakan kaidesinden indirilmiştir. Bu milat sonrasında heykelin ideolojisi, teknolojisi, malzemesi de değişmeye başlamıştır. Günümüz yaklaşımında heykel anlayışı; form, biçim ve kurgusuna göre yüzü insana dönük şekilde değişmiştir. Günümüz toplumsal yaklaşımında ideolojilerden arıtılmış özgürlükçü anlayış ağır basıyor. Heykelin öncelikle galerilerde, salonlarda değil de insanların yaşam alanlarında yer alması gerektiğine inanıyorum”.
Sempozyuma Tayvan’dan katılan heykeltraş Lee Zih-Cing, heykelle izleyici arasındaki iletişim problemini, kurulan kontağın az sayıda olmasıyla açıklıyor. Tıpkı yeni bir arkadaş edinmek gibi diyerek nasıl iletişim kurulabileceğini anlatıyor: “Heykelin önerdiği duygu ve düşünceler zamanla o grameri çözerek anlaşılıyor” derken bir ip ucu da sunuyor: “Ben bir heykelin karşısına geçtiğimde önce özelliklerinden başlarım okumaya; soyut mu, figüratif mi, gerçekçi mi? Sonra, uyandırdığı hissi ve mesajı, formuyla nasıl bağdaştırdığını incelerim. Bu izleri formda bulabilirsiniz”. Teng Shan-Chi ise, günümüzde heykelin sunduğu artan anlam olasılıkları karşısındaki tedirginliğe farklı bir yorum getiriyor: “İnsanlar esere bakarken kendi iç deneyimlerinde cevabı bulmaya çalışmaktansa orada bir makale okumaya çalışıyorlar. Eskiden basit olan bir şeyi bugün karmaşık bir hale getirdik. Çünkü çağımız bir bilgi bombardımanı çağı. Hâlbuki heykele sakin bir kalple duyularla yaklaşılabilir. Zor ama güzeldir heykeli okumak.
Birbirinden farklı yöntemler sunan bu okuma önerilerini değerlendirmek isteyenler için, 17. senesine giren Büyükçekmece Sempozyumu arkasında 70’i aşkın eser bıraktı. Eserler heykelin güncel meselelerine ve çıplaklık kadar kolay okunmayan diğer estetik önerilerine dair ipuçları vaat ediyor.