Sanatçı Nermin Er ile Meteor I Balat Kültürevi’ndeki “Sıradaki Şarkı” sergisinden yola çıkarak zamana, mekâna, gündelik hayatın ritmine dair sohbet ettik.
Nermin Er’in sanat pratiğinin 20. yılına denk gelen kapsamlı kişisel sergisi “Sıradaki Şarkı” 13 Ocak’ta Bursa’daki Meteor | Balat Kültürevi’nde açıldı. Gizem Gedik’in küratörlüğünde hazırlanan sergi sanatçının farklı zamanlardan işlerini, birbirini tamamlayan bir görsel dil ile sunmayı amaçlıyor. Mizahi ve umutlu bir çağrışım olarak nitelenen sergi adı, sanatçının iç dünyasına ve eserlerde izleyiciyi ilk andan itibaren kendisine çeken “ritim” unsuruna bir gönderme yapıyor: “Sıradaki Şarkı”
Kâğıdı ve mürekkebi başlıca malzemeler olarak ele alan sanatçı gündelik karşılaşmalar, kent, doğa, birlikte yaşam gibi kavramları, farklı ölçek ve boyutlar arasında seyahat ederek ışık gölge oyunları, eklemeler çıkarmalar, tekrar ve fark, yığılmalar, ayrışmalar, parçalanmalar, birikmeler ile aktarıyor. Eserlerle sınırlı kalmayıp bizzat sergi alanında da kullanılan mekânsal müdahaleler küratoryal çalışmanın da önemli bir parçası hâline geliyor. Sergi mekânı karanlık ve aydınlık olarak iki bölüme ayrılıyor. Aydınlıkta bir video ile başlayan sergi yine karanlıkta başka bir video ile sona eriyor. Başlangıçta çok kişisel bir seçim gibi gözükse de sergi adı eserlerde hem biçimsel hem de kavramsal açıdan güçlü bir sözü olan ve bununla yetinmeyip sergi mekânında izleyiciyi de içine katan “ritim” unsurunu vurguluyor.
Nermin Er’in “Sıradaki Şarkı” başlıklı sergisini Meteor I Balat Kültürevi’nde 11 Nisan’a kadar ziyaret edebilirsiniz.
“Sıradaki Şarkı”yı gezdikten sonra aklımda kalan en güçlü kavram “ritim” oldu. Hem işlere teker teker baktığımızda hem sergilemede hem de zamana yayılan pratiğinizde bir ritim yakalamak mümkün. Lefebvre’in ritimanaliz kavramını hatırlayarak bu sergiyi 20 yıllık pratiğinizin bir ritimanalizi olarak okudum. Bu nedenle de sizinle mesleki pratiğinizi ve güncel serginizi ritim, mekân, zaman ve gündelik hayat kavramlarına değinerek konuşmak isterim. Pratiğinizin ritmi zaman içinde nasıl değişti?
Büyüdüğüm evde, koridorda hiç kapanmayan bir radyo vardı. İşlerimde hissedilen ritim, bilinçaltındaki müzikten sızıyor olabilir. Çocukken sürekli müzik dinlerdim ve animasyona ilgiliydim. Evde biriktirilmiş atık kartonlarla iç mekânlar, dış mekânlar yapar, kil modellerle karakterler kurgulardım. Gözüm bir kameraymış gibi bu modellerin etrafında dolaşarak hikâyeler uydurur, onların canlanmasını hayal ederdim. Benim için bir kurguydu bu, oyundan öteydi.
