Ayşegül Dolakay Özyürek ve Ömer Özyürek’e ait Adas, küratörlüğünü Melike Bayık’ın üstlendiği “Standart” sergisine ev sahipliği yapıyor. Sanat yazarı, yardımcı küratör ve akademisyen kimlikleriyle tanıdığımız Melike Bayık’ın ilk kişisel küratöryel deneyimi “Standart”, ünlü sosyolog Michel Foucault’un Disiplin Toplumu üzerinden şekilleniyor. Disiplin toplumu ve merkezlerinden hareketle insandan zihne uzanan bir sürecin kapılarını araladığını belirten Bayık, var olan alanlar üzerinden izleyici için yeni ve sorgulayıcı bakış açıları getiriyor. Farklı ülke ve disiplinlerden 11 sanatçıyı buluşturan “Standart”, 11 Mayıs’a kadar Adas’ta ziyaret edilebilecek.
İhsan Oturmak, Işıl Eğrikavuk, Jozef Erçevik Amado, Merve Dündar, Erinç Seymen, Yasemin Özcan, Leyla Emadi, Nasan Tur, Özlem Günyol, Mustafa Kunt, Ferhat Özgür ve Zafer Akşit’in bir araya geldiği “Standart”, Foucault’un kontrollü ve tek tipleşen toplumsal yapısından yola çıksa da özünde toplumsal sınırlarında yaşayan bireyin sorgulanmayı bekleyen bilinçaltına ve burada bastırdıklarına odaklanıyor. Farklı ülkelerdeki birikim ve gözlemlerini kişisel yaklaşımlarla irdeleyen sanatçılar, böylelikle toplumsal yapı ve birey üzerindeki etkisini de evrensel bir noktadan izleyiciye aktarabiliyor. Homojen alanlardan kendi sınırlarına uzanan insan kavramını katmanlar hâlinde sergileyen Melike Bayık, ilk kişisel küratöryel deneyimi “Standart” ile bu süreçteki deneyim ve heyecanını bizlere anlattı.
Küratörlüğünü üstlendiğiniz “Standart” sergisi, çıkış noktasını ünlü Fransız düşünür ve sosyolog Michel Foucault’un Disiplin Toplumu kavramından alıyor. Disiplin Toplumu nedir ve “Standart” bu kavram içerisinde nasıl tanımlanıyor?
Kavram aslında temel bir şekilde yönetilen ve kontrol edilen, gözetim altında tutulan sosyal yapıyı ele alıyor. Michel Foucault, 18. - 19. yüzyıllarda kavramı ortaya attığında bariz yönetimlerin toplumu kontrol altına alma, tek tipleştirme ve böylelikle sıradan bir yapı kazandırılan yönetim omurgasındaki işlerliğin daha rahat olacağı bir sistemden söz ediyordu. Foucault’un söylemine bu açıdan bakıldığında serginin çatısını oluşturan iki önemli öge var: Disiplin merkezleri ve disiplin toplumları. İktidar hastayı hastane, öğrenciyi okul, askeri ve polisi karakol, suçluyu da hapishane gibi yerlerle eşleştirip gözetim ve kontrol altında tutma yapısından söz ediyordu. Foucault da düşüncesinde bunun altını çizerken toplumun kontrolü, bireyin bilinçsiz bağımlılığı ve özgürlük, bağımsızlık alanlarının sınırlarından söz eder. Serginin ismi “Standart” ise toplumun bağımsız, özgür irade yapısı içinde kontrol ve yönetim mekânizmalarının olağan hâline vurgu yaparken hicivli kelime oyunuyla kendi kimliğini oluşturuyor. Bu bakımdan “Standart”, bir yandan nötr ve sıradanken diğer yandan karşıt bir ifade olarak keskin ironiler barındırıyor.
Disiplin Toplumu’nun devlet-iktidar-toplum imgeleri, “Standart” seçkisinde nasıl şekilleniyor? Bahsi geçen değerler bütünü, hangi disiplinler üzerinden izleyiciye nasıl aktarılıyor?
