Çanakkale Bienali, bu yıl yedinci kez yönümüzü tarihi ve kültürel değerleriyle hafızası güçlü kentlerimizden Çanakkale’ye çevirtti. “Takımyıldız / Constellation” başlığıyla bienalde 31 sanatçının özgün eserleri, birbirlerine farklı bağlamlarda eklemlenen üç sergide bir araya getirildi. Bienale dair merak ettiklerimizi küratörleri CABININ’den Deniz Erbaş ve Azra Tüzünoğlu’na sorduk.
Kent olarak bizlere tarihi katmanları arasında gezinme fırsatı veren, farklı uygarlıklara ev sahipliği yapan ve onlardan geriye kalanlarla hem toprağın üzerinde hem de altında olağanüstü bir zenginlik barındıran Çanakkale bu yıl yedinci kez çağdaş sanatın önemli aktörlerinden biri oldu. Seyhan Boztepe’nin direktörlüğünde, CABININ (Çanakkale Bienali İnisiyatifi) ve Azra Tüzünoğlu’nun küratörlüğünde gerçekleşen 7. Çanakkale Bienali, “Takımyıldız / Constellation” başlığıyla Türkiye’den ve dünyadan 31 sanatçının eserlerini sanat izleyicisiyle buluşturdu. Çanakkale’ye ayarladığımız rotamızı kent içinde de MAHAL’de yer alan “Neye Benziyor?”, Korfmann Kütüphanesi’nde “Hasarlı veya Tahrip edilmiş: Kültür”, Kırmızı Konak’ta “Bildiğimiz Dünya / Reklamların Dili” ve Troya Müzesi’nde Agah Uğur Koleksiyonu seçkisi “Hiç İstemeden ama Seve Seve” sergilerini görmek için tekrar planladık.
Çanakkale Bienali, pandemi koşullarında uluslararası ölçekte bir organizasyon düzenleyerek sanat gündeminde önemli bir yer edinmesinin yanı sıra bu yıl bir de Baksı Kültür Sanat Vakfı tarafından ilk kez düzenlenen, Anadolu’nun ortak kimliğine katkıda bulunan üretimlere dikkat çekmek amacıyla verilen Anadolu Ödülleri’nde “Süreli Etkinlikler” kategorisinde de ödül kazandı.
Eylül ayından beri hakkında çokça konuştuğumuz Çanakkale Bienali’nin 15 yıla varan yolculuğunu, Türkiye’nin çağdaş sanat ortamında nerede konumlandığını, Çanakkale açısından bienalin varlığını, bu yılki bienalin ayrıntılarını Çanakkale Bienali Yönetici Küratörü Deniz Erbaş ve küratör Azra Tüzünoğlu ile konuştuk.
CABININ Ekibinden Çanakkale Bienali Yönetici Küratörü Deniz Erbaş ile Söyleşimiz:
Söyleşimize Çanakkale Bienali’nin 15 yıla varan yolculuğundan bahsederek başlayalım isterim. Uluslararası düzeyde bir bienali Çanakkale’de başlatmak ve sürdürmek nasıl bir deneyim? İlk bienalden yedincisine ulaşırken geçirdiği dönüşümler neler oldu, neler değişti yıllar içinde?
Çanakkale kenti güçlü ve köklü bir sivil toplum yapısına sahip. Sivil toplumun oluşturduğu kamusal alanda çağdaş sanata, günümüz kültürüne dair de güçlü bir ilgi vardı ve kentte düzenlenen bir dizi geniş kapsamlı çağdaş sanat sergisinin ve etkinliğinin ardından oluşan birikim ve tecrübeyle 2008 yılında Çanakkale Bienali de başlatılmış oldu. O tarihten bu yana her bienalde iletişim, iş birliği ve paylaşım alanlarının hem yerel, hem ulusal hem de uluslararası ölçeklerde gelişmesi ve çeşitlenmesi yönünde hareket edildi. Uygulanan yöntem ve stratejiler yıllar içerisinde farklılık gösterirken hep Çanakkale’ye özgü kültürel ve yaşamsal dinamiklerle çağdaş sanatın tüm dünyada geçerli olan işleyiş mantığını ve organizasyonel gerekliliklerini bağdaştıran bir bakış açısıyla şekillendi. Bu süreçte Çanakkale Bienali belli başlı yapısal ilkeleri oluşturdu ve kristalleşen bu ilkeleri uygulamaya özen gösterdi. Sanatçı seçimlerinde kolektif süreçler işletilirken Türkiye’de hem coğrafi dağılımın hem de farklı kuşakların temsilinin gözetilmesi, Çanakkale kentinden farklı sanatçıların her bienalde kendini ifade alanı bulabilmesi, sanat programının çocukların, gençlerin, engellilerin ve kadınların aktif katılımını gözeterek kurgulanması, bienal etkinliklerinin kentin tarihsel ve özgün mekânlarına yayılması gibi.