Lise yıllarımda mizah dergilerine karikatürler çizer, çizgi romanlar yapardım. Üniversitede heykel okurken de birkaç dergiye çizim yapmaya devam ettim; karakterler, mekânlar tasarlıyordum. Hızlı düşünmeye, kısa sürede maket yapıp bozmaya elverişli bir malzeme olduğu için okulda metal atölyesini seçtim. Çok sabırlı ve yavaş çalışmama rağmen zihnim çok hızlı akıyordu; bu anlamda metal denge kurmama imkân sağlayan bir malzeme olmuştu. Okul henüz bitmemişken bir yönetmen için storyboardlar çiziyordum. Karşılığında hafta sonu kamerasını ödünç alarak animasyon çekmeye başladım. Böylece hem mekân hem hareket hem ritim birleşmeye başladı. Kafamda hikâyeler yazıyor ve animasyon ile onlara hareket alanı açan birtakım mekânlar yaratıyordum.
Sonra heykel bölümünden birkaç arkadaşımla birlikte Anima’yı kurduk. 17 yıl boyunca bu şirkette karakter tasarımcısı olarak çalıştım. O dönemde meşhur birçok karakter tasarımım vardı: Dalin civcivleri, Pınar kuklaları, Turkcell tavuğu, Petrol Ofisi köstebeği vs. O zamanlar stopmotion için tek mecra reklamlardı çünkü oldukça yüksek bütçeli bir işti. Böylece bir sürü reklam filmi çektik ve deneye deneye çok şey öğrendik. Animasyonun kendisini çok sevmekle birlikte zaman içinde artistik kısmın tektipleştirilmeye çalışıldığı müşteri talepleri nedeniyle reklam mecrasından uzaklaştım.
Ve sanırım burada ritim ve kendinizi ifade ettiğiniz mecra artık değişiyor.
Aslında reklam filmlerinin dışında kalan sürelerde kâğıt ile çalışıyordum. Gece 3'e kadar çekim yapıyorsak, sonrasında 4'e kadar kâğıt kesiyor, yapıştırıyordum. Zamanla bir çekmece dolusu iş biriktirdim. Yıllar içinde güncel sanattan uzaklaşmıştım, yaptığım animasyon efektli bu işlerin de tam olarak ne olduğunu bilmiyordum ama tüm bu işleri alıp lisedeyken çok beğendiğim –ta o zamanlar orada bir sergi açma hayali kurduğum- Galeri Nev’e götürüp Haldun Bey’e (Dostoğlu) gösterdim. O işlerle 2004'te bir sergi yaptık. Ardından 2009’da ikinci sergi… O güne kadar kâğıt malzemesinin imkânlarını anlamaya yönelik tüm birikimimi yansıtmak için sahneydi bu iki sergi.
Sonrasında, metal atölyesinde yaptığım heykelleri kâğıttan yapmaya çalışarak kâğıdın imkânlarını denemeye devam ettim.
Zaman içinde pratiğiniz boyunca malzemeler arası geçişlerin de bir ritmi var sanki...
İşlerimde malzeme çeşitliliğini seviyor, daha da artırmak istiyorum. Malzemeyi yeri geldiğinde ve istediğim şekilde kullanmayı da seviyorum. Örneğin erken dönem işlerimdeki kâğıt ile şimdiki bambaşka davranıyor. Sanki her şey biter de kâğıdın imkânları hiç bitmezmiş gibi geliyor bana.
Ritim kavramına işleriniz üzerinden bakacak olursak tüm çalışmalarınızda bizi içine alan bir ritim var diyebilir miyiz?
Tüm işlerimde ritmin olduğunu söyleyebilirim. Örneğin Günler Üzerimize Yığılıyor (2018-2023) işimde kâğıtlar tuvale saçılmış gibidir. Eğer gerçekten kâğıdı yüzeye atmıyorsanız bu etkiyi elde etmek çok zordur. O kadar zor ki bunu ancak kafamda bir baterinin çaldığını hayal ederek yapabildim. Önce kafamda ritmi kurguladım sonra bu ritmi bozdum.
Benim bu anlamda en çok dikkatimi çeken işiniz Bir Kent Provası (2022) oldu. Burada çok güçlü bir şekilde ritmi, kentin ritmini hissedebiliyoruz.