Disiplin Toplumu’nda standart, devlet-iktidar ve toplum nezdinde iktidarların yönetim biçimlerini ve halkın kanıksadığı var olan güncel yapıyı ele alıyor diyebilirim. Ancak “Standart”ın temelinde Türkiye’den bağımsız, dünya genelinde ve dünya toplumlarına uzanan bir düşünceden söz etme anlayışı yatıyor. Sergide disiplin toplumunu ve merkezlerini tartışmaya açtığımız on bir sanatçıyla çalıştım. Bu bağlamda sergideki sanatçılar disiplinler arası pratiklerde üreten çeşitli kuşaklardan, farklı yerlerde yaşayarak alternatif yöntemleri de deneyimlemiş sanatçılar oldu diyebilirim. Sanatçıların özellikle çeşitli ülkeler ya da coğrafyaları deneyimlediğinin altını çizdim ancak bu elbette ki sergide etnik bir algı olarak asla yer almıyor. Özellikle farklı yerler ve coğrafyalar dedim çünkü çeşitli yönetimleri görme, farklı kültür ve toplumlar içerisinde bunu deneyimleme durumundan söz etmek istedim. Bu bağlamda, sergide sanatsal açıdan da çeşitli disiplinler üzerinden bahsi geçen konuyu tartışmaya açarak serginin izleyiciye soru sordurmasını ve izleyicinin de sergiyi sorgulamasını hedefleyecek bir yapıt seçkisi olduğunu düşünüyorum. Sergi mekânı iki katlı bağımsız bir sanat alanı olarak biliniyor. Ayşegül Dolakay Özyürek ve Ömer Özyürek’e ait mekânda çeşitli mekânsal müdahaleler ve küratöryel yaklaşımlarla İhsan Oturmak’ın yağlı boyaları, Yuşa Yalçıntaş’ın kurşun kalem ve kuru boyalarla çizimi, Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado’nun performans dokümantasyonu, Merve Dündar’ın kağıt kolajları, Erinç Seymen’in kağıt üzerine mürekkepli kalemle ürettiği yapıtı, Yasemin Özcan’ın fotoğrafı, Leyla Emadi’nin beton harfleri, Nasan Tur’un neonları, Özlem Günyol & Mustafa Kunt’un paslanmaz çelikten yerleştirmeleri ve fine art baskıları, Ferhat Özgür’ün videosuyla Zafer Akşit’in yerleştirmesi izleyicinin sergide karşılaşacağı işler olarak yer alıyor. Sergide birbirine paralel ve karşılıklı ilişki üzerinden kurgulanmış, farklı tekniklerde üretilmiş pek çok yapıt izliyoruz. Sergi, mekân içindeki yerleştirme ve yönlendirmesiyle izleyiciye çeşitli sorular sorduran ve eleştirel bakışı sorgulatan açık fikirli bir deneyim alanına dönüşüyor.
Sanatçı- eser ilişkisinde toplum, disiplin merkezlerinden nasıl etkileniyor? Alt başlıkta “Standart”, merkeze mi yoksa topluma mı daha yakın duruyor?
Sergide yer alan on bir sanatçının yapıtlarında bireysel ve sosyal eleştiri söz konusu, bu noktada seçkinin odak noktası da insan. Bu ne demek? Mesele olarak kişisel ya da toplumsal bağlamda bir olguyu ele alırken en önemli şeyin, aslında bizim ne yaşadığımız ya da ne hissettiğimize ilişkin durumların irdelendiği noktadır. “Standart”, kendi içinde insan olgusunun sınırları ve bu sınırlarda zorunlu kaldığı, yaşarken mutsuz olduğu durumlara odaklanıyor. Sanatçılar da sergide kişisel üretim pratikleriyle konuya çeşitli açılardan yaklaşıyorlar. Bu açıdan, sergide yer alan sanatçıların konuyu çeşitli ve katmanlı boyutlardan ele aldığı ve merkez olarak nitelediğiniz yönetim biçimleriyle baskılanma hâllerinin üretimlerine olan yansıması söz konusu. “Standart”ın merkeze mi yoksa topluma mı daha yakın bir duruş sergilediği aslında serginin de sorduğu bir soru. Bu sorunun yanıtı belli fakat sergiyi gezen her izleyicinin de bu durumu sorgulaması ve kendi yanıtlarını keşfetmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden, bahsi geçen soruyu direkt açıklamaktansa izleyicilerin irdelemesini daha önemli buluyorum.
