09 HAZİRAN, SALI, 2015

İnisiyatifler: Dünyalı mı, Marslı mı? VI - collectorspace

İnisiyatiflerin derdini anlamak için çıktığım yolculukta bu defa collectorspace’in kapısını çaldım ve program yöneticisi Özge Ersoy’a diğer inisiyatiflerden farklı olarak koleksiyoner tarafından desteklenen bir yapıda olmalarına, kâr amacı gütmeme kararlarına ve görünürlük kaygılarına dair aklıma takılan soruları sordum.

İnisiyatifler: Dünyalı mı, Marslı mı? VI - collectorspace

Her şey nasıl başladı?

collectorspace fikri, kendileri de koleksiyoner olan Haro ve Bilge Öğüt-Cümbüşyan çiftine ait. Müze gruplarına dahil olarak ve başka koleksiyonerlerin evlerini gezerek sanat alanında kendilerini eğitiyorlar, farklı örnekler görerek kendi çizgilerini oluşturuyorlar. Kendilerine “İstanbul’a nasıl katkımız olabilir?” sorusunu sorduklarında, kayda değer koleksiyonların hepsini buraya getirmek mümkün olmasa da, küçük çaplı sergiler ve konuşma serileri düzenleyerek bir tartışma ortamı yaratmanın faydalı olacağını düşünüyorlar. Ben ise Haro Bey’le collectorspace 2011’de açılmadan yaklaşık 3 ay önce tanıştım. Hali hazırda kâr amacı gütmeyen kurumlarla çalışmıştım. İlgi alanım, sanatçılar ile kurumların etkileşimi üzerineydi. Halen, kendi kendine örgütlenen sanat oluşumları ile gelişen ekonomilerdeki müzeler üzerine konuşmaya, tartışmaya, yazmaya devam ediyorum. Haro Bey’le bir araya gelince böyle bir inisiyatif/kurum modeli geliştirmek, misyonunu ve vizyonunu zaman içinde değiştirebileceğimiz bir oluşum yaratmak konusunda benzer bir heyecanı paylaştığımızı gördük ve bu şekilde yola çıktık. 

Naz Cuguoğlu ve Özge Ersoy ©Korhan Karaoysal

Eylül’de 4. senenizi kutlayacaksınız. Zaman içerisinde bu bahsettiğin değişim ne şekilde yaşandı? 

En başından beri amacımız koleksiyonerlik pratiklerini tartışmaya ve eleştiriye açmak oldu. Eleştiriden kastım, koleksiyonların duvarlarını yıkmak değil, onların var oluş sebeplerini tartışmak, gelişimlerini incelemek, sanatçılara karşı ve toplumsal sorumluluklarını masaya yatırmak. Böyle bir proje, İstanbul gibi güncel sanat alanında kamu desteği ya da kamu koleksiyonlarının neredeyse hiç olmadığı bir şehirde şekillendiği için, zaman içinde şu sorulara daha fazla eğildik: ‘Kamu koleksiyonları olmadığında, yakın dönem sanat tarihini kim, hangi işlerle, hangi arşivlerle, hangi yetkiyle yazıyor? Bir koleksiyonun veya müzenin kamusallaşması böyle bir ortamda ne anlama geliyor?’

Peki bu duruma paralel olarak formatınızda bir değişiklik oldu mu?

Formatımız oldukça az değişiklik gösterdi: Her projemiz, çalıştığımız koleksiyondan seçilen tek bir sanat işinin gösterildiği bir sergi/sunum, koleksiyonerle yapılan video söyleşisi, koleksiyonerin ve sanatçının İstanbul’da yaşayan sanatçı veya küratörle yaptığı bir sohbet ile sergi sonrasında çıkan bir yayından oluşuyor. Ancak zaman zaman bu formatı genişlettik. Örneğin, Banu Cennetoğlu’nun kurduğu BAS işbirliği ile sanatçı Anita Di Bianco’nun Düzeltmeler ve Açıklamalar  isimli gazete projesinin Türkçe versiyonunu ürettik ve dağıtımını sağladık. Kimi zaman ise işini gösterdiğimiz sanatçının işbirlikçilerini davet ettik; en son sergimizde çalıştığımız Pipilotti Rist’in daha önce işbirliği yaptığı ses performansçısı Saadet Türköz’ün verdiği konser/performans bunun bir örneği.

