“Ateş Çağı” isimli sergiyi ve serginin kavramsal çerçevesini sergide yapıtları ile yer alan sanatçılardan Erdal Duman, Elvan Serin, Kazım Şimşek, Hüseyin Arıcı, Uğur Ulusoy, Ümmühan Yörük ve sergiye konuşmacı olarak katılan akademisyenlerden Kerim Can Yazgünoğlu ve Mine Özyurt Kılıç ile konuştuk.
Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezi, Can Akgümüş küratörlüğünde Almanya Büyükelçiliği iş birliğiyle ve desteğiyle gerçekleşen “Ateş Çağı” sergisini 4-27 Kasım 2023 tarihleri arasında izleyiciyle buluşturdu. İçinde bulunduğumuz ikim krizine odaklanan, 35 sanatçının yer aldığı sergi, çağdaş sanat alanında derin ekoloji felsefesiyle üretim yapan sanatçıları bir araya getirerek onların malzeme çeşitliliği ile Antroposenlere olan reflekslerini, doğayla ve yeryüzüyle kurdukları dolaysız ilişkilerini ve gelecek adına sahip oldukları duru görülerini aktaran bir üslup benimsiyor.
Sergi kapsamında, Mine Özyurt Kılıç ve Kerim Can Yazgünoğlu’nun 26 Kasım Pazar günü gerçekleşen konuşma programlarıyla beraber bir tartışma ortamı yaratan “Ateş Çağı”, odağına insanlık ve varoluş kavramlarının aksine insansız bir doğayı alırken ona karşı işlediğimiz suçlara ve sonuçlarına dikkat çekiyor.
Sergiye ve serginin kavramsal çerçevesi bağlamında yapıtlara geniş bir izlek sunan bir söyleşi dizisi gerçekleştirdik. Sergide yapıtları ile yer alan sanatçılara ve sergiye davetli konuşmacı olarak katılacak olan akademisyenlere, “Ateş Çağı”ndaki eserlerinin kurduğu ilişkiye yönelik sorular yönelttik. Söyleşimizin konukları Erdal Duman, Elvan Serin, Kazım Şimşek, Ümmühan Yörük, Kerim Can Yazgünoğlu ve Mine Özyurt Kılıç oldu.
Erdal Duman
Sergide, Akan Sular Durur (2023) ve Mr. Kapiton (2022) isimli eserleriniz ile yer alıyorsunuz. “Ateş Çağı” sergisi için ürettiğiniz Akan Sular Durur isimli şekillendirilmiş cam tüp eserinizin içerisine, sonbaharın başlangıcında yağan yağmur sularını biriktirip yerleştirdiniz. O ilk yağmurların ardından uzun bir süre üzerimize yağmur yağmadı. Mr. Kapiton heykeliniz ise doğanın ve insanın sesini hiçbir zaman duymayan, kendi sesini de hiçbir zaman duyurmak istemeyen, belki de bir gün yağmurda hiç ıslanamayacak olan yeni çağın öznesi.
Yapılacak hiçbir şey kalmadığında, sular çekilip, durduğunda yeni çağın öznesi Mr. Kapiton, varlığını sürdürmeye aynı şekilde devam mı edecek? İçinde bulunduğumuz zamana da ismini veren “Ateş Çağı” ve bu sergi kapsamında eserlerinizin doğa ile kurmak istediği ilişkiyi sizden dinlemek isteriz.
Erdal Duman: Yaşadığımız şu zamanda toplumların yaşadığı sorunları, adaletsizliği, şiddeti, yokluğu, yoksulluğu, eşitsizliği görmek çok zor değil. Dünyanın dengesinin insan eylemlerinin etkisiyle bozulduğu bu antroposen çağda, yavaş yavaş yaklaşan felaketin sadece insanı değil tüm canlıları yok edeceğini görmek ve buna tanıklık etmek gerçekten çok zor ve acı veriyor. Çok yakın gelecekte akan sular durduğunda; susuzluktan, kuraklıklar ve açlıklar başladığında, sıcaklıkların artmasıyla ormanlar ve kentler yandığında, tüm dünya yarattığı ateş çağına girer. İşte o zaman tüm insanlık için akan sular durur. Dolayısıyla, sıraladığım birçok sorunun karşısında akan sular durur dediğim ve tüm canlıları dolaysız bir biçimde ilgilendiren antroposen durum her sorunu geride bırakacak bir mesele.
