Monika Czyżyk ve Merve Vural’ın arşivi ve kaydetme pratiğini anlatının merkezine koyarak hatırlama eyleminin güvensiz sularında gezindikleri son dönem işlerinden oluşan Bilsart’ta izleyiciyle buluşan “Kendine Ait Bir Hatırlama” sergisi üzerine bir yazı.
“Anılar ya zamanla gerçek içeriğini bir başka içerikle değiştiriyor ya da önemi gözden kaçmayacak başka yaşantılarla ilişki kurup onlar için paravana anılar rolünü üstleniyordu.”1
Küratörlüğünü Sinan Eren Erk’in yaptığı, “Kendine Ait Bir Hatırlama” sergisi 6 Ocak’ta Bilsart’ta açıldı. Monika Czyzyk ve Merve Vural’ın bir araya geldiği sergi, sanatçıların yakın dönemde ürettikleri yapıtları içeren iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm “BOdyssey”; Monika’nın 2016 yılından bu yana devam eden deneysel bir video arşivini izleyiciye sunuyor. Sanatçı bu arşivi, gövdesine gömülü bir video kamera ve oynatma ünitesine sahip 2010 yılına ait özel üretim bir Barbie bebeği ile oluşturmuş. VideoGirl ismindeki bu cihaz, sergi süresince arşiv oluşturmaya devam ediyor. Girişte yer alan odada bulunan Barbie bebekler izleyicinin kendilerini alıp video çekmelerini bekliyor. Etkileşimli bir arşive dönüşen çalışması, Monika’nın bireysel hafızasına işaret ediyormuş gibi görünse de aslında toplumsal hafızanın bir belgesi olarak yorumlanabilir. Zira dünyanın pek çok yerinde farklı zaman ve farklı mekânlarda aldığı kayıtları bir araya getirdiği bir belgesel ile bizi buluşturuyor. Barbie bebeğin bedeni aracılığıyla alınan kayıtlar, insan olma, cinsiyetsiz düşünme, bakma, görme, izleme ve feminizm üzerinden bir okumaya izin verirken aynı zamanda Barbie’nin o incecik bacakları sarı saçları ve tırnak içinde kusursuz vücut formları ile birlikte güzel ve estetik kavramlarını sorgulatan bir yönlendirme sunuyor. Stanley Kubrick’in A Space Odyssey (1968) filminden referanslar taşıyan video, uzamsal ve kurgusal olarak hafızaya dair yeni bir okuma/mekân sunuyor. Monika’nın videosu yaklaşık 40 dakika sürüyor. Bu süre içinde dev bir yansıtma ile izlenen video bizi de içine alıyor. Küçük bir ekranın kontrol edilebilir hâlinin aksine neredeyse duvar boyutunda bir video görsel belki de hafızaya doğrudan işaret ediyor. Sanatçının bireysel hafızası, doğduğu yıl (Berlin Duvarı’nın yıkılmaya başladığı yıl) itibariyle tarihsel bir eşiğin izlerini taşırken aynı zamanda gündelik yaşamın akışında sürekli değişen ve dönüşen bir form gibi deviniyor.
Sergi, adından da anlaşılacağı üzere hafıza kavramının etrafında dönüyor. Genelde hafızayı, ağırlığı ve hacmi olan bir form olarak algılama eğiliminde olsak da esasında akışkan ve esnek bir yapı olduğunu söylemek çok daha rahatlatıcı. Çünkü hacmi olan bir form olması onu son derece kısıtlı ve katı bir hâle getirir. Oysa ki akışkan olması zaman ve mekânla birlikte çoğalan ve azalan, uzayan ve kısalan organik bir yapıya dönüştürür. Bu yüzden de hafızayı geçmişe doğru kurmak ne büyük çaresizliktir. Oysa ki an, hafızanın ta kendisi değil midir zaten… Buradan baktığımızda, hatırlama ile unutma arasında kurulan ilişki, gerçek ile kurgu arasındaki ilişkiye benzer bir biçimde ilerler.