Bir Kent Provası, 2022’deki kişisel sergimde gösterdiğim bir işti ve o zamana kadar yaptığım tüm işlerin anlatımı gibiydi. Bu işte özel olarak kurgulanmış bir ritim var. Sahneleme mantığıyla –mış gibi yapan bir kent: Karanlıkta bir ışık yanıyor, oyuncuları aydınlatıyor, sonra başka bir ışık, tak tak tak… Bir ritmi var. Arkada belli belirsiz bir bateri sesi ve kent sesleri var ritmin taşıyıcısı olarak. Yer yer kısılıp yer yer açılarak orkestral bir etkiyle sahneyi oluşturuyor. Animasyonu sesten ayrı düşünmek mümkün değil; o yüzden burada ses de özel olarak tasarlandı. Hepsi bir bütünün parçaları.
Ses, ışık, malzeme, ölçek gibi bütünsel bir yaklaşımla işlediğiniz tüm bu öğeler, seçtiğiniz konular ve kullandığınız formlar güçlü bir mekânsal etki yaratıyor. Mekanlar (2014), Köşeler (2022) ve Odalar (2023) işlerinde farklı ölçeklerde, farklı konfigürasyonlarla bir araya gelen geometrik formlar ile kurgulanan bir mekânsallık söz konusu örneğin. Çalışmalarınız mekân, mimarlık, mimari anlatım pratikleri ile nasıl ilişkileniyor?
İşlerimde şehre dair, mimariye dair çok fazla öğe var ama bunlar doğru bilgi ile oraya konmuş değiller. Mimari eğitim almadım, yaptığım konstrüksiyonlar mükemmel değiller, kolonlar üstlerindeki yükü taşımazlar. Örneğin Günler Üzerimize Yığılıyor (2018) işindeki ince yapılı kâğıt konstrükisyonlar, bir şey taşımak için tasarlanmış gibi gözükseler de aslında kırılgan ve heykelsi hâlleri ile oradalar. Statik açıdan doğru değiller, bir sahneleme durumu var orada: Bir inşa hâlini sahnelemek. Aslında ben bir durumu kurgulamayı seviyorum ve mekânla ilişkim de bu kurgu üzerinden.
Bu noktada da devreye güçlü bir karşılaşma giriyor. Mimariye dair bir alfabeyi kullanan başka bir dil çıkıyor sanki karşımıza. Çok keskin ve tanımlı formlar kullanılarak neredeyse bir mimari çizim olarak okunabilecekken bizi şaşırtarak tekinsiz ve muğlak bir alan da yaratıyor sanki.
Bu illüzyonu seviyorum. Özellikle Havuz (2023) serisinde asla gerçek olamayacak perspektifler var. Biraz dikkatli bakan tuvaldeki iki nesnenin farklı perspektiflere sahip olduğunu anlayacaktır. Gözüme daha güzel geldiği için bunu tercih ediyorum ama bir mimar olsam mevcut bilgimle o perspektifi o şekilde kullanamam. Yanlış bir bilgiyle oraya konmuş gibi durması onu profesyonel bir maket, çizim olmaktan çıkarıyor.
Özellikle Gümbürtü (2022) işi bir etki-tepki eyleminin sonucu olarak zamana, mekâna ve harekete dair çok şey söylüyor. İçten gelen bir “hareket” kendine üçüncü boyutta yer açmaya çalışıyor sanki. Bu hareket malzemenin (kâğıdın) kendisinde ve malzemenin kendisinden (kâğıda müdahale ile) vücut buluyor. Temelden yükselen bir yapı değil, kendi yüzeyinden farklı boyutlara açılarak kendini var etmeye çalışan bir mekânsallaşma denemesi olarak görüyorum bu işinizi. Gümbürtü farklı versiyonlarda fiziksel müdahalenin ölçeği ve kuvveti ile değişikliğe uğruyor. Değişen bu kuvvetler ve dolayısıyla bu kuvvete tepki ile değişen yüzeyler bize neler söylüyor?