Yaşananların sorumlusu olan ve merkeze insan odaklı yaşamı koyarak insan dışındaki tüm doğayı hiçe sayan özne, elbette yarattığı bu çağdan da nasibini alır. Bu çağın öznesi, yok ederek ilerlerken gittikçe madunlaşarak sessizliğe gömülür. Artık ne sesi çıkar ne de başkasının sesini duyar. Mr. Capitone böyle bir öznenin büstü, kafasında cam fanus üstünde kapitone yelek. Kapitone kullanımını; toplantı odalarının kapısında ses yalıtımı için tasarlanan bir tür desen olarak da görürüz.
Geçmiş zaman, travmaları yüzünden geri dönülecek bir yer olma önemini çok önceleri yitirmişken gelecek zaman, hayalleri ve vadettiği umutsuzluğuyla gidilecek bir yer olmaktan çoktan çıkmıştı. Peki ya şimdiki zaman; biteviye alışkanlıkları ve yaşam biçimleri ile sunduğu distopik manzaralarda her defasında getirdiği mutsuzluk hâlleri.
Artık öznenin kaçacak bir yeri kalmadı ve tercihini kendisini korumak adına sisin içine girmekte buldu. Geriye baktığında hatırlayamadığı, ileri baktığında göremediği, şimdisinde ise hissedemediği sisli tepelerde geziyor. Bir zaman sonra sis dağıldığında, tekrar hissetmeye başlayacağı zamanlara kadar, özne bu bilinçsiz tercihinde uzay boşluğundaki astronotlar gibi oradan oraya savrulur.
Kazım Şimşek
Ateş çağı terimi, Antroposen tanımının insanı odağına alırken, doğayı karşısına koyma hatasını eleştiriyor ve bu tanıma yaklaşımı ile insanın ben merkeziyetçi egosunu da alaşağı ediyor. “Ateş Çağı” sergisi için yaptığınız duvar resmi Suni Tenneffüs (2023) isimli eseriniz de bize, insanın doğa karşısındaki keyfi, konformist davranışlarını ve doğa ile kurduğu ilişkideki bencilliğini açıkça gösteriyor. Eserin konuyu ifade ediş gücü ile yüzleştiğimiz gerçeklik bizi ürkütüyor. Sergi kapsamında Suni Teneffüs’ün üretim aşamasından ve “Ateş Çağı” ile kurduğu ilişkiden bahsedebilir misiniz?
Kazım Şimşek: Sergiye bir duvar resmi yapma davetini aldığımda Berkay Tuncay'ın çalışmasıyla yan yana görülecek bir çalışma yapacaktım. Resim üzerine düşünürken Berkay'ın çalışması motivasyon unsuru oldu. ...iTunes'dan alabilirsiniz. Bu benim için bir satın alma pratiğine işaret ediyordu. Çağımızın dinamiği, insanın doğa karşısındaki güç ilişkilerinin de ilerisinde bize doğanın metalaşma pratiğini gösteriyor. Kapitalist toplumda doğayla olan ilişkimiz organik dolaysız bir ilişki biçiminden uzak. Onu deneyimleme biçimimiz, onu pazarlanabilir bir biçime soktuktan, bir vitrin nesnesi hâline getirdikten sonra mümkün. Bu da doğayı, yalnızca satıcılar için kâr, tüketiciler için ise basit tüketim araçları hâline getiriyor. Zenginleştirmeden yoksullaştırdığımız, vermeden aldığımız doğa, yalnızca daha fazla kâr için yakıp yıkıp, talan edip yeniden pazara sürülebilir bir biçime sunmaya çalıştığımız nesnelere dönüşüyor. Suni Teneffüs bu yapay ilişkinin kendisine işaret ediyor. Katledilen ormanlık alanları ve bu alanların ranta dönüştürülerek turizm sermayedarlarına peşkeş çekilme hikâyesine odaklanıyor.