Hatırlamak ile unutmak arasındaki çizgi çok ince. Kimi zaman o ince çizgide duruyoruz. Sendeleyip düştüğümüz taraf yaşamı belirliyor. Hatırladıklarımız ya da unuttuklarımızla bir akışa giriyoruz yaşamda. Nedendir bilinmez, hafızayı doğrusal bir form olarak algılama eğilimimiz var, tıpkı zaman kavramında olduğu gibi. İlerleyen biziz, geride kalan unuttuklarımız. Bu kolay olandır belki de. Peki, algı seviyemizin kabul edebileceği tek form bu mudur gerçekten? Döngüsel bir hafızadan söz etmek çok mu güç olur? Doğrusal bir form her şeyin geride kaldığı bir durum sunarken bu, aslında her şeyi unutuyor olduğumuz anlamına gelir. Peki ya hatırladıklarımız? Onlar için her defasında o yolu geri mi gidiyoruz? Hiç sanmam. Bana kalırsa geride kalan bir şey olmuyor. Yaşamı tümüyle birlikte yürüyoruz. Bazı anlar, insanlar, durumlar, olaylar, nesneler ile daha yakın yürüyoruz, temas hâlinde kalıyoruz. Diğerleri ise uzakta olanlar, paralel de gitsek mesafelendiklerimiz, teması yitirdiklerimiz. Kimi zaman bir ses, kimi zaman koku ile bize yaklaşıyor o anlar. Buna da hatırlama diyoruz. Her hatırlama beraberinde bir olaylar silsilesi getiriyor. Zaman, mekân, koku, ses, insanlar, nesneler. Onlarla iletişimimizde kat ettiğimiz yolun büyük etkisi var. Çünkü yol aldığımız her zaman diliminde o anlara farklı bakıyoruz. Geride ya da ileride değil, birlikte ve dönüşerek. Bu dönüşümün kendisi bir hatırlama deneyimi olarak oracıkta deviniyor. Bu devinim de gerçeklik ile kurgu arasındaki bağı daha da kuvvetlendiriyor.
Bireysel gerçekliğin ya da toplumsal kurgunun parçası olmak, hatırladıklarımız ya da unuttuklarımızla doğrudan bağlantılı. Kendine ait bir hatırlama da adıyla çağırıyor izleyicisini. Mekâna girdiğimiz andan itibaren hatta belki oraya giderken yolda, metroda, herhangi bir yerde hatırladığımız her şey ile beraber giriyoruz sergiye. Kendimize ait olan kısmın ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu bunu belirleyen ise hafızamız/yaşamımız. Hatırlanan her şeyin tamamıyla gerçeği işaret ettiğini ne kadar söyleyebiliriz? Ya da unuttuklarımızın tamamen kurgu olduğunu iddia edebilir miyiz? Bize bir şekilde temas eden, etmiş olan her an, içinde hem gerçeği hem de kurguyu barındırabilir. Dahası onları hatırlamaya çalışırken kurduğumuz an da kurgunun bir parçası oluverir.
Sanatçılarla birlikte kendimize ait bir hatırlama deneyimini yaşamaktan geri durmuyoruz sergide. Çünkü Monika’nın videosundaki birtakım nesneler ve mekânlardan Barbie bebeğe kadar pek çok şey hafızamızda bir hareketlenme yaratıyor. VideoGirl’ün kaydının kaydını bir dış göz olarak izliyoruz. Sanatçının kullandığı Barbie bebek elbette ki birçoğumuza (90’larda çocuk olan kuşağa) oldukça tanıdık geliyor.
