Fernand Leger’in inşaat işçilerini (1951) hatırlatan bu çalışma; kentsel mekanın maruz kaldığı dönüşümü yıkım ve inşa metaforlarıyla anlatırken, bu devinimin görünmeyen aktörlerini, harcadıkları emekle beraber gözler önüne seriyordu.
Leger’in işçilerinden bu yana dünyaya ve sanata bakışta nelerin değiştiği ayrı ve uzun bir yazının konusu olabilir. Bugüne dönüldüğünde, tıpkı Zamora’nın ortaya koyduğu gibi, dünyanın sürekli bir hareket, kas gücü, dönüşüm ve sermaye akışına sahne olduğu ve de kentlerin bu bitmeyen süreklilik içerisinde dev inşaat şantiyelerine dönüştüğü söylenebilir.
Neoliberalizmin keskin sınırlarla kentin mekanını belirlediği bugünde; herkese açık kamusal alan kavramından söz edilmesi, kamusal alanın siyasallaşması ne anlama geliyor? Kamusal alanın siyasallaşması, kamusal alanda söz hakkı olmayan ya da çok kısıtlı olan farklı grupların talepleri açısından nasıl değerlendirilebilir? Bütün bu tartışmaların ortasında sanat kendini nasıl bir yere konumlandırmalı?
Yukarıdaki soruların sadece akademik merakın ötesinde bir aciliyet taşıdığı bir gündem yaşıyoruz. Bu gündemin odağında tabi ki Gezi Parkı Direnişi ve de 13. İstanbul Bienali’nin taşıdığı başlık yer alıyor. Sokak bir yandan tepkisine devam ederken, sanatçılar da yapıtlarıyla bu sürece tanıklık etmekte. Tabi ki akıllardaki en önemli sorulardan ikisi; sanatın sermayeyle olan ilişkisi nedeniyle eleştirisini sunarken ne ölçüde bağımsız olabileceği ve de olabildiğince gerçek ve acı olan deneyimin karşısında ne derece güçlü ifade olanakları sunduğu.
Fransız Kültür Merkezi’nde 11 – 21 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen Sivil/Siz Alanlar programı da bu acil gündemi paylaşıyor. Küratörlüğünü Hilde Teerlinck, Sayoko Nakahara, Gauthier Melin’in yaptığı Sivil/Siz Alanlar; isminden de anlaşılabileceği gibi kamusal alan kavramını tartışmaya açan video sanatı örneklerini bir araya getiren bir sergi. ‘İhtilaflı Alanlar’, ‘Kentsel Tahsis’, ‘Göçebe Kimlikler’, ‘Bellekteki Topraklar’ gibi ara başlıklar kamusal alan üzerine yapılan tartışmaları özetler niteliğinde.
Sergiye paralel olarak gösterime sunulan Seza Paker’in ‘İsimsiz (Park)’ (2011) adlı çalışması; Paris’teki bir park ile Venedik’te bir parkta bulunan Daniel Buren’in ‘La Tonelle’ isimli yapıtının çevresindeki kısa bir gezinti üzerine. Video; kamusal alan olarak parkın, içindeki sanat yapıtıyla beraber aslında kimin için olduğu sorusunu akıllara getiriyor. Parkta dinlenen, vakit geçiren Afgan mülteciler; bu kamunun yabancıları aslında. İçinde bulundukları park bütün o güzel görünüşüne rağmen, onlara özgürlük vaadi sunmuyor. Parkta geçirdikleri zaman; burjuvazinin boş zamanıyla eşleşmiyor. Başkalarının Pazar günü güzel havada vakit geçirmek için gittikleri park , arada kalmışlar için bir bekleme salonu niteliğinde.
Seza Paker; bu çalışmasında dünyaca ünlü bir sanat etkinliğine ev sahipliği yapan bir parkla mültecilere ev sahipliği yapan bir parkı bir araya getirmiş. Gerçek şu ki; bu iki özellik tek bir parkta bile bir araya gelse, bu iki dünyanın bir araya gelmesinin mümkünü yok. Mültecilerin kendilerini kameraya çeken sanatçının farkında olup olmadıklarını, olsalar da bunun hakkında ne düşündüklerini bilemiyor olsak da, ‘La Tonelle’in sanatçıya çağrıştırdığı ışık ve özgürlük ifadelerinin mülteciler için gerçek dünyada bir karşılığı olması ihtimali zor gözüküyor.