Yıllar içerisinde kurumsallaşma ihtiyacına yönelik olarak 2012 yılında dernek statüsüne kavuşuldu, 2013 yılı sonbaharında açılan MAHAL ile de CABININ’in faaliyet, proje ve çalışmalarını tüm yıla yayabildi, etkileşim ve iletişim için sabit bir mekâna sahip olmuş oldu.
Geçen süre içinde düşünecek olursanız Çanakkale’yi ve Çanakkale Bienali’ni kültür sanat dünyamızda nasıl konumlandırıyorsunuz? Çanakkale’de yaşayanlar ve Türkiye’deki sanat izleyicisi için ne ifade ediyor?
Türkiye hepimizin bildiği gibi sanatın ve genel olarak da her boyutuyla kültür endüstrisinin tek bir noktada, İstanbul’un belli ilçelerinde yoğunlaştığı bir ülke. Örgün, yaygın bir çağdaş kültür politikası ya da altyapısından söz edemiyoruz. Geçtiğimiz süreçte belli kentlerde gerçekleşen bienaller ya da süreli etkinlikler, son dönemde farklı kentlerde açılan yeni müzeler ve kültür kurumları ile bazı belediyelerin kültür politikaları yoluyla İstanbul dışında da ciddi bir dinamizmin oluştuğu söylenebilir. Çanakkale Bienali, Türkiye sanat ortamına eklemlenen ve bu ortamı zenginleştiren, çeşitlendiren bir etkinlik olarak, Çanakkale’yi uluslararası ölçekte anlam taşıyan özgün bir kültür kenti olarak konumlandırmak için de çaba gösterdi. Türkiye’deki sanat izleyici için de farklılıklarıyla yeni bir seçenek sundu.
Çanakkale tarihsel katmanları, doğası, jeopolitik konumu ile çok güçlü bir potansiyele sahip ve bienal de kentin bu değerlerini çağdaş sanatın gündemine taşımayı amaçlıyor fakat bunu yaparken yereli egzotize etmemeye, hem kent ölçeğinde hem de sanat ortamı bağlamında hiyerarşileri yeniden üretmemeye özen gösteriyor. Böylece sanatçılar, sanat uzmanları için özgün bir bağlam açmaya çalışıyor.
Büyük kentlerden görece uzakta bir şehirde bienal düzenlemenin ne gibi zorlukları ya da kolaylıkları var? Hatırı sayılır bir süredir devam eden Çanakkale Bienali’nin bu anlamda sizin açınızdan kazanımları neler oldu?
Merkeze uzaklık günümüzde artık çok de geçerli bir kriter değil. Çanakkale kenti nispeten küçük dolayısıyla kent ölçeğinde hareket etmek, üretmek de o oranda elverişli hâle geliyor diyebiliriz. Buna ek olarak insan potansiyeli açısından da ciddi bir avantaja sahip.
Bienal yıllar içerisinde oluşturduğu programlarla, Çanakkale’de kadınları, çocukları, gençleri ve farklı engelli grupları çağdaş sanat ile etkin şekilde iletişim ve etkileşime sokmaya yönelik araştırmalar, deneyimler, projeler yaptı ve kamusal programlar geliştirmede ciddi bir deneyim ve birikim oluştu. Bununla paralel olarak CABININ-Çanakkale Bienali İnisiyatifi ulusal ve uluslararası ölçekte iş birliği ve iletişi ağını artan bir ivmeyle genişletti ve çeşitlendirdi ve geldiğimiz noktada bienalin hayata geçmesinde bu iletişim ve iş birliği ağı önemli bir altyapı oluşturuyor. Bu ağ bienal dışında da Çanakkale kenti odaklı birçok projenin de hayata geçmesini sağlıyor.