Elvan Serin
Geriye Kalan (2023) isimli seramik heykelinizle “Ateş Çağı” sergisinde yer alıyorsunuz. Üretim pratikleriniz arasında seramik önemli bir yer kaplıyor ve omurga formuna üretim pratiğinizde sık sık rastlıyoruz. Geriye Kalan isimli eserinizde de bir hayvanının yanmış omurgasını görüyoruz. Bu kemikler, insanın doğada yaptığı tahribatın izini taşıyor. “Ateş Çağı” sergisi için üretmiş olduğunuz Geriye Kalan’ın üretim aşamasını ve doğa ile kurduğu ilişkiyi bizimle paylaşır mısınız?
Elvan Serin: Kemikler, oluşumlar, kalıntılar, fosiller bunlar benim gözümden bakıldığında doğanın bütün gizemini ve yaşanmışlığını içlerinde barındırırlar. Hem çok güçlü hem de diğer yanlarıyla çok kırılgan olmaları içimde bir yerlerde karşılık bulur. Bir bakıma tuhaf görünümleri ile günümüzün yüzeysel ve dayatılmış yaşam biçimine karşı güçlü bir karşı koyuş tavrı sergilemektedirler. Geriye Kalan gündeme dair çabucak oluvermek yerine uzun bir yapım ve düşünce süreci içermektedir. En sonunda da ateş ile pişerek oluşmuştur. Bu oluş biçimi ve sonunda aldığı form onun geçmişi ve süreci hakkında ipuçları vermektedir. Aslında buradaki bu iş; geriye kalandan ziyade, nasıl kaotik ve karmaşık savaşlar verdiğini de anlatmaktadır. Her şeye rağmen bu çağda tek başına bir duruş sergilemesi benim açımdan önemlidir.
Hüseyin Arıcı
Hayat Ağacı (2023), Ardıç (2023) ve Bizden Birisin (2017) eserleriniz ile bizi bir illüzyonun içine çekiyor ve orada bir gerçekle yüzleştiriyorsunuz. Verdiğiniz emek ve zaman ile birlikte tuvallerinizin dönüştüğü ahşap formu bizi etkisi altına alıyor. Heykellerinize atfettiğiniz figür ve anlamlarla birlikte, sürekli bozguna uğrattığımız doğanın da varlığını sürdürmek için ne denli güçlük çektiğini yeniden idrak ediyoruz. Eserleriniz, doğa ile kurduğumuz ilişkiyi görebilmemiz için bize aracılık ediyor. Sergilenen bu yapıtların “Ateş Çağı” ile ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
Hüseyin Arıcı: Aldatmak, öykünmek, şaşırtmak, öğretmek, gizlenmek veya totemler yaratmak için bana aracılık eden mimetik yaklaşımlar, doğa ile insan ilişkisinden çok fazla besleniyor. Bazı durumlarda ise doğanın bir parçası olan insan ile kötü giden bir çağın canavarı olan insanın çatışmasını konu ediyorum. Bir tarafta “insan” hayvan olduğu bilinci ile uyumlu olmaya çalışıp medeniyet yardımıyla dengesini korurken, diğer yanda “insan” sanki bir makinanın ürünü gibi parçası olmadığını düşündüğü tabiatı kendi için yakıp yıkıyor, yeniden tasarlıyor. Sözde tasarlanmış bu yeni dünya zevkime keder veriyor. Bir masanın etrafında oturmuş insanların, sohbeti içinde geçen “küresel iklim sorunları” veya “insan etkisinin” ben dahil kimse tarafından samimiyetle dillendirildiğini düşünmüyorum. Onlara (kendime) oturdukları masanın eskiden bir ağaç olduğunu hatırlatmak istiyorum. Çalışmalarımla “Ateş Çağı” ile kurduğum ilişki kadar bu düşüncemle de bir bağ kurduğumu düşünüyorum. Burada sergilenen çalışmalar, medeniyet uğruna katledilen özgünlükleri ve güzellikleri temsil ediyor. Bir ahşabı izlerken, onun bir ağacın cesedi olduğunu hatırlatıyorum. Cesetlerle dolu bir yaşamda hiçbir farkındalık yakarışını gerçekçi bulmuyorum. Bu konu, son serimde “Merhamet” adı altında her şeyin yok olmasını dilememin en önemli nedenlerinden biri oldu.