“Standart”, mekân içerisinde iki katlı bir yerleştirme düzeniyle sergileniyor. Disiplin toplumunu tanımlayan öğrenci, asker gibi ögelerin ağırlıklı olarak alt katta bulunması, devlet-toplum ilişkisine ait hiyerarşik dağılımın sergi mekânına yansıması olarak da yorumlanabilir mi?
Sergi mekânı iki kattan oluşan, büyük bir mekân. “Standart”’ı kurgularken önemli olan şey bir önceki soruda da söylediğim gibi temelde insan olgusu, düşünceleri ve sezgileri üzerineydi. Bunu dikkate alarak ortaya çıkardığım küratöryel yaklaşımda, mekânın girişinde meselenin temeline yani insan olma durumuna gönderme yaparken serginin bitişine doğruysa, meselenin insanın zihnindeki görünmez sınırlar olduğuna dair varsayımlara doğru ilerliyorum. Bu nedenle serginin girişinde didaktik bir göstergeyle İhsan Oturmak’ın Input Process Output (Flag) ve Yenileşim II adlı merkez ve toplum ilişkisinin altını çizen, eğitilmekte olan öğrencileri ve bir eğitim kurumu olarak da okul yapısını konu alan resimleri görüyoruz. İhsan Oturmak’ın yapıtlarıyla karşılaşan izleyici aslında temel meseleyle de keskin bir şekilde karşılaşarak sırasıyla Yuşa Yalçıntaş’ın Audition isimli yarış hâlinde, tek tip bir forma giyen ve kişisel becerilerini sunma amacı taşıyan öğrencilerin olduğu bir çizime odaklanıyor. Devamında Işıl Eğrikavuk & Jozef Erçevik Amado’nun 2015 Mardin Bienali’nde gerçekleştirdikleri Her Türlü Mit Özenle Yazılır adlı performans dokümantasyonu izleniyor. Bu performansta sanatçı ikilisi izleyicinin de katılımıyla üç farklı metnin iç içe geçmesi ve bu metnin kulaktan kulağa oynatılmasının ardından bahsi geçen, okunan metinden geriye kalanlara dair yeni bir mit yaratmayı konu ediniyor. Bu eserle, katılımcıların tesadüfi bir metin oluşturma üstüne gerçekleştirdikleri performans dokümantasyonuyla izleyiciye ironik ve geçişken bir kurgu yaratılıyor. Sergi figür ve insan olgusundan yavaş yavaş uzaklaşarak düşünce ve yaşam alanlarına doğru ilerlerken Merve Dündar’ın Kısır Döngü ve Yıkıcı Döngü isimli kâğıt kolajlarından oluşan yığıntıları, performans dokümantasyonunun devamında görülebiliyor. Buradaysa, sanatçının tamamen bireysel durumuna odaklanan, yaşam alanındaki daralma ve gerilimin artması sonucu yoğun bir depresif dönemde ortaya çıkan, tamamen tesadüfi biriktirdiği siyasilerin söylemlerinden alıntılanmış kelime yığınları göze çarpıyor. Sergi yerleştirmesi yavaş yavaş mekân içinde değişmeye, insanın kendi kalıplarını ve zihnindeki keskin sınırları sorgulaması açısından alternatif olarak farklılaşarak ilerlemeye başlıyor.
Erinç Seymen’in hap gibi bir alan içinde siyaha yakın boyanarak izleyiciyi yalnız bırakan duvarları arasında Konfor Alanı A adlı mürekkepli kalemle kâğıt üzerine yapılmış eseri, orta sınıf bir aile yapısının yaşantısına optimist bir yaklaşım hayal ederek, güvenlik, iyimserlik, hakimiyet ve egemenlik gibi kavramların ironisi çevresinde dolaşıyor.