Diğer taraftan, müze ya da galeri anlamında ciddi altyapı eksiklikleri olan Çanakkale’de bienal yıllar içerisinde birçok atıl mekânı sergilerle gündeme getirdi ve geldiğimiz noktada çoğu da kültür mirası yapıları olan bu mekânlar restore edilerek kentin kültür hayatına eklendi: Örneğin Er Hamamı bugün Seramik Müzesi, atıl durumdaki Tütün Deposu yenilendi ve Korfmann Kütüphanesi oldu, Mahal ve çevresindeki eski depolar kültürel işlevlerle yenileniyor. Böylece kentin kültürel dokusuna kalıcı etkileri oldu.
Son olarak yıllar içerisinde bienal kapsamında Çanakkale bağlamına davet edilen sanatçıların yeni ve özgün üretimleri de farklı kentlerde ve ülkelerde yolculuklarına devam ettiler, böylece Çanakkale Bienali çıkışlı birçok yeni eser üretilmiş oldu. Bu eserler bugüne ciddi bir çağdaş sanat koleksiyonu kimliğine de sahip.
Birçok kültür sanat etkinliği iptal ediliyor ya da erteleniyorken Çanakkale Bienali’nin yapılıyor olması heyecan vericiydi. Bugünün pandemi şartları altında nasıl bir çalışma sürdürdünüz? 7. Çanakkale Bienali hazırlıkları nasıl geçti? Bu hazırlık sürecinde nelerden vazgeçip, vazgeçtiklerinizin yerine neler koydunuz?
CABININ’in her zaman ve şartta etkinliklerini sürdürme konusunda koşulsuz bir motivasyonu var. Ancak bizim dışımızda gelişen şartlara göre, imkansızlıklar noktasında herhangi bir kararı da hızlı bir şekilde alıp hayata geçirebiliyoruz. Bu bağlamda organizasyon yapımız oldukça tecrübeli. Şartlara hızlı şekilde uyum gösterme, seçenekleri değerlendirme, değişim ve dönüşüm için stratejiler oluşturma noktasında hızla kararlar alıp uygulayabiliyoruz.
Bienal hazırlıklarımız sürerken, mart ayında pandemi önlemleri başladı ve birkaç ay boyunca her türlü olasılık, alternatif ve strateji üzerine yoğun şekilde düşündük ve kararlar aldık. Bu noktada ertelemek yerine, ekibimizi, sanat eserlerini ve bienal mekânlarını pandemi koşullarını gözeterek kurgulayıp, sağlık konusunda da risk almadan tüm belirsizliklere rağmen haziran ayı itibariyle açılan hareket alanından faydalanmayı tercih ettik. Bu tercihi yaparken temel motivasyonumuz ise bu belirsiz ve herkesin içine kapandığı ortamda, hem sanatçılar için bir düşünce, üretim, sergileme bağlamı açmak, hem bienalin kentte harekete geçirdiği farklı sektör, meslek ve uzmanlıkları tekrar harekete geçirmek hem de sanatseverlere sınırlı da olsa sanata erişim imkânı sunmaktı. Bunu yaparken organizasyon ve ekibimizi olabildiğince minimumda tutabildik, Çanakkale kent ölçeğinde etkileşim ve sosyal temastan doğabilecek riskleri minimize edebildik, sergileri de rezervasyon yoluyla ziyarete açtık. Süreç devam ederken de çok seçenekli bir planlamamız vardı elimizde.
Farklı disiplinlerin birbiriyle temas içinde kurgulandığı 7. Çanakkale Bienali’nin başlığı “Takımyıldız / Constellation”. Başlığın sebebini ve bienaldeki karşılığını anlatabilir misiniz?