Uğur Ulusoy
Üretimlerinizde kumaş malzemeyi ve naylon baskı tekniğini kullanıyorsunuz. Kumaş malzeme ile üretim yapmanızın önemli sebeplerinden biri de sizinle her yere gelebiliyor olması. Sık sık yolculuk yapıyor ve üretimlerinize eş zamanlı olarak devam ediyorsunuz.
“Ateş Çağı” sergisinde yer alan, Yolda Yalnız isimli 2022 yılında benzer teknikle yaptığınız eseriniz de kendi hikâyelerinizden izler taşıyor. Henüz bitmişliğinden kesin olarak bahsedemediğimiz ve bir nevi yol biyografiniz olan Yolda Yalnız’a, sizinle birlikte belki yeni parçalar belki de yeni anlamlar eklenmeye devam edecek. “Ateş Çağı”nda yolda olmak nasıl bir his? Eserinizin sergi ile kurduğu ilişkiyi sizden dinlemek isteriz.
Uğur Ulusoy: Çağın sorunlarının bilincinde olarak yola çıkmak ayrıca bir yük oluyor, ruhsal bir ağırlık taşıyorsunuz. Çünkü her ne kadar maddiyattan bağımsızlaşıp, tüketimimi bilinçli azaltıyor olsam da ateş çağının yükünü hiçbir zaman üstümden atamayacağımın farkındayım. Bunu öncelikle kabullenmem gerek. Biz insanlar sadece kendi yaşam alanımızı daraltıyoruz. Doğanın, bizim geriye bırakmış olacağımız küllerden çok daha zengin bir biçimde, kendi hâlinde dönüşeceğinden eminim. Açıkçası bu durum beni çok mutlu ediyor.
Genelde elimden geldiğince çevreme karşı olan sorumluluklarımı düşünerek yola çıkıyorum. Elbette içimdeki o gezgin ruhu beslemek zorundayım. Mümkün oldukça farklı kültürlerin içine girip, orada yaşıyorum. Yolculukta edindiğim deneyimleri sanatıma dönüştürüyor, onları yanımda yol arkadaşlarım olarak taşıyorum. Yolculuk bende her defa nasıl yeni bir iz bırakıyorsa, eserlerimde de yeni izler bırakıyor. Böylece hikâyelerin boyutları gittikçe katmanlaşıyor ve derinlik kazanıyor. Kullandığım kumaşlar 33 sene önce annemlerin pazarlarda satmış oldukları ve oradan geriye kalan türlü kumaş parçaları. Ben bunların arasında, iki göz odalı bir evde büyüdüm. Şimdi onların üzerine resim yapıyor olmam mutluluğumun niye’liğini farklı kılıyor. Hepsinin ayrı özellikleri var ve benim için hepsi birer eski dost gibi. Geçmişten gelmiş olsalar bile tam da bu sorumlulukları taşıyabilecek güçteler. Var olan bir nesneyi bilinçli kullanmak, işte tam bu çağın bizden beklentilerinden biri. Geri dönüşüm diye adlandırdığımız şey zihnimizde başlar, ancak mantıklı bir biçimde uygulamaya geçirildiğinde verimli olabilir… Yoksa sadece boş bir reklam olarak kalır ve biz kendimizi kandırmaya devam ederiz. Kullandığım naylon baskıların çoğu farklı yerlerde reklam amaçlı kullanılmış daha sonra bana hediye edilmiş parçalar. Bana göre bunları kullanmamak, çağımızın sorunlarını anlamamakla ilgili. Küçüğü düşünemeyen, ulaşılması gereken büyüklüğün hayalini de doğru kuramaz.