Amaçlarınızdan biri de koleksiyonerler için bir referans noktası oluşturmak ve bir diyalog yaratmak. Türkiye’de bunun işlediğine inanıyor musunuz? Sizin varlığınızdan faydalanarak kendini geliştiren koleksiyonerler oldu mu?

collectorspace’in program yapma biçimini küçük bir jest olarak görmek mümkün. Sonuçta her koleksiyondan tek bir iş getiriyoruz. Ancak bu jest, bugünlerde gazetelerin ekonomi sayfalarında haberlerini görmeye alışkın olduğumuz koleksiyonerliğin temelinde her zaman sanat işinin yattığına yapılan bir vurgu aynı zamanda. Başarılı olmak, etkili bir model yaratmak konusuna gelince... Sanat inisiyatiflerinin/kurumlarının başarısını ölçmek her zaman çok güçtür. Gazetelerde, dergilerde ne sıklıkta adınızın geçtiği ya da kapınızdan içeri giren kişi sayısı sadece kısmi bir başarıya işaret eder. Bizim başarı kriterimiz şöyle: Ortaya attığımız tartışmaları takip eden ve daha önemlisi bunun bir parçası olan kişilerin sayısının zamanla artması ve tartışmaların seviyesinin yükselmesi. Bu sayı azar azar da olsa artıyor ve bahsettiğim kitle yalnızca koleksiyonerlerle sınırlı değil; içinde sanatçılar, küratörler, yazarlar ve galericilerde var. Bizimle beraber düşünen bu grubun sanatın farklı alanlarından gelmesi çok mühim. Böyle bir başarı anlayışı beni tatmin ediyor, çünkü iddiamız büyük etkiler yaratmaktan ziyade koleksiyonerlik üzerine kafa yoran kişileri bir araya getiren bir aracı görevi üstlenmek.

©Korhan Karaoysal

Hep tartışılan bir konu da Türkiye’de belli bir koleksiyoner profili olmadığına dair. Uluslararası koleksiyonerlerle yaptığınız çalışmalar sonucunda böyle bir gözleminiz oldu mu?

Genellemek çok zor. Hem Türkiye’den hem dünyadan olumlu ve olumsuz birçok örnek vermek mümkün. Türkiye’de güncel sanat ile ilgilenen koleksiyoner sayısının son on senede ciddi bir artışta olduğu söyleniyor. Ekonominin büyümesi, alış gücünün artması, güncel sanatın ‘trend’ olması gibi birçok sebep zikrediliyor. SALT, 3 sene önce koleksiyonlar üzerine bir konferans düzenlemişti: Hazine Sandıkları veya Araçlar. Konferansın giriş konuşmasında Vasıf Kortun Türkiye’de iki eğilim olduğundan bahsediyordu: avcı toplayıcı telaşıyla koleksiyon yapan kişiler/kurumlar ile bu alanda eleştirel anlatılar kurmaya gayret edenler. Bu iki kutup arasında yakın zamanda bir kırılma gerçekleştiğine inanmıyorum. collectorspace olarak önemsediğimiz şey, bu kutup ve ara modeller hakkında konuşmaya devam etmek. Zira hedefimiz ‘örnek’ ya da ‘doğru’ koleksiyonerliği göstermek, alışılageldik deyişle insanları ‘eğitmek’ değil, bu konu üzerine zaman ve emek harcayan kişiler üzerinden tartışma ortamı yaratmak.

Mekanlarla olan ilişkinizi de merak ediyorum. New York’ta kurulmuş ama fiziksel mekanı İstanbul’da olan bir inisiyatifsiniz. Bunun sebebi nedir?

Kuruluş aşamasında, kâr amacı gütmeyen bir kurum olarak tanınma işlemi New York’ta başladı ve sonlandı. Lojistik sebepler diyebiliriz. Ayrıca, belki hırslı bir ifade olacak ama İstanbul için bir değer yarattığımıza inanırsak buradaki mekânı büyütmekten ziyade başka bir şehirde, yine küçük çaplı bir mekân açmak söz konusu olabilir. Proje üretmeye, tabir yerindeyse emeklemeye İstanbul’da başladık ancak ele aldığımız konular Türkiye’yle sınırlı değil. Olur da ikinci bir mekan açma fırsatı yakalarsak, New York veya Londra değil, başka coğrafyalarla ilgileniriz diye düşünüyorum. En son bu konuşmayı Vietnam’da ve Meksiko’da yaşayan kişilerle yaptık örneğin.

Peki neden inisiyatif? Neden kâr amacı gütmüyorsunuz?