Çanakkale Bienali’nin en öne çıkan vasfı kolektif çalışmaya öncelik vermesi. İnisiyatif yapısı itibariyle çok farklı alanlardan bireylerin, uzmanlıkların bir aradalığıyla yürüyor. Bu süreçte çağdaş sanat alanında çeşitli ilişkiler de geliştirdi ve uluslararası bir iletişim ve iş birliği ağı oluştu. 7. Çanakkale Bienali bu farklılıkları, iş birliklerini ve iletişimleri görünür kıldığımız, bu anlamda bizzat kendi yapıp-etme şekline gönderme yapan bir bienal oldu.
Takımyıldız, insanın evreni anlama, anlamlandırma çabasına dair çok güçlü bir metafor, aynı zamanda gündelik dilde birbiriyle ilişkili ya da benzer insanlar ya da şeylerin oluşturduğu grup anlamını da yüklenmiş bir kavram. Bu anlamıyla CABININ’in 7. Çanakkale Bienali için oluşturduğu bu kurguya işaret ediyor. Günümüz sanatına dair benzer bakış açılarına, heyecanlara sahip insanların iş birliğiyle şekillenen üç ana sergi birbirinden ayrı kavramsal çerçevelere, özgül kurgulara ve alanlara sahip; bir arada görüldüğünde ise günümüz sanatına dair ilginç bir kümelenme oluşturuyor.
Her biri farklı bir sesi temsil eden eserler ve oluşturulan sergilerle bu başlık arasında nasıl bir tema birliği sağlandı?
Her sanatçı ve eseri özünde farklı bir sese sahiptir. 7. Çanakkale Bienali üç ayrı tema etrafında oluşturulmuş üç ayrı serginin birlikteliğinden oluşuyor diyebiliriz. Toplam 31 sanatçının eserleri, özgün söylemleriyle üç farklı tema altında, farklı sergi mekânlarında ve farklı kurgularla sergileniyor. Her serginin kendine özgü bir alanının, her eserin kendi sesinin olduğu bir yapı kurmayı önemsedik. Tema birliğinden çok tema çeşitliliğini, bu çeşitliliğin ise günümüz sanatındaki çeşitliliği yansıtmasını hedefledik.
Bu yıl bienalde 31 uluslararası sanatçıyı ağırlıyorsunuz. Seçimlerinizi yaparken neleri öncelediniz ya da nasıl bir seçim gerçekleşti?
Sanatçı seçiminde hem yukarıda tarif ettiğimiz kolektif süreç hem de Çanakkale Bienali’nin bugüne kadar netleşerek gelen kriterleri geçerliydi. CABININ bu bienalde de kuralı bozmadı ve Çanakkale’de yaşayan ve çalışan sanatçıları, bunun yanı sıra iletişim ve iş birliği hâlinde olduğu sanatçıları içeren bir seçki oluşturdu. Azra Tüzünoğlu ise, üç alt başlığa açılan kapsayıcı bir kurguyla, oldukça ilginç bir sanat içeriğini Çanakkale’ye taşıdı. Agah Uğur Koleksiyonu’nu sergileme fikri oluştuğunda, bu koleksiyonu çok yakından tanıyan Azra Tüzünoğlu’nun Troya Müzesi için bir koleksiyon seçkisi oluşturması ise organik bir süreçti.
Bienal küratörü olarak CABININ (Çanakkale Bienali İnisiyatifi)’e bu yıl Azra Tüzünoğlu eşlik ediyor. Tüzünoğlu ile yollarınız nasıl kesişti? Bu birlikteliği bienal açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Azra Tüzünoğlu ile uzun yıllara yayılan bir tanışıklığımız ve iş birliğimiz söz konusu. 4. Çanakkale Bienali’nden bu yana artan bir ivmeyle diyalog ve iş birliğimiz devam etmekte. Hem CABININ’in çalışma mantığını ve ilkelerini, hem de Çanakkale kentini çok doğru bir noktadan kavramış ve kendi birikim ve vizyonunu verimli bir şekilde inisiyatife açmış bir sanat profesyoneli. Bu sayede kendisiyle oldukça verimli ve Çanakkale Bienali’ni de güçlendiren bir iş birliğini somutlaştırmış olduk.