Ateş çağında bir gezgin hayatı yaşıyor olmak tabii ki ne kadar ayrıcalıklı bir pozisyonda olduğunuzu ve bir o kadarda sıra dışına çıkmış olduğunuzu gösteriyor. Bu durum her ne kadar dışarıdan romantik gözükse de bir o kadar da bizim nasıl yalnızlığa sürüklendiğimizi gizliyor. Bir yandan bağımsız ve özgür, öte yandan size ne kadar da aidiyetsiz olduğunuzu hissettiriyor. Farkında olmadan göç eden insanları daha iyi anlayabiliyorsunuz ve kişiliğinizle ilgili farklı sorular sormaya başlıyorsunuz.
Sergi genelinde kullanılan renkler, tonlar ve formlar doğaya ve hakikate daha yakın gibi. Benim yerleştirmem ise ziyaretçileri konuya çok farklı bir pencereden baktırıyor. İlk bakışta bilinçaltına pozitif bir gelecek çiziyor. Derinliklerine girmiş olduklarında ise hayatın türlü zorluklarını da bulabiliyorlar. Genel olarak hayata daha umutlu yaklaşmamız gerektiğini düşünüyor ve anlatıyorum. Renk ve form canlılığı insanlarda her zaman daha yüksek bir enerji oluşturur ve bir şeye olan inancımızı güçlendirir. Bu nedenle belki de bu yerleştirme, sergide ateşin hâlâ kontrol edilebilecek boyutta olduğunu anlatan işlerden bir tanesi. Ayrıca yerleştirmenin mekânlaşması da izleyicilerde farklı bir algı yaratıyor. Serginin ne kadar geniş bir bakış açısı yarattığının altını çiziyor. Sonuçta konu ciddi ve bunu türlü türlü açılardan paylaşıp anlamak gerek. Bu nedenle dilerim ki eserimin izleyiciye olan katkısı tanımadığımız bir pencere daha açması ve bizlere farklı düşündürüp olumlu adım atmamıza vesile olur.
Ümmühan Yörük
Eserlerinizi genellikle üç boyutlu oluşturuyor ve kumaş, iplik, dikiş malzemelerine üretim pratikleriniz arasında sık sık yer veriyorsunuz. “Ateş Çağı” sergisinde de bu malzemeleri kullanarak yaptığınız Yeşil Koltuk ve Fare (2021) isimli eserinizle yer alıyorsunuz.
Ne mutlu ki size, eseriniz insanlardan çok; ağaçlara, hayvanlara, suya ve toprağa aşina olduğunuz çocukluk yıllarınızdan, bugüne dek doğa ile aranızdaki hikâyenizden izler taşıyor. Pencerelerimizin bazıları yerli yerinde dursa da onların açıldığı manzarayı ve doğayı yok ediyoruz. Yeşil Koltuk ve Fare, “Ateş Çağı”na nasıl bir pencerenin kenarından bakıyor?