Misyonumuz kâr amacı güden bir yapıdan farklı olmamızı gerektiriyor.

Bu yapıyı sürdürebilmek için maddi desteği nasıl sağlıyorsunuz?

Sanılanın aksine beraber çalıştığımız koleksiyonerlerden destek almıyoruz. Kendi bütçemizi oluşturup onunla ilerliyoruz. 

Naz Cuguoğlu ve Özge Ersoy ©Korhan Karaoysal

O halde kurum olmayı da tercih edebilirdiniz?

Zaman zaman beraber çalıştığım ya da temas ettiğimsanatçı inisiyatiflerine benzer bir soruyu sordum daha önce: ‘Türkiye’de kurumsallaşma bu kadar yaygınken ve herkes sürdürülebilirlik üzerine odaklanırken neden kurum yerine inisiyatif olmayı tercihediyorsunuz?’ Çoğu, ‘Biz kurum olmak istemiyoruz’ gibi keskin cevaplar vermişti. Benim bu kadar net bir yanıtım yok. Kurumsallaşma korkulacak bir süreç olmak zorunda değil. Kelimelerden, tanımlardan ziyade üretim şeklini konuşmak daha anlamlı geliyor bana.

Yine de bu konular üzerine oldukça çok düşündüğünü bildiğim için sormak istiyorum, sen inisiyatifi nasıl tanımlıyorsun?Görüştüğüm inisiyatiflere bu soruyu genelde sordum ve çok farklı tanımlar olduğunu gözlemledim. Sonuçta geçen sene Art International’da da inisiyatif bölümünün eş-küratörlerinden biriydin.

Art International’daki projemiz süresince Merve (Ünsal) ile sıkça dillendirdiğimiz bir soru bu: ‘İnisiyatif dediğimiz şey nedir?’. Bu yapıları tanımlamak için kullanılan pek çok kalıp var: bağımsız, küçük ölçekli, mütevazı, esnek yapılı, deneysel, vb. tanımı kuvvetlendirmek için, kurum, müze ya da galeri ‘olmayan’ deniyor bazen. Bu kadar büyük ayrımlar yapmak gerekli mi ya da bu zıtlık neye yarıyor? Pek emin değilim. Bence,  ‘Ne üretiyoruz? Ne şekilde üretiyoruz?’ sorularını sormak daha önemli. Örneğin bağımsızlık dediğimiz şeyi ele alalım, nereden veya kimden bağımsız oluyoruz? Yönetim kuruluna, mekâna, çevirilerini yapan kişiye de bağımlı olabilirsin, bağımsızlığı bu kadar romantik hale getirmeye gerek yok. Diğer sorulması gereken soru da şu: ‘İnisiyatif dediğimiz yapılar farklı aktörlerle nasıl bir iletişim halinde? Örneğin, galerilerin inisiyatiflerle ilişkisi nedir?Ne noktada birbirimizden destek alıyoruz, nasıl birbirimizi besliyoruz?’Bu soruları sormanın aciliyeti, inisiyatifin ne olduğunu tanımlamaktan daha büyük kanımca.

Evet çok haklısın... Yine de merak ediyorum, Art International’daki tartışmaların sonucunda ne çıktı, nedir inisiyatifin galeriyle olan ilişkisi?

Tek bir cevap vermek mümkün değil. İnisiyatifler bölümündeki üretimler, galeri stantlarındaki üretimlerden ne kadar farklı? Sanat fuarındaki görünürlük inisiyatifler için ne demek? Herkesin buna cevabı farklı. Katılımcılar arasında, Bandrolsüz ve Reccollective gibi sabit mekânı olmayan ancak sanatçı kitaplarını mekân olarak kullanan yapılar da vardı; Torun, 49A, 5533, Sütüdyo ve PASAJ gibi halihazırda sabit fiziksel bir mekânla çalışanlar da. Sonuçta her yapının izleyici ile ilişkisi ve görünürlük arzusu farklılık gösteriyor. Merve'yle beraber yapmaya çalıştığımız, böyle üretimleri destekleyen, çoğu zaman enformel olan ilişkileri öne çıkarmaktı.

Peki siz fuar için hangi inisiyatiflerle çalışacağınızı nasıl seçtiniz? Belli tanımlara çok da inanmıyorsunuz, o süreç sizin için zorlayıcı oldu mu? 