Serginin ana hattı içinde birbiriyle ilişkili ancak birbirinin de sınırlarında dolaşan yapıtlar için çeşitli açılardan toplumsal sınıfı tartışmakta diyebiliriz. Yasemin Özcan’ın Umut ya da Işık Stresi isimli fotoğrafıysa sergi mekânı içinde serginin ana hattını başka bir rotaya yönlendirme gayesiyle yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, Özcan’ın aslında lavabodan çıkan bir bitkinin büyüme ve ışığa ulaşma heyecanı serginin genel depresif ve karanlık düşüncesini kırarak ümidin ince ve tiz sezgisini ortaya çıkarıyor diyebiliriz. İşte bu noktadan itibaren sergi iki ayrı ana rotaya dönüşmüş oluyor. İnsanın odaklandığı şeyler ve zihnin sınırları olarak nitelediğim durum ayrı rotaların ele aldığı küratöryel yönlendirme başlıklarına karşılık geliyor. Leyla Emadi’nin Körler Memleketi ve Sınırlarım Yok isimli beton harflerden oluşan yerleştirmesiyse kendi içinde çeşitli sınırlar ve ironileri birleştirerek kişiyi zorunlu olarak düşünmeye sevk eden iki yapıt.
Mekânın üst katına çıkarken karşılaştığımız Sınırlarım Yok yapıtında aslında düşünmeye iten ve bir algı balonu olarak planladığım, stratejik bir yaklaşım söz konusu. Serginin üst katıysa tamamen düşünme, algı, sistem ve dil-fikir birliğine dayalı yapıtlardan oluşuyor. Merdivenin başına kurgulanmış olan Zafer Akşit’in Zil Çalınca Kolu Çevirin isimli interaktif yapıtı, üst katta mekân sonunda yer alan yerleştirmenin devamıyla izleyici mekân içinde hareketli bir tura ve algı seviyesinin tartılacağı bir duruma itiyor. Bu yapıt birlik, bütünsellik, zorunlu kılma, koşullanma, emir, standardizasyon, kolektivizm gibi birbirinden aykırı ilişkileri bir arada barındırıyor.
Nasan Tur’un Basari, Adaalet, Cesareet, Dürüsdlük, Hakikkat ve Özgürlüg isimli neonlarıysa aslında dokuz parçadan oluşan bir yerleştirme. Sergide altı tanesinin göründüğü, serginin hicivli bir ifadeye büründüğü bu kelimeler politikacıların nutukları esnasında dil bilgisi açısından söyle(yeme)dikleri kelimelerin kontrastlıklarıyla parlak bir biçimde görünürlük kazanıyor. Adas’ın üst katındaki ifade çarpışmaları aslında görsel ve imgesel bir sentezden ziyade, idesel ve düşünsel boyutta bir tartışmaya ön ayak oluyor. Özlem Günyol & Mustafa Kunt’un Öz Savunma isimli paslanmaz çelik tel yerleştirmesi anonim ve kolektif bir bilinç açısından Gezi dönemine ait ancak kime ait olduğu belli olmayan bir sese ait frekansların somutlaştırılmış bir versiyonu. Bir diğer yapıtları Kurucu Çizgiler ise dünya bayraklarının tamamındaki görselliğin minimalize edilerek soyutlanmış ve sadece çizgilerden oluşan bir görüntüsü şeklinde karşımıza çıkıyor.
Sergide yer alan videoysa Ferhat Özgür’e ait. Seni Seviyorum 301 adlı yapıt, 2008 yılında değiştirilen Türk Anayasa’sında yer alan 301. maddenin ele alındığı bir video, İngiliz bir vatandaş tarafından seslendirilen bir beste olarak sergileniyor.
Sergi kendi içinde kişisel ve toplumsal yaklaşımlarıyla, alternatif ve bağımsız söylemleriyle kişilere odaklanmadan, dünyevi bir yaklaşım üzerinden disiplin toplumu konusunun yavaş yavaş değiştiği, kontrol mekânizmalarının insanların zihinlerinde oluşturduğu derin kalıplar olarak beliriyor. Bu bağlamda sergi, insandan zihne akan bir yolculuk olarak mekân içindeki küratöryel rotayla şekillendirilen, katmanlı ve değişken bir sunum olarak hazırlandı.
Gidişatın nereye olduğunu kestiremediğimiz güncel dünya içinde en önemli şeyin, bazı sorular sormak olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda “Standart” çeşitli sorular üzerinden farklı düşünce kalıpları, sınırlar, yaşam biçimleri ve tek tip olma hâli gibi konulara odaklanıyor.