Ümmühan Yörük: Yeşil Koltuk ve Fare isimli işi pandemide yaptım. Ölüm korkusunun ortalıkta kol gezdiği bir zaman diliminde ortaya çıktı. O günlerde dış dünyayla olan fiziksel ilişkim, evimin arka bahçesine bakan pencereden seyrettiğim manzaradan ibaretti. Zaman ilerledikçe bahçe de beni seyretmeye başladı. Varlığı üzerime o kadar sirayet etti ki, belleğimden geçmişte onun kadar hemhâl olduğum diğer manzaraları, o manzaralardaki ağaçları, ağaçların sakinleri kuşları, yerdeki otları, otların içinde açan çiçekleri ve daha birçok şeyi de çağırdı. Çocukluk dünyamın imgeleri ile yetişkinlik imgelerim el ele tutuşup, farklı zamanlarımın ortak hissini payda yaparak beni bir anlam arayışına sürükledi. Uzun yıllar sonra çocukluğumun, yetişkinlik hünerlerimi kullanarak bir zamanlar içinde bulunduğu manzarayı yaratma arzusunun peşine düştüğünü söyleyebilirim. Bunun hayata tutunmak için tanıdık bir dekor yaratma gereksinimi gibi algılanmasını istemem. Ortak imgeler ve duygu durumları aracılığıyla farklı zaman dilimlerimin iç içe geçmesiyle ortaya çıkan, oldukça duygusal, ruhsal gereksinimlerin doğurduğu güvenli bir “ev” ya da “beşik” yaratma arzusu gibi daha çok. Şimdi biraz zaman geçip süreçle mesafelendikçe doğayla ve eşyayla o imgeler vasıtasıyla farklı bir ilişki ağı kurduğumu görebiliyorum. Dibinde ölüleri saklayan yeşil İskandinav koltuk, çocukluk evimin nostaljik eşyası olmaktan, güvenli evin sınırlarından çok uzakta artık. Pencereden dışarıya değil, içeriye bakıyor.
Kerim Can Yazgünoğlu
Kapodokya Üniversitesi’nde, Çevre Kültür ve Edebiyat derslerindeki tartışmalarınızın ardından oluşturduğunuz İklimkurgu kitabınızda; iklim değişikliği romanını ve özelliklerini tartışarak, çağdaş İngiliz romanında, iklim değişikliğinin yarattığı sorunların nasıl ele alındığını inceliyorsunuz. Jule Bertagna’nın Göç, Megan Hunter’ın Sondan Sonra, Ian MacEwen’ın Solar, Monique Roffey’in Archipelago, Ray Haymond’un Yokoluş, Jonh Lanchester’ın The Wall isimli romanlarını değerlendiriyorsunuz.
Sergide “Antropesen’in Tragedyası: İklim Kurgu ve Sanat” başlıklı konuşmanız ile davetli akademisyen- yazar olarak yer alıyorsunuz. “Ateş Çağı” kapsamında bize İklimkurgunun sanat ve içinde bulunduğumuz çağ ile ilişkisinden bahsedebilir misiniz?
Kerim Can Yazgünoğlu: Öncelikle beni böyle bir etkinliğe davet ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Yaşadığımız dünyada varlığını ve etkisini göz ardı edemeyeceğimiz yazınsal bir tür olarak iklimkurgunun, içinde bulunduğumuz çağda başta edebiyat olmak üzere birçok sanat dalı ile ilişkisi olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz.
