Yasemin Kalaycı ve Elçin Acun tarafından kurulan KOLİ Art Space, feminist ve queer sanata odaklanan, kâr amacı gütmeyen, bağımsız bir çalışma, üretme ve sergileme alanı olarak Kadıköy’de kapılarını ziyaretçilere açtı. Sanatsal deneyim ve iş birliği ekseninde KOLİ Art Space’i daha yakından tanımak ve ilk sergisi “Geçirgen / Transparent”ı konuşmak için Yasemin Kalaycı ve Elçin Acun ile buluştuk.
Yeldeğirmeni’nin yeni bağımsız sanat alanı KOLİ Art Space, feminist ve queer sanata odaklanan, kâr amacı gütmeyen, bağımsız bir inisiyatif olarak sanat dünyasında yerini aldı. Yasemin Kalaycı ve Elçin Acun tarafından kurulan KOLİ, kapsayıcılık ve çeşitliliğin gücünden beslenen, kimliğin ve cinsiyetin akışkanlığına odaklanarak değişim ihtiyacının zorunluluğu inancından doğdu. KOLİ, Senkron Eş Zamanlı Video Sergileri kapsamında gerçekleşen ilk sergisi “Geçirgen / Transparent” ile Elçin Acun, Mert Çağıl Türkay ve Yasemin Kalaycı’nın işlerine ev sahipliği yapıyor. Sergi, 30 Nisan 2021 tarihine kadar gezilebilecek. Bu heyecan verici oluşumu Instagram üzerinden takip edebilirsiniz.
Elçin ve Yasemin, öncelikle kendinizden, eğitimlerinizden ve sanatsal yaklaşımlarınızdan bahseder misiniz?
Elçin Acun: Ben, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde “Sanatta Yeterlik” programına devam ediyorum. Aynı zamanda, uzun zamandır bu bölümde araştırma görevlisi olarak çalışıyorum. Fotoğraf ve videoyu kullanarak kavramsal temelli, kurgusal işler üretiyorum. Ana konularım beden, toplumsal cinsiyet ve kadın politikaları gibi kavramlar. Olağanüstü durumlarda sıkışmış karakterler yaratıyorum ve onları çoğunlukla kendi öznem ile somutlaştırıyorum. Bu karakterler, bazen boşuna çabalar içinde hapsolmuş, bazen de sadece görünür olmaya çalıştıkları bir döngü içinde kalmış durumdalar. Bu döngü, cinsiyete atanmış rolleri ve bu rollerin sürekli tekrara dayalı olan, kendini yeniden üretimini temsil ediyor. Performatif video ya da fotoğraf diyebileceğimiz bir tarzda çalışıyorum ve kendi bedenim üzerinden kişisel bir anlatıma yaklaşmayı deniyorum.
Yasemin Kalaycı: Ben de Kocaeli Üniversitesi Fotoğraf Bölümü lisans son sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda, uluslararası bir şirkette marka temsilcisi olarak çalışıyorum. Fotoğraf, video, enstalasyon ve dijital-sanat gibi birçok pratikten faydalanarak sanat üretimlerimi sürdürüyorum. Çalışmalarımda beden-iktidar ilişkisi, toplumsal cinsiyet vurgusu, ırk ve kimlik gibi kavramlara değiniyorum.
KOLİ Art Space’i ne zaman hayata geçirmeye karar verdiniz? Bağımsız bir sanat inisiyatifi kurma fikriniz nasıl ortaya çıktı?