Bienalde üç farklı başlıktaki sergi ile Çanakkale’nin farklı noktalarında farklı deneyimler sunuyorsunuz. Mahal Sanat, Korfmann Kütüphanesi, Kırmızı Konak ve Troya Müzesi. Bienal için mekân seçimlerinizi nasıl ve neye göre yaptınız? Nasıl bir kurgu oluşturuldu seçki ve kurulum sırasında?
Çanakkale Bienali, kentte sabit bir altyapı olmadığından sergi mekânlarını her seferinde yeniden kurgulamak, düşünmek ya da dönüştürmek durumunda. Bunu yaparken kentin tarihsel ve kültürel katmanlarına dair anlam ifade eden mekânlar olmasına öncelik veriyor. Çanakkale Merkez’de bienal sergilerine ev sahipliği yapan üç mekân da tarihi yapılar, bu yönleriyle kentin kültürel derinliğiyle ilişki hâlindeler. Troya Müzesi ise, mimari olarak çok yeni bir yapı olmasına rağmen bölgenin arkeolojik katmanlarını temsil eden bir müze ve dolayısıyla bizi coğrafi ve tarihsel olarak daha da derinlere götürüyor. Böylece geçmiş referanslı mekânlar, bugünle ve gelecek kurgularıyla yüklü çağdaş sanat işlerine ev sahipliği yapıyor. Bu karşılaşma ve kesişme hâli, özellikle Troya Müzesi’nin arkeoloji koleksiyonu ile yan yana sergilenen ve 2000 sonrası sanatına dair özgün bir içeriği yansıtan Agah Uğur Koleksiyonuyla kendini en berrak şekilde gösteriyor.
Fiziksel olarak 17 Ekim tarihine kadar randevu sistemi ile devam eden ziyaretler sonra 20 Ekim itibariyle bir ay süreyle çevrim içi olarak devam etti. Ancak bienalin altı aylık bir sürece yayılacağını da belirtiyorsunuz. Bizi önümüzdeki süreçte neler bekliyor?
7. Çanakkale Bienali kurulduktan ve ziyarete açıldıktan hemen sonra, tüm mekânlardaki sergilerin dijital ikizleri hazırlandı. En başta bunu yapma nedenimiz, pandemi koşullarında olası önlemlerin yol açabileceği ziyaret kısıtlamalarıydı. Bu olduğu anda çevrim içi sergilemeye geçebilecek şekilde kendimizi hazırladık. Tüm sergiler, farklı görsel eklentilerin de işlere eşlik ettiği bir kurguda çevrim içi ziyaret hatta 3D görüntüleme için dijitale aktarıldı.
Bu sergilerin ardından sizin de değindiğiniz gibi 7.Çanakkale Bienali için altı aylık bir zaman dilimi belirledik. Bu zaman zarfında CABININ’in farklı ilişki ve iş birliklerinin gündeme getirileceği, dolayısıyla farklı takımyıldızlarının oluşacağı bir etkinlikler serisi öngörüyoruz. Örneğin İzmir’den K2 Derneği ile iki yıldır bir proje yürütmekteyiz, bu projenin çıktılarını bir şekilde Çanakkale’de tanıtmak istiyoruz. Yine K2 iş birliğinde ve Kültür için Alan desteğiyle bu iki kentteki süreli çağdaş sanat etkinlikleri olan Port İzmir ile Çanakkale Bienali’nin hafızasına ve kentte yarattıkları etkilere ve izlere odaklanan bir seri etkinliğimiz olacak. Aralık ayına geldiğimizde ise SAHA Derneği’nin desteğiyle tamamı Çanakkale’de yaşayan ve çalışan sanatçılardan oluşan Troya Kazıları Sanat Ekibi’nin üretimlerini kamuoyuyla paylaşacağız. Bunlara ek olarak, yine pandemi koşullarının elverdiği oranda film gösterimleri, atölyeler ve bunların çevrim içi mecralara aktarılabilecek alternatifleri üzerinde çalışıyoruz.
Bienalin Küratörlerinden Azra Tüzünoğlu ile Söyleşimiz:
Bu yıl Çanakkale Bienali’nin küratörleri arasında yer alıyorsunuz. Çanakkale Bienali’nde yer almak nasıl bir deneyimdi sizin için?