Hareketi zamanla ilişkilendiriyorum. Hızlandırıp yavaşlatabileceğim ve elimizde olan bir şey zaman benim işlerimde. Gümbürtü de bir yüzeye nasıl hareket veririm sorusuyla yola çıktığım bir işti. Kâğıdı iğneyle delmeye başladım ve deneye yanıla bir süre sonra hareketi kontrol edebildiğimi gördüm. Deliklerin birbirlerine yakın olduğu noktalarda yüzey çok kabarıyor, aralıklar biraz açılınca düzleşiyor. Bu iş duygusal olarak biraz acı verdi bana. Hayatta olduğu gibi üst üste gelen durumlar, olaylar seni yaralıyor, kabartıyor, yükseltiyor ama biraz daha sakin sularda olduğun zaman da o kadar güzel görünmüyor.
Sonunda yaşamsal bir yerden bir şeyler söyleyen, bir tür ay yüzeyi gibi gözüken bir iş oldu. Fakat oluşan bu amorf form aslında çok güçlü tercihlerin sonucu bir yandan da, kâğıdın seçtiğim kısımlarına tercih ettiğim kadar müdahale ediyorum ama bu kararları çok düşünerek vermiyorum. Gizlenen ve doğru yeri bulmaya çalışan bir tür yeryüzü, gökyüzü hareketi veya bir ses dalgası gibi…
Mekanlar (2014) serisinde de hareket bir örnek motiflerin tekrar etmesi, çoğalması, azalması, yayılması, parçalanması, bir araya gelmesi gibi eylemlerle gerçekleşiyor. Burada başlangıç-bitiş, iç-dış, yapım-yıkım arasında bir hiyerarşi veya kronolojik bir sıralama yakalamak mümkün değil. Bu da bizi döngü, dönüşüm gibi kavramları düşünmeye itiyor. Bu dönüşümün ardında kente dair bir söz mü var yoksa daha bireysel bir arka plan mı?
Daha yaşamsal bir yerden bakıyorum aslında. Zaten yaşamsal olanda değişim, dönüşüm var her zaman. Kent dediğimiz, geçici varlığımız gibi benim için ve işlerdeki dönüşüm hep yaşamla ilgili. Örneğin Arama Çizgileri (2019) işi bir süreci aktarıyor. Burada bir sonuç yok; beyaz bir kâğıt ile başlayıp beyaz bir kâğıt ile bitiyor. Düşünürken çizip, sonra sildiğimiz için artık orada olmayan çizgilere bir tür saygı hürmetinde bir iş. Artık hiçbir şey olmuyor orada; aramışsın, bulamamışsın ama yine de aramışsın. Akademiye hazırlanırken, yolumu bulmaya çalışırken yaptığım gibi.
İşlerinizde kente geçici bir varlık gibi baktığınızı söylediniz. Tüm bu geçiciliğe rağmen işleriniz bir taraftan çok şehirli, şehri anlatıyor, şehrin içinden ama bir taraftan da neredeyse tüm işlerde şehre uzaktan bir bakış var. Kadrajdan, kutudan, parçalayarak, bütünleyerek ama hepsinde uzağa yerleşiyor izleyicinin gözü.
Doğrudur, uzaktan bakıyorum gerçekten de çünkü benim işlerimde hem doğa var hem şehir. Tam da öyle bir yerde büyüdüm; şehrin ortasında bir doğa parçasında. Evimiz Feriköy son durakta, müstakil evlerin olduğu bir konumdaydı. Şehrin göbeğinde, kocaman bahçesinde meyve ağaçları olan bir evdi. Bahçede kuşlarla, kedilerle, köpeklerle çok zaman geçirir, gezmeye Osmanbey'e giderdim. Kendimi inşa etmişim o çocukluk boyunca. Çocukken bir tohumun fidana dönüşümüne tanık olmak, yaşamla birlikte hem sağlam olan hem de hiç sağlam olmayan -yaşamın kendisi sağlam değil çünkü- bir bağ kurmanızı sağlıyor.