Türkiye’de yaşayan sanatçılar, kadınlar, kuirler olarak ya da norm dışı bireyler olarak büyük bir sıkışmışlık duygusu içindeyiz. Sınırlarının iyice daraltıldığı bir alanda özgür hissediyoruz, kocaman bir şehirde yaşamamıza rağmen hareket alanımız kısıtlı ve o alanın dışına çıktığımızda kendimizi var edebildiğimiz bölgelerin ne kadar azaldığını daha da fazla fark ediyoruz. Pandemi dönemi de bu duruma farklı bir boyut kazandırdı, belki de bedenimizin kamusal alandaki varlığına müdahale edilmesinin ulaşabileceği en üst noktayı yaşıyoruz. Hangi saat aralığında, nereye gidebileceğimiz, parkta oturup oturamayacağımız, kaç yaşında olduğumuza göre hangi saatte yürüyüş yapabileceğimiz, bazı içecekleri haftanın hangi günlerinde tüketebileceğimiz gibi basit konularda bile iktidarın kararları ekseninde davranmak zorunda kaldığımız bir dönemdeyiz. Dolayısıyla bizim gibi 60 metrekarelik, balkonsuz ve bahçesiz evlerde yaşayan insanların nefes alması çok zorlaştı. İktidar irademizi sıkıştırırken, pandemiden aldığı cüretle bedenimizi de evlere hapsetti. Aslında bir içgüdü, bizim burayı kurmaktaki tetikleyici unsurumuz oldu. Kendimize nefes alabilecek bir yer istedik. Tabii bu fikir sadece fiziksel bir ihtiyaçtan oluşmadı, aynı zamanda düşüncelerimize nefes aldırabilmek için de gereklilik hâline geldi. Diyalog kurma, buluşma, birlikte bir şeyler yapabilme gibi ihtiyaçlarımız bu olağanüstü dönemde, üzerimizdeki yoğun baskı ve tahakküm ile iyice arttı. Uzun süreden beri var olan kendi sanatsal özgürlük alanımızı oluşturma isteğimiz ivmelenmiş oldu ve bir mekân kurmaya karar verdik.
Bağımsız sanat alanlarına sizce neden ihtiyaç var? Çağdaş sanat alanında “bağımsız” olmayı nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında bağımsız bir sanat alanı olmanın avantajı, modern sanat galerisinin yani “beyaz küpün” iktidarından kurtulmak. 20. yüzyıl modern sanatında; ideal galeri mekânı, sanat nesnesinin dışında, algıyı başka bir tarafa çekebilecek tüm ögeleri dışarda bırakmak üzerine tasarlanmıştır. Dolayısıyla dış dünya ile temas yok edilmek istenir, pencereler iptal edilir, gölge oluşturmayan aydınlatmalar tercih edilir, duvarlar steril bembeyaz boyanır. Tüm bunlar galeri mekânına sonsuzluk duygusunu andıran bir zamansızlık kazandırır. “Biraz kilise kutsiyeti, biraz mahkeme salonu resmiyeti, biraz deney laboratuvarı gizemiyle şık bir tasarım buluştuğunda, benzersiz bir estetik mekân ortaya çıkar. Bu mekândaki güç algısı o kadar yoğundur ki yapıtları mekânın dışına çıkarmak onları yeniden seküler bir statüye düşürebilir” der Brian O’Doherty bu konu ile ilgili ünlü kitabında. Bu durum aslında hepimizin bildiği ve hissettiği sanatı soyutlayan “kendi dünyası” ile sınırlı kalmasına sebep olan bir sonuç doğurur. Beyaz küp, 1970’lerin ortalarından beri var olan ve bir sürü sanatçı tarafından kırılmaya, tepetaklak edilmeye çalışılan bir tartışma. Ama O’Doherty’nin anlatmak istediği “kutsallık” hepimizin hissettiği bir durum. Bazen galerilerin sokaktan yalıtılmış, fısıltı ile konuşulan, kurallarla dolu, tedirgin edici soğukluğu bizim sanat izleyicisi olarak çekingen davranmamıza sebep olabiliyor. Bizim gibi sanat alanlarında ya da inisiyatiflerde başlangıç olarak bunun kırıldığını düşünüyoruz. Dış dünya ile dolayısıyla mahalle, semt ile olan ilişkimiz daha olumlu ve etkileşim hâlinde. Mekânın