Söz konusu bu ilişkiyi biraz açmak gerekirse, küresel iklim krizinin ve iklime bağlı olarak gelişen ekolojik felaketlerin giderek arttığı bir çağda yaşıyoruz. İnsan-eksenli endüstriyel aktivitelerin yerküreyi geri dönüşü olmayan ekolojik bir eşiğe getirdiğini, bir yıkıma sürüklediğini söyleyebiliriz. İnsanın endüstriyel ve yaşam pratiklerinin aşırı bir derecede yerküreyi, insanları ve insan-olmayanları etkilediği ve dönüştürdüğü bu yeni devreye “Antroposen,” diğer bir deyişle “İnsan Devri” veya “İnsan Çağı” adını vermekteyiz. Antroposeni ise teknoloji, savaş, ilerleme, sömürgecilik, yerleşim, sanayileşme, kentleşme ve hafriyatçılık gibi insan merkezci pratiklerle yerküreye kalıcı izler bıraktığı iddia edilen “antropos”’un yani insanın biyo-jeomorfik bir güç olduğu yeni jeo-kronolojik çağ olarak tanımlayabiliriz. Antroposen kavramının tartışmalı bir terim olduğunu da eklemek isterim; Antroposen artık “Kapitalosen,” “Ktulusen,” “Avrupasen,” “Plastisen” veya “Ertropsen” gibi yeni terimlerle de anılmaktadır. Antroposen çağında küresel iklim krizi, ekolojik felaketler ve bunların sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik ve insani yansımaları edebi, kültürel ve sanatsal imgelememizde yerini almaya başlamıştır. Antroposen’in neden olduğu kırılmalar, bozulmalar, dönüşümler ve travmalar yeni bir yazın türünün ortaya çıkmasını sağlamıştır. İngilizcede “climate fiction” (cli-fi) olarak bahsedilen bu türü, Türkçeye “iklimkurgu” olarak aktarabiliriz. İklimkurgu günümüzde, yakın veya uzak gelecekte dünya üzerinde ya da farklı gezegenlerde geçen zamansal ve mekânsal olarak farklı parametreleri kapsayan bir türdür. Bu tür, aynı zamanda küresel iklim krizinin insanlara ya da insan-olmayan varlıklara etkisini yansıtan, sorgulayan ve sorunsallaştıran yazınsal, görsel-işitsel veya sanatsal metinlerin oluşturduğu spekülatif bir terimdir. Hem sosyal hem de politik bir içeriğe sahip iklimkurgu, antropojenik iklim krizinin olası sonuçlarının üzerine kuruludur; iklimkurguda, Antroposen’deki petrokapitalizmle birlikte iklim değişikliğinin yol açtığı veya açabileceği sosyal kaoslara, otoriter rejimlere, ekolojik adaletsizliklere, eşitsizliklere, şiddete, ırkçılığa, insanlığın yamyamlığına ve travmalara değinmekteyiz.
Öte yandan, ekolojik sanat, biyosanat ve sürdürülebilir sanat gibi yeni çevreci sanat akımlarını kapsayan güncel sanat, yukarıda bahsedilen temalar etrafında farklı işler üretirken, “Ateş Çağı” sergisinde olduğu gibi, Antroposen’in insanla olan ilişkisinin çarpışıklığını göstermektedir. Antroposen, güncel sanata dair pratikler için spekülatif bir alan açarken duyusal, duyumsal ve duygulanımsal bir fenomene dönüşmektedir; Heather Davis ve Etienne Turpin’in vurguladığı gibi ekolojik sanat için Antroposen, duyu algısının yabancılaştığı ve düzensizleştiği bir dönem anlamına da gelmektedir. Bu dönemi sorunsallaştıran güncel ekosanat, iklimkurguda olduğu gibi Antroposen çağında da etrafımızda meydana gelen bu dönüşümleri, travmaları veya deneyimleri algılamak için bize yeni bir estetik prizma sunmaktadır. Bu estetik, Nicholas Mirzoeff’in iddia ettiği ekolojik bozulmaları saklayan “Antroposen estetiğin” bir parçası değil, aksine çevresel felaketleri ve sorunları odağına alan yeni bir ekolojik estetiktir. Düzenlemiş olduğunuz “Ateş Çağı” sergisi de böyle bir ekolojik estetik sunarak çatlamış bir ayna gibi Antroposen’in farklı yönlerine dikkati çekmekte ve Antroposen’deki bilinç yarılmasına ışık tutmaktadır. Dolayısıyla iklimkurguyu ve ekosanatı, Doğu-Batı kültürlerinde ya da şu anki petrokapitalist neoliberal tüketim toplumlarında hâkim olan ve sınıfsal olarak insanı, doğayı metalaştıran insanmerkezci rejimlere karşı çıkışın ekolojik bir ifadesi olarak değerlendirebiliriz. Çünkü Ateş çağında artık hiçbir şey eskisi gibi değildir, yeryüzü dönüşüm ile yok oluş, oluş ile bozuluş arasındadır…
Mine Özyurt Kılıç
Sizi, edebiyatın evren ile arasındaki sonsuz ilişkinin anlatıcısı olarak tanıyoruz. Daha önce Ursula K. Le Guin, Virginia Woolf, James Joyce, T.S Eliot gibi okumalarınızla edebiyat ile olan bağımızı daha anlamlı kıldınız. “Ateş Çağı” sergisinde ise “Gerçeklikten Kurguya: Güvercinleri Besleyen Hikaye Anlatıcısı Maggie Gee” başlıklı konuşmanız ile davetli akademisyen olarak yer alıyorsunuz. Maggie Gee okumalarınız “Ateş Çağı”nda yer alan yapıtlarla nasıl bir iletişim kuruyor bize biraz bahsedebilir misiniz?