Lida Abdul’un ‘What We Saw Upon Awakening (Uyandığımızda Gördüklerimiz)’ (2006) adlı çalışması bizi Paker’in çalışmasındaki mültecilerinin doğduğu yere götürüyor. Afganistan doğumlu Abdul; Meksika, Çin, İran, İsrail ve Filistin gibi ülkelerden gelen güncel sanatçıların durumunu şöyle özetliyor:
‘Bu sanatçılar, bir yerden diğerine hareket eden ve de tanıklık eden, zorlayan, sorgulayan bir sanat üreten, dünyanın gezgin ruhları. Takdir ediliyorlar, görmezden geliniyorlar, baskıya uğruyorlar hatta ‘bize karşı onlar’ oyununda yer almadıkları için öldürülüyorlar; onlar her zaman kendi yurtlarının dışında masum ve de doğdukları yerde sürgünler.’1
1 www.lidaabdul.com
Abdul’un sözleri kendi durumunu da özetlerken, izlediğimiz videoda hali hazırda harap olmuş bir geçmişin son kalıntılarını var güçleriyle yok etmeye çalışan Afgan erkeklerini görüyoruz. Sıkı sıkıya tutundukları ipler; yıkmaya çalıştıkça harabeye aslında gittikçe daha çok bağlandıklarının göstergesi. Aslında videonun anlatmak istediklerini yine en iyi Abdul özetliyor:
‘ Blanchot demişti ki, felaket hiçbir yere dokunmaz ama herşeyi değiştirir. Afganistan fiziksel olarak yıkıma uğradı, evet ama hayatta kalma direncinde bir azalma yok. Mülteciler / Geride kalanlar neler yaşadıkları hakkında konuşmayı reddettikçe; dil, yerellik hakkındaki fikirler ve öteki algısı radikal biçimde değişti. Hepimiz bu sessizliğin tarihini biliyoruz. Bu göçebe sanatçılar eserleri aracılığıyla bu sessizliğe ses veriyorlar.’ 2
Vahram Agashyan’ın ‘Ruins of Private Property’ (2007) isimli videosu gibi mekanın bellekle olan ilişkisini simgeselleştiren diğer çalışmaların yanı sıra Sivil/Siz Alanlar’ın bir bölümü de kamusal alanı bir müzakere/mücadele alanı olarak gören yapıtlara ayrılmış. Mücadele kimi zaman bir oyunu anımsatmakta. Bu oyun; kimi zaman Paulien Oltheten’in insan ve köpek arasındaki neşeli çekişmesindeki (Man and Dog (2002)) gibi muzip ve eğlenceli, kimi zaman da çocukların oyuncak tabancalarla büyükleri taklit ettiği ‘Bang Bang’deki gibi (Fikret Atay) göründüğü kadar masum değil.
Judith Butler toplanma özgürlüğü üzerine İstanbul’da verdiği konferansta (15 Eylül 2013) hapishanede açlık grevi yapan mahkumlarla direniş amacıyla kamusal alanda toplanan bedenlerin aslında aynı olgunun iki ayrı yüzü olduğunu söylüyordu . Benzer bir bakış açısı; Clarisse Hahn’ın ‘Notre Corps est une arme, Bedenlerimiz silahımızdır, 2011) isimli üçlemesinde sunuluyor. Hahn; bir direniş aracı olarak bedenin üç ayrı mekanda kullanımını incelemiş: Meksika’daki çıplak protestolar, hapishanedeki açlık grevleri ve de Güneydoğu’daki savaş:
‘ Örneğin açlık grevleri; kamusal alanda yer alamayan bedenin reddi ya da pratiği değilse nedir? Açlık grevleri ya da hapishane direnişleri; siyasi anlamda kendi kaderini tayin etmenin tek geçerli yolunun kamusal alanda yer almak olmadığını gösterir. Mahkumların oluşturdukları ağlar kamusal alanda bedensel olarak yer alamayanların dayanışma biçimleridir… Bu ağlar ayrıca protesto, imza toplama, yasal ve siyasi temsil, sivil itaatsizlik özgürlüklerini yürürlüğe koyan insanların toplanma biçimleridir.’ 3
2 www.lidaabdul.com
3 Judith Butler, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul, 15 Eylül 2013
Güç ilişkilerinin odağında olan bedenin görselleştirilmesi Salla Tykka’nın Power/ Güç, 1999) isimli videosunda da etkili bir anlatımla sunuluyor. Videodaki kadın boksörün antrenörüyle mücadelesi; cinsiyetlendirilmiş bedenin fiziksel mücadeleyle asla başa çıkamayacağı ötekisini bıkıp usanmadan yenmeye çalışmasını anlatıyor. Salla Tykka’nın çalışması; sergiye paralel olarak gösterime sunulan Nil Yalter’in kadın bedeninin kültür içerisinde konumlanmasını konu alan Harem(1979), Şaman(1979) gibi öncü nitelikteki çalışmalarını hatırlamamıza neden oluyor. Yalter’in Harem videosu; kimi zaman kadın bedenini parçalayarak, bir göğüs, bir bacak, bir dudağa indirgeyerek kadının tarihsel özneleşme sürecini irdeliyor. Bunu yaparken kendi zamanının en ileri teknolojilerini kullanmakta gösterdiği hassasiyet; belki de birşeylerin değişmediğini vurgulamanın etkili bir yolu olabilir.
Son olarak, kamusal alanı ve ona anlamını kazandıran aktörleri bizlere sunan sanat yapıtları söz konusu olduğunda Emre Zeytinoğlu’nun aşağıdaki uyarısını hatırlayarak bitirmekte yarar var.
‘Çünkü şunu bilmeliyiz: Devlet erkinin egemen olduğu burjuva kamusal alanında zayıf kamuları bulup çıkartmamız (anımsamamız) ve bu yolla demokratik açık alanı bir kez daha keşfetmiş olmamız, eleştirel nitelikli sivil hareketleri doğru tanımladığımız anlamına gelmez.’ 4
Kamusal alan; egemen yönetim biçimleri tarafından temsil edilen güçlü kamular ya da az ya da hiç temsil edilemeyen zayıf kamulardan oluşuyor. Bu zayıf kamuların güncel sanat yapıtlarında sıklıkla yer bulduklarını da söyleyebiliriz. Sanatçının eleştirel niteliği; egemen sistemin dışında kalanları belgelemek ya da görünür kılmaktan da öte gerçekle kurduğu ilişkisinde yatar. Bu sebeple sokakta olup bitenden ayrı, ona uzak bir sanatın eleştirel bakış açısı barındırdığı düşünülemez. Sanatçının sanatına konu edindiği öznelerle ve onların hareketiyle ilişkisi önemlidir. Nasıl sanat yapıtları bize gösterilenin kodlarını kırmamıza yardımcı oluyorlarsa, kamusal alanı kapsayan direniş biçimleri ve taktikleri de sanata özeleştiri imkanı sunar.
4 Emre Zeytinoğlu, Peter Brook’un Sahnesi ve Kamusal Alan Aktörü