Uzun zamandır tanıdığım ve yaptıklarını takip ettiğim bir ekiple, CABININ ile birlikte bu yılki Çanakkale Bienali’nin küratörlüğünü yapmak zorlu ancak mutluluk verici bir deneyimdi. Çanakkale gibi bildiğim ancak içinde yaşamadığım bir kentte, üstelik pandemi döneminde kente yayılan bir sergi yapmak, pek çok zorluğu içinde barındırıyordu. Bienali küçülterek, süresini kısaltarak, daha kolay taşınabilir ve gösterilebilir eserlere yönelerek, lokal üreticilerle ortaklıklar geliştirip, işleri yerelde üreterek bu zorlukları aşmaya çalıştık. Kısıtlı bir bütçeye rağmen, sanatçıların yeni eser üretmeleri yönünde destek olmaya çalıştık, her birine bütçeler sunabildik. Örneğin Aslı Altay’ın “Sus-Pus/Süs-Püs” isimli çalışması, lokal atölyelerle ortaklık içinde üretildi. Çanakkale’ye de ismini veren çanak-çömlek yapımıyla ilişkili olarak Altay, seramik karolardan bir duvar yazısı üretti. Bu anlamda tarihsel bağlam içinde anlamlı, lokal üreticilerle ortaklıkla bir eser üretilebilmiş oldu.
Siz, Çanakkale Bienali’ni kültür sanat dünyamızda nasıl konumlandırıyorsunuz?
Çanakkale Bienali, dünyanın büyük bienalleri arasında yer alan İstanbul Bienali gibi iddialı bir bienal değil. Ancak Çanakkale’nin hem lokal üreticiler hem lokal sanat izleyicileri ile daha ilişkili olmak gibi farklı iddiaları var. Boyut olarak küçük olmakla birlikte kente angaje bir bienalden bahsediyoruz. Bu anlamda izleyicileri tarafından sahiplenilmiş, takip ve merak edilen bir etkinlik. Geçtiğimiz bienal, 40 bin kişi tarafından gezilmiş. Kentlilerle etkileşim içinde sürdürülen atölyeler, bienalin geniş gruplar tarafından tanınmasını/bilinmesini ve dahil olunmasını sağlıyor. Kentin görece küçük oluşu, eser üretimini kolaylaştıran bir etken olarak ortaya çıkıyor. Bu anlamda Çanakkale Bienali’ni kent ve kentlilerle kurduğu ilişki açısından ve bu iletişimlerin tanıdığı potansiyel açısından ilginç ve önemli buluyorum.
Bu yıl bienalin başlığı “Takım Yıldızı”. Bienalde küratörlüğünü üstlendiğiniz dört bölümden oluşan “HASARLI VEYA TAHRİP EDİLMİŞ: KÜLTÜR” ile Agah Uğur Koleksiyonu sergisi “HİÇ İSTEMEDEN AMA SEVE SEVE” adlı sergilerini bu başlık altında nasıl kurguladınız? Davet edilen sanatçılara ve eser seçimine nasıl karar verdiniz?