Mine Özyurt Kılıç: Öncelikle davetiniz ve değerli düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Kurmaca dünyasıyla kurduğunuz güçlü bağın içinden kulak vermişsiniz bana; dediğinizi başarabiliyorsam ne mutlu!
Alevlerin, sellerin, kasırgaların içinden geçerken üretilen edebi ve sanatsal yapıtlar aracılığıyla bir kez daha, beraberce düşünmek istiyorum: Okuduğumuz, bildiğimiz, duyduğumuz onca şeye rağmen nasıl oluyor da sel “bizim” evi önüne katana dek, alevler “bizim” ormanımızı, “bizim” hayvanlarımızı yutana dek, kasırgalar “bizim” kentimizi yerle bir edene dek bunca umursamaz olabiliyoruz? Peki, hikâyeler, hikâye anlatıcıları bizi harekete geçirebilirler mi?
Sorularımın yanıtlarını, on altı roman, bir öykü derlemesi, bir öz yaşam öyküsü ve pek çok yazı ile kocaman bir kurmaca evi inşa etmiş Maggie Gee’nin sözcüklerinden süzebilmeyi, bu sözcüklerin sergideki yapıtlarla kurduğu ilişkinin alanından duymayı istiyorum.
Maggie Gee, modernist edebiyatın deneysel anlatım biçimlerini, 19. yüzyıl edebiyatının toplumsal sorunlara ve bunların çözümlerine ayırdığı dikkati, 21. yüzyılın geleneksel türleri bozup yeniden kuran, yazarın ve yazının sınırlarını sorgulayan yordamını, aklını, birikimini, yeteneğini ve yüreğini, okurun tek başına bir birey olmadığını, alevlerin, selin, kasırganın sarstığı her canlıyla sımsıkı bağlı olduğunu anlaması için harmanlayan, harekete geçiren bir edebiyat insanı. Bütün felaketlere rağmen hayatta kalıp, okura doğru kanat açacak güvercinleri besleyen, zihinsel ve duygusal emeğini buraya yönelten çağdaş bir hikâye anlatıcısı!
Sergide üretimleriyle yer alan tüm sanatçılar da Maggie Gee de esinlerini elbette en çok kendi yaşam deneyimlerinden, 21. yüzyıl kent yaşantısının gerçekliklerden alıyorlar. Bu gerçeklikler, verdikleri yapıtlarda, yaşamın sonsuzca devam edebilmesi, daha iyi gerçekliklerin oluşturulabilmesi için bir çağrıya dönüşüyor. Dikkatimizi, işte bu dönüşümün doğasını, bu çağrının gücünü anlamaya verelim istiyorum; “Ateş Çağı”nın yörüngesinde, hikâyeleri ve güvercinleri korumaya, beraberce...
Bu söyleşi dizisinin Artful Living'de gerçekleşmesini sağlayan Begüm Kakı'ya, "Ateş Çağı" sergisinin Küratörü Can Akgümüş'e, serginin Koordinatörü Burçak Yakıcı’ya ve söyleşide yer alan kıymetli sanatçı ve akademisyenlere teşekkürler.