1959 yılında ortaya çıkan ve 90’lı yılların en çok satan oyuncağı olan Barbie’yi, Amerikalı bir iş kadını kendi kızından esinlenerek yaratmış. O döneme kadar çocukların alışık olduğu oyuncak bebek figürü yerine yetişkin bir kadının temsili olarak üretilen bir oyuncak olması, kulağa biraz garip geliyor. Buradaki ironi de Monika’nın işi bağlamında göz ardı edilemeyecek bir okuma sunuyor. Oyuncak bir yetişkin kadın temsili, kavram olarak biraz sıkıntılı bir duruma işaret ederken form olarak kendi dönemi içinde estetiğin/güzelliğin genel geçer algısını yansıtır. Gerçek olmayan, plastik bir yaşamı temsil eder Barbie. Bu yaşamda her zaman en canlı renkler, en “güzel” giysiler, en “doğru” kişiler vardır. Dolayısıyla bu plastik yapı, kurgusal bir yaşamın temsili olur.
Serginin ikinci bölümü “Kristal Vazo”, Merve Vural’ın 15 dakikalık videosu ile devam ediyor. 19 Ocak’ta izleyicisi ile buluşan bu bölüm, sanatçının 2020 yılında Sakıp Sabancı Müzesi’nde yapmış olduğu performans serisinin bir parçası. Referansını Rubens’in “Aynada Venüs” isimli tablosundan alan videoda sanatçı, kristal bir vazoyu tamir eder ve bizi vazonun kristal olduğuna inandırmaya çalışır. Tam da burada, videonun isminin ve temsilin aslında yeterli olmadığı yerde bağlamın kendisinin kristal bir yapıyı gösterdiğini sezeriz. Kendi boyunda devasa bir vazonun etrafında dans eden sanatçının üzerinde resmi bir üniforma vardır. Bununla birlikte vazonun arkasındaki duvara yansıtılmış olan videoda kristal vazo fabrikalarında çalışan işçileri görürüz. Arkada oynayan videonun bir kısmı vazonun üzerine yansır. Burada kaydın kaydı ve izleyenin izlendiği bir an ile karşılaşırız. Bu, ayna metaforunun ta kendisidir. İzleyiciyi de görsel temsilin önemli bir yerine konumlandırır. Bu durum bir döngü olarak devam eder. Performansını vazonun etrafında dönerek sürdüren sanatçı, kafasındaki sarı peruğu ile Barbie bebeğin bir yansıması, dahası plastik bir kadın figürü olarak gözümüzün içine bakar. Sanatçının buradaki konumu, serginin ilk bölümündeki VideoGirl’ün izleme/kaydetme eylemi ile bağlantı kurar. Venüs’ün ayna referansı ile Barbie’nin izleyici olarak konumlandırılması, bir gözetleme bağlamı oluşturmanın tam aksine yaşamın içindeki akışta aslında yadırgamadığımız bir izlenme hâlini sunar.
“Kristal Vazo”, sanatçının tamir etmekten öte inşa ettiği bir form olarak ortaya çıkar. Kristal üretiminin tamir edilen vazo üzerine yansıması biçimsel yapıyı bağlam olarak vazonun içine taşır. Kırılgan, yansıtıcı ve değerli bir yapı olan kristal, farklı moleküllerin bir araya gelerek oluşturduğu bir formdur, tıpkı anların bir araya geldiği hafıza gibi.
29 Ocak tarihine kadar devam eden sergide bir yanda Polonya’da yaşayan sanatçı Monika, diğer yanda Türkiye’de yaşayan sanatçı Merve… Farklı coğrafyalarda düşünüyor ve üretiyor olmalarına karşın aslında ikisi de birer kadın olarak benzer bakışı işlerine yansıtmış. Bana kalırsa serginin en etkileyici kısmı bu. Evrensel bir dil olarak görüntü, ifadeyi aktarım gücünde dilin bir adım ötesine geçiyor. Gündelik hayatta olduğu gibi bu sergide de görsel hafızamız bize sunulan pek çok referansı alıp kendine yaklaşan bir konuma tarihlendiriyor.
1. Freud, Sigmund. (2012). Sanat ve Sanatçılar Üzerine. (K. Şipal, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.