İzlemek istediğim sergiler kurguladım aslında. Çanakkale bağlamında olduğu kadar Türkiye ve pek çok Batı-dışı ülkedeki sorunlardan biri olan kültür varlıklarının çalınması/tahribatı meselesi, serginin çıkış noktalarından biriydi. Düşünün ki, Berlin’de adı “Bergama Müzesi” olan bir yer var ve bu normalmiş gibi karşılanıyor. Şimdilik - Troya’nın çalınmış hazineleri var ve müzedeki yerleri dijital olarak doldurulmuş. Bu anlamda bana yakıcı bir konu gibi görünen bu meseleden yola çıktım. Sonrasında eserlerin dolaşımı, yok edilmesi, yeniden tahsisi meselelerine bakan eserleri çağırdım. Sergiyi kurgularken, önce bir teori/konsept geliştirip, o konuya ilişkin tüm eserleri yan yana getirmek gibi bir teknikle hareket etmedim. Daha ziyade, eserlerin kendilerinden yola çıktım. Zira bence sanat yapıtları teorik metinlere sığmıyor, taşıyor ve çoklukla onları bozuyor. Ben sosyoloji okudum ve büyük teorilerin toplumu ve insanı anlamakta işe yaradığı bilgisine yaslanan bir eğitim aldım. Ancak bence sanat, sosyologların teorilerinin içine hapsedilemeyecek “farklılıklar” barındırıyor. Bu anlamda, o farkları önemseyerek, anlayarak hareket etmek, size yeni yollar açıyor. Sanat yapıtları, anladıklarınız kadar anlamadıklarınızı da barındırır ve buna açık olmak gerekir. Muğlak alanlar yaratarak, zemini yeniden ve yeniden tariflerler. Verili ve belirlenmiş kuralların ötesinde bir devinim hâlindedirler. Bu anlamda sanat, bir mücadele alanıdır: şu anı olduğu kadar, geçmişi ve geleceği de tarif etmeye, sorular sorarak değiştirmeye yönelik bir soru işaretidir. Benim yaptığım/yapmaya çalıştığım, bu işlerin taşıdığı dönüştürücü potansiyellerin ortaklığına vurgu yaparak, anlamlı bir örüntünün izini sürmek olabilir ancak.
Sergiler özeline inelim isterim öncelikle birkaç farklı mekânda varlık gösteren “HASARLI VEYA TAHRİP EDİLMİŞ: KÜLTÜR”. Bu sergiyi ve neleri temsil ettiğini nasıl tanımlarsınız? Bir bütün hâline getirirken nasıl bir kurgudan geçti?
İnsan bedeninin geçiciliği ile kültürel varlıkların kalıcılığı -ve aslında tam tersine odaklanan serginin ilk bolümü, “tehdit altındaki kültür”e vurgu yapıyor. Görünmez kılınmış̧ tehditler görünür hâle geliyor: sömürgeciliğin görünmez kıldığı eser hırsızlığı, patriyarkanın görünmez kıldığı kadın emeği, sanat tarihini yazanların görünmez kıldığı periferideki sanat... Kendi ve/ya başkalarının bedenleri üzerinden anlatılan bu hikâyeler, performatif jestlerle hayat buluyor. Sanatçılar dertlerini taşlara değil, bedenlere nakşediyor. Tüm bu eserlerde bir “taşınma” ve “yeniden tahsis” meselesi göze çarpıyor. “Hasarlı veya tahrip edilmiş kültür” ismini taşıyan bu bölüm, Taus Makhecheva, Cristina Lucas, Alexandra Pirici’nin eserlerinden oluşuyor. İdeoloji, din veya siyasi iktidarların karşısında şekil verilmeye çalışılan “bedenler ve sanatlar” kendi varlıklarını tehdit altında sürdürmenin mücadelesini vermekteler. Ancak tarih, heykeli dikilen sömürgecilerin olduğu kadar, onu yıkan halkların da tarihi ve tüm bu eserler, görünmez kılınan şiddeti ve tehditleri görünür kılmanın mücadelesini vermekte.
Serginin ikinci bölümü, “Bildiğimiz Dünya”, bildiğimiz dünyanın sonunu işaret etmekte. Benjamin’in Pasajlar kitabında bahsettiği Klee’nin Angelus Novus’u gibi, yüzünü geçmişe çeviren tarih meleği, güçlü fırtınanın etkisiyle kanatlarını kapayamaz. Fırtına, onu sırtını çevirdiği geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Dünyanın her köşesinde esen bu şiddetli fırtınanın içinde, çocuksu bir merakla izlediğimiz “bugünümüz”, çoktan enformasyon çöplüğüne dönüşen, adaletsizliğin hüküm sürdüğü, çevre felaketlerinin yaşandığı bir dünyayı işaret ediyor. Birbirimize mesafelendiğimiz bu tuhaf zamanlarda sanat, hayal etmenin, sorular sormanın, gündelik koşturmaca içinde kaçırılan anları yakalamanın bir yolu oluyor. Sanat, sadece pembe hayallerin değil, kıyamet sonrası dünyanın nasıl göründüğünün de yeri. Cao Fei, Pınar Yoldaş ve Agnieszka Polska’nın gelecek tasavvurları karanlık, şiddet yüklü, gerçek olamayacak kadar tuhaf. Agnes Varda’nın yaklaşımı ise, tüm bu çığrından çıkmış dünyayı “toparlıyor” ve serginin “atıklar içinden” umut veren, yol gösteren ışığı oluyor.