İlk defa şehir silueti gördüğümde çok etkilenmiştim. Daha küçük yaşlarda çizimlerime yansımıştı. Belki de bu uzaktan bakma hâli hikâye anlatmak ve anlattığım hikâyeyi sahnelemekle ilgili. Örneğin Bir Kent Provası için her biri farklı, 40'tan fazla küçük set kurdum.
Bir Kent Provası’ndaki bu farklı kadrajların bende uyandırdığı etki her şeyi gören tanrısal gözün, izleyicinin iktidarının parçalanışı oldu. Bir gözlemci olarak o eserle etkileşime girmeye çalışıyorum ama bütününü görebilmek için 4-5 kez izlemem gerekiyor. Bu biçimsel tercih bize ne söylüyor?
Her gün içinde yaşadığımız şehrin, çözülemeyen sorunları ve bitmeyen inşa hâlinin sahnelemesi üstüne düşünerek ürettiğim bu videonun başında teker teker yanan ışıkların altında kent aktörlerini tanıdıktan sonra kendi içlerindeki koreografilerini takip ederiz. Aynı zamanda ölçek de farklıdır her bir sahnede. “-miş gibi” yapan, kentin farklı yerlerinden alınmış kadrajlarının bir araya getirilmiş kolajının sahnesi diyebileceğimiz bu kent parodisinde, bazen öznesi olduğumuz için tamamını algılayamadığımız sahnelere uzaklaşıp bakınca büyük resmin bir parçası olduğumuzu anlama şansı buluruz.
Bu farklı bakışların yönleri de her zaman net değil sanki. Örneğin Mekanlar (2014), Köşeler (2022) ve Odalar işlerinizde nerede konumlandığımızı ve nereye baktığımızı, nerenin dış, nerenin iç olduğunu söyleyemiyoruz.
Evet, biz içeriden mi bakıyoruz dışarıdan mı yoksa bir kesit alıp oradan mı bakıyoruz anlaşılmıyor. Hepimiz bir objeye veya nesneye baktığımızda aynı şeyleri görmüyoruz; aynı objeye bakıp farklı algılayabiliriz. Kendi içine bakmayı çok seven birisiyim ve zaman zaman kendime bakışımın da farklılaşabileceğine tanık oluyorum. Hem içimde hem dışımda iki nehir yan yana çağlıyor, bu işlere yine yaşamsal bir yerden yansıyor.
Sahnelemeyle ilgili söyledikleriniz Bursa’daki sergi kurgusunda da kendisini gösteriyor. İkiye ayrılan sergi mekânında aydınlık bölüm lineer ve kesintisiz bir kurgu sunarken karanlık bölüm ziyaretçiyi odalardan geçiriyor. Tüm eserlerde okunan çatışmalar, ikilikler ve tüm bunların oluşturduğu bütünlük mekânda işlerin sergilenişinde de var ve bir anlamda mekânın kendisi bir sahneye dönüşüyor. Sergi mekânı sergilemeyi nasıl etkiledi?
Serginin küratörü Gizem Gedik ile mekânı gördüğümüzde uzun zamandır üzerinde çalıştığım serileri sergilemek için çok elverişli olduğunu düşündük. Hem aydınlık hem karanlık alanlara ihtiyacı olan serilerdi bunlar. Birbirinin içinden açılan odalar, mekâna çeşitli zaman aralıklarına göre de yerleşmemizi sağladı. Karanlık alanlar video ve enstalasyonlara yer açıp üzerinde çokça düşündüğüm sahneleme konusunda bize yardım ederken; aydınlık kısım beyaz ağırlıklı işlerimi istediğimiz aydınlatma ile göstermemize imkân sağladı. Bu sergiyle birlikte hayatımın farklı dönemlerinden işleri aynı anda görme fırsatım oldu. Bursa sergisi bu anlamda da çok değerli.