fiziksel duruşu ve ideolojisi tepeden bakan bir izlenim yaratmıyor, yerle, yüzeyle bir bütünlük oluşturuyor. Bu durumda birçok şeyi aynı düzleme getiriyor ve demokratikleştiriyor diyebiliriz. Ayrıca ana akım galeri mantığının dışında kaldığımızda ya da bir kuruma bağlı olmadığımızda yani bağımsız olduğumuzda, bir karar merciinin düzenlemesinden muaf oluyoruz. Böylece, sanat ortamında revaçta olanı benimseyen, piyasaya odaklanmış, satış kaygısı güden ya da sansür korkusu taşıyan bir bakış açısı ile yaklaşmak zorunda kalmıyoruz. “Koli” kelimesi Lubunca’da sevişmek, partner anlamına geliyor, mekânın ismi Lubuncaya gönderme yaptığı kadar, “beyaz küp” olmama hâline de işaret ediyor. Yani KOLİ gibi bir kutu, oradan oraya sürüklenebilecek aynı zamanda bozulup tekrar kurulabilecek, tedirgin etmeyen, fazla hassas olmayan yani daha doğrusu, kirletmekten, dokunmaktan, temas etmekten korkmayacağımız dolayısıyla denemelere açık, hatta deneyip yanılmayı, deneysel olmayı göze alabilen ve teşvik eden bir yapı. Bizim ikinci evimiz gibi, ortada sobası, mutfağı, koltuğu, masası ile gelen insanların içinde rahat hissettirebilecekleri bir ortam. İçine çeken, kapsayan bir kutu. Bizim için bağımsız olmanın anlamı bu sanırım.
KOLİ Art Space’i anlatırken feminist ve queer sanata odaklı olan bir inisiyatif yaklaşımından söz ediyorsunuz. Bu konuyu özellikle tercih etme ve bu kavramlara odaklanan projeler gerçekleştirme hedefinizden bahseder misiniz?
Temelde aktivizm yöntemi olarak belli bir ideolojik gündemi benimseyen bir mekân kurmak istedik. Kendi düşünce ve sanat pratiğimiz ile paralel feminist, queer sanatçılar ile iletişime ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü kimlik hiyerarşilerinin baskın olduğu bir toplumda yaşıyoruz ve bu bağlamda tektipleştirici politikalardan, ikili düşünce yapılarından uzak, kapsayıcılık ve çeşitliliğin gücünden beslenen, kimliğin ve cinsiyetin akışkanlığına odaklanan bir yapı hayal ettik. Türkiye’de heteronormatif iktidar teknikleri, hangi bedenlerin önemli olduğuna ve toplumsal bünyenin meşru bir parçası sayılacağına karar veriyor, “yerli ve milli” söylemiyle kuir bedenleri gözden çıkarılabilir addediyor, kamusal yaşamın gölgelerine çekilmemizi, okunaksız hâle gelmemizi sağlamaya çalışıyor ve tüm farklı formları normallik statüsündeki merkeze indirgeyerek denetim mekanizmasını pekiştiriyor. Bir sanat alanı olarak kendimizi merkezin dışında konumlandırarak ayrımcılık, özgürleşme ve görünürlük mücadelesinde aktif rol almayı amaçlıyoruz. Bu sebeple böyle bir manifestodan yola çıkıyoruz.
Sergiye gelecek olursak: İlk serginiz “Geçirgen / Transparent”ı, Senkron Eş Zamanlı Video Sergileri kapsamında gerçekleştiriyorsunuz. İş birliği sürecinizden ve projeden bahseder misiniz?
Senkron Eş Zamanlı Video Sergileri; bu yıl Türkiye genelinde aynı anda, 8 şehirde, 49 katılımcı ile gerçekleşen, organizasyonunu Bilsart, Mixer, Elgiz Müzesi ve Versus Art Project’in ortak gerçekleştirdiği video odaklı sergiler bütünü. Mekânımızın tadilatının bitiş tarihi, tesadüfen Senkron’un açılış tarihine uyduğu için katılma talebinde bulunabildik. Hem mekânın duyurulması açısından, hem de video ikimizin de kullandığı ve kendi işlerimizi bağdaştırdığımız bir medyum olduğu için, ilk sergimizde böyle bir organizasyona dahil olmak bizim için büyük bir fırsat oldu.