Sınır, savunma, kurucu gibi kelimeler; dikenli çitler, beton yapılar ve uyarı butonlarıyla bir arada görülebiliyor. Bu ögelerin, kontrol mekanizması için koruyucu ve yapıcı ancak kontrolün dışındakiler için yıkıcı ve tekinsiz olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda “Standart” kontrol mekanizmasındaki ögeleri hangi yönüyle irdeliyor?
Dediğiniz gibi sergide sınır, savunma, kurucu gibi kelimelerle bunlara referans verebilecek nitelikte yapıtların parçaları olan nesne ve imgeler ön planda. İzleyici için uyarı ve farkındalık yaratmaya yönelik bir amaç güttüğünü söylemem mümkün, o nedenle serginin girişinde yer alan kelime duvarındaki son kelime bilinç. Biraz daha farkında olmak, bilinç düzeyinin etkisiyle hareket etmek için bunlarla kasıtlı olarak karşılaşılıyor. “Standart” kontrol mekanizmasının yapıcı ya da yıkıcı ele alınmasından ziyade bazı sorular sorarak yaşantı ve kararların bilinç kontrolünde verilmesi gerektiğini vurguluyor. O yüzden, toplumsal bir konu olarak kişinin zihninde yer alan fikri kişi yine kendisi kabul ederek değiştirmeli ya da bir değiştirilebilirliğe açık olmalı şeklinde bir sonuç çıkarılabilir.
Bildiğim kadarıyla ilk bireysel küratöryel deneyiminiz “Standart” seçkisiyle başlıyor. Seçkinin oluşum ve serginin kurulum sürecinde sizi besleyen ve zorlandığınız noktalar nelerdi? Küratör adaylarına verebileceğiniz tavsiyeleri kısaca dinleyebilir miyiz?
Evet, bu ilk kişisel küratörlük deneyimim. Daha önce eş küratörlü sergiler de yaptım ve uzun yıllar Marcus Graf ile çalıştım, bu alandaki tüm bilgi birikimim ve öğrendiğim her şey için kendisi bana her zaman öncü olmuştur. Kişisel olarak bir sergi ortaya çıkarma konusuna gelirsek; aslında göründüğü kadar kolay olmadığını kesinlikle söylemeliyim. Süreç içinde karşınıza tahmin edilmesi güç çok fazla şey çıkabiliyor. Ne kadar deneyimli olursanız olun, bir sergi kurma sürecinin gördüğünüz salt estetik kısımdan çok daha fazlası olduğunu hepimiz biliyoruz. Lojistikten duvar rengine, kullanılacak vida modelinden eserin çerçevesinde kadar her konu hakkında bilgi sahibi olmanız gerekiyor. Bu açıdan oluşum aşamalarında ilişkilerden sürece, mekândan nakliyeye kadar çok fazla noktayla ilgileniyorsunuz tabii. En başta beni besleyen şeyin tek başına en doğru kararı en hızlı şekilde verme dürtüsü olduğunu söyleyebilirim. Zorlandığınız konulardaysa depresif olmak yerine optimist olup, yapıcı bir tavırla her şeyin çözülebileceğine inanıyorum. “Standart” sürecinde karşılaştığım sorunlara da bir öğrenim ve onları yapıcı şekilde çözebilme becerisi olarak bakıyorum.
Küratör adaylarına ve bu alandaki öğrencilere söyleyebileceğim şeyse olabildiğince çok sergi gezmek, okumak ve teori kadar saha pratiği de yapmak. Küratör olmak demek sadece sanatçıları ve sanat eserlerini bir araya getirmek demek değil çünkü. Çok fazla şeyi aynı anda takip etmek, süreci en iyi şekilde yönetmek ve tartışacağınız sergiyi en iyi küratöryel strateji, sanatçı ve eser seçkisiyle kurmak demektir. Gezin, görün, okuyun ve üretin.
Son olarak, güncel açıdan üretmeyi hedeflediğiniz ya da üzerinde çalıştığınız küratöryel yeni projeleriniz var mıdır?
Evet, üzerinde çalıştığım ve yakın zamanda yurt dışında gerçekleştireceğim bir proje daha var. Aynı zamanda önümüzdeki dönemlerde ortaya çıkacak birkaç bireysel küratöryel proje üstüne çalışıyorum.
*Küratörlüğünü Melike Bayık’ın üstlendiği “Standart” sergisi, 11 Mayıs’a kadar Adas’ta ziyaret edilebilecek.