Bahsettiğim resmi olmayan ilişkilerin, ağların öne çıkmasını arzu ettik. Bu ilişkiler üzerinden gidip süregelen diyaloğumuzun olduğu inisiyatifleri çağırdık. Bunu açıkça söylemek önemli, çünkü Türkiye’deki inisiyatiflere dair bir ‘snapshot’ yakalamaktan ziyade, halihazırda bizim içinde olduğumuz bir ilişkiler ağından yola çıkmak ve bunu görünür kılmak bizim için daha değerliydi.

Sizin görünürlük kaygınız var mı?

Yok demek yanlış olur. Peki hangisi daha başarılı: Her gün 100 kişinin geldiği, önünde kuyrukların oluştuğu bir yapı mı? Yoksa düzenli olarak 30 kişinin takip ettiği ve küçük çaplı tartışmaların yapıldığı bir yapı mı? Bu sorunun cevabı inisiyatif ya da kurum olarak kendinizi nerede konumlandırdığınıza göre değişiyor. collectorspace takımı olarak zaman zaman varoluşsal krizler yaşıyoruz tabii ki, ama yine de sayılar üzerinden gitmek bana doğru gelmiyor.

Pipilotti Rist, Cinquante Fifty, 2000. Han Nefkens H+F Koleksiyonu'ndan Cinquante Fifty isimli sergiden, 2015.

Sizin yapınız şimdiye kadar görüştüğüm inisiyatiflerden daha farklı. Onların genelde hep ortak olan bir söylemi vardı, konu dönüp dolaşıp bir şekilde maddi imkansızlıklarave sürdürülebilirlik konusunda yaşadıkları zorluklara geliyordu. Sizin çok da maddi bir kaygınız yok gibi gözüküyor, belli bir bütçeniz var.

Doğru fakat bizim de kısıtlı bir bütçemiz ve dolayısıyla bu konuda kaygılarımız var. Sponsorluğa ve fona ihtiyaç duyuyoruz. Bu alanda kendimizi geliştirmemiz gerektiğinin de farkındayız. Ayrıca, şöyle ilginç bir nokta var: SPOT, SAHA ve collectorspace’in kurulması yaklaşık aynı döneme denk geliyor, 2011’in ortaları... Bence bu tesadüften ibaret değil. Bu durum, toplayan, biriktiren, koleksiyon yapan kişilerin hamiliği, üretim desteğini sorgulamaya başladığının göstergesi. Bildiğimiz birçok örnekte inisiyatifi başlatanlar, sanatçıların kendileri. Koleksiyoner desteğiyle kurulan bu yapılarsa oldukça yeni ve gelişmeye devam ediyor, fakat bu durum finansal desteğe ihtiyaç duymadığımız anlamına gelmiyor.

Seçtiğiniz işi sokağa doğru sergilemeniz de üzerine düşünülmüş olduğunu tahmin ettiğim, önemli bir karar. Bu karar sizin inisiyatif yapınızı nasıl etkiliyor? Sokaktan geçen insanla olan ilişkiniz nasıl?

Her sergiyle mekânın algısı değişiyor. Sergilediğimiz işe göre, tiyatro sahnesine, kioska veya büfeye dönüşebiliyoruz. Burası, şu anda bizimle aynı katta yaşayan ailenin bir süre önce oturma odalarından ayırıp bir dönem yazıhane gibi kullandıkları, dışarıdan ayrı bir girişi olan 20 metrekarelik bir mekân. Geçmişin izleri kısmen de olsa duruyor. Nötr bir beyaz küp olma iddiamız yok. Örneğin eski parkeler daha mahrem olan ev hayatını hatırlatacak şekilde duruyor. Bu da collectorspace’in amacıyla yakından ilişkili. O meşhur özel-kamusal ayrımını mekân üzerinden de düşünmeye gayret ediyoruz. 

İleride neler olacak?

10 Haziran’da yeni sergimizi açıyoruz. Milano merkezli Ramo Koleksiyonu’na ait olan, Jannis Kounellis’in 1976’dan bir çalışmasını göstereceğiz. Ramo Koleksiyonu, kağıdı ana malzeme olarak kullanan sanatçıların işlerinden yola çıkıyor. İtalya’daki tarihsel avangard hareketlere bakıp 20. yüzyıldaki üretimleri bir araya getiriyor. Kağıdı malzeme olarak kullanan üretimler, özel koleksiyonlarda çoğu zaman göz ardı edilir. Bu sergiyle, özel bir koleksiyonun bu alanda ne yapabileceğine bakmak istiyoruz.

0
6549
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage
yükleniyor