Sergideki işlerin kavramsal bağını nasıl kurdunuz ve bu üç sanatçı nasıl yan yana geldi?
Sergi ben (Elçin), Yasemin ve Mert’in video yerleştirmelerinden oluşuyor. Üçümüz birbirini çok yakından tanıyan ve genel olarak benzer kavramlar ekseninde çalışan sanatçılarız. Bu yüzden ortak bir dilde buluşmamız hiç zor olmadı. Bu sergiyi planlarken, olabilecek işleri yan yana koyduğumuzda fark ettik ki; işlerin konularındaki ortaklığın yanı sıra biçimsel olarak da geçirgenliğe ve şeffaflığa vurgusu söz konusu. Üçümüzün işinde de farklı durumlarda kalmış yarı saydam, bir görünüp bir kaybolan bedenler üzerinden bir anlatı var. Mert, Blurred isimli videosunda, erkeksi beden formunu ön plana çıkarmadan, sabit bir cinsiyet vurgusundan ziyade değişken bir hareket yaratmak istiyor. Videodaki bedenin üzerine yansımış su ve dalga görüntüsü, hareketin akışkanlığına vurgu yapan ögeler hâlinde kuir bedene zemin hazırlıyor. Yasemin’in televizyon ve monitörlerden oluşan Gökyüzüne Anlat yerleştirmesinde; buluntu fotoğraflara eklenmiş hareketli gökyüzü görüntülerini katmanlar hâlinde kullandığı bir kurgu var. Bu kurgu, aile ve sosyal çevre ekseninde ideal kadın ve erkek normlarının bireyler üzerindeki etkin rolü ve oluşan stereotip insan figürünü konu ediyor. Benim “Öyküsü Olmayan” isimli serinin parçası olan işim ise, kumaş ve vantilatör ile oluşturulmuş bir video yerleştirme. Kendimi kullanarak yaptığım videoda, beden sürekli hüküm süren bir şimdiki zamanın içinde sıkışmış kadın temsili olarak karşımıza çıkıyor, kurgu beden ve cinsiyet rolleri üzerine yeniden düşünme amacı taşıyor. “Geçirgen” sergisi, değişken ve birbirinin içerisine işleyen formuyla bir özgürleşme alanı olarak beden imgesini ön plana çıkarmayı amaçlıyor. İşlerin buluştuğu nokta; bedenin “geçirgen” olabilme ihtimalinin vermiş olduğu cesaretle görünürlüklerini akışkan hâle getirip kültürel kodların beden üzerinde kurduğu sabit, normatif, somut formlardan sıyrılmayı hayal etmeleri. Videolar, toplumsal ve tarihsel olarak süregelen normları zayıflatmayı denerken figürlerin doğayla olan teması da bir kimliksizleşme önerisinde bulunuyor. Bedenlerin sergilediği anonim performanslar, geçirgenliği bir strateji olarak kullanarak çok katmanlı bir görünürlüğe dikkat çekmeyi hedefliyor.
Son olarak, KOLİ Art Space’te sergiler dışında sanatçı konuşmaları, seminerler vb. gibi etkinlikler de gerçekleşecek mi? İleriye yönelik neler planlıyorsunuz?
KOLİ’de, bu düşünceler ekseninde, sansürden arındırılmış; disiplinlerarası etkileşimin ve dayanışmanın ön planda tutulduğu bir platform olmayı amaçlıyoruz. Ulusal ve uluslararası sanatçılar, inisiyatifler ve kültür kurumları ile ilişkiler kurmayı hedefliyoruz. Sergilerin yanı sıra konuşma, seminer, atölye çalışmaları, film gösterimleri gibi etkinlikler planlıyoruz. Sanatçılar arası kolektif üretim yöntemlerine odaklanarak ortak projeler gerçekleştirmek istiyoruz. Daha çok yeni olmamıza rağmen arkadaşlarımızla beraber geleceğe dair gerçekleştireceğimiz projeleri tasarlamaya başladık.