Serginin üçüncü bölümü, “Reklamların dili”, görünen şeyin hiçbir zaman söylenen içinde hapsolmadığını vurguluyor ve reklam dilini çalan/dönüştüren sanatçıların çalışmalarına odaklanıyor. Nora Turato, Aslı Altay, Cristina Lucas, Sanja Ivekovic ve Anahita Razmi’nin çalışmalarından oluşan bölüm, sitüasyonistlerin “détournement” kavramını çağrıştıran bir stratejiyle, reklam/ambalaj/marka dilini yepyeni bir içerikle dolduruyor. Anlamın dile getiriliş biçimine odaklanan sanatçılar, kadın dergilerinden, sigara paketlerine, marka logolarından, reklam sloganlarına pek çok alanda yaşamı kuşatan bu ticari dili, bir araştırma alanı olarak görmekte ve yapı-bozumuna uğratmaktalar. Dilin içinde gizlenen veya apaçık görünen düşünce, temsil, imaj ve temaları tanımlamaktan ziyade; dili bozarak, egemen-söylemi tersine çevirmekteler. Görsel, edebi ve/ya mekânsal deneyimler yoluyla anlatılar ve tartışmalar oluşturmaktalar.
Bienalde Agah Uğur Koleksiyonu seçkisi “Hiç İstemeden Ama Seve Seve”nin Troya Müzesi’nde yer almasının oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Düşündüğümüzde müzeler ve koleksiyonerler aynı eylemi farklı boyutlarda gerçekleştiriyorlar. Eseri alıp, muhafaza ediyorlar ve gelecek nesillere aktarıyorlar. Bienal’de de Çanakkale’nin kadim tarihini, Troya’yı gözler önüne seren şahane bir müze içerisinde, çağdaş sanatın temsilcilerini bir araya getiren Agah Uğur Koleksiyonu’nu sergilemek etkileyici bir seçim. Mekân olarak Troya Müzesi seçiminizi, bienalde bir koleksiyona yer verme fikrinin nasıl oluştuğunu ve bu seçkinin bienaldeki yerini sizin açınızdan merak ediyorum.
İki yıl önce açılan Troya Müzesi hem mimarisi, hem içindeki eserler hem de yönetim şekli ile olağanüstü güzellikte bir müze. Umuyorum Anadolu’da benzerleri çoğalır bu türden müzelerin. Tüm bu antik eserleri barındıran müzenin içinde Agah Uğur Koleksiyonu’ndaki çağdaş yapıtların sergilenmesi heyecan verici bir karşılaşma alanı yaratıyor. Füsun Onur, Hale Tenger, Gülsün Karamustafa gibi sanatçıların kilometre taşı eserlerinin yanı sıra, uluslararası video sanatının en cesur örneklerini bir kurum titizliği ve büyük bir heyecanla toplayan Uğur’un, tüm bu eserlerinin yeri böyle bir müze olabilirdi.
Müzede geçirdiğim süre boyunca, sanat eserine sanat eseri vasfı veren şeyin ne olduğunu düşündüm. Topraktan her çıkan sanat eseri midir ve müzede ne sergilenmelidir? Bu anlamda Uğur’un koleksiyonundaki eserleri de geleceğin arkeolojisi için bir erken kazı gibi düşünebilir miyiz? Pompei’deki gibi bir volkanik patlamada her şey donup kalsa ve yıllar/yüzyıllar sonra bu eserler yan yana keşfedilse, gelecekteki insanlar toplumumuz, ekonomimiz, inançlarımız, duygularımız hakkında neler düşünürlerdi. Bu birliktelik iyi bir egzersiz sanatı/sanatları, geçerliliklerini, kalıcılık ve uçuculuklarını düşünmek için..
Bienal izleyicisine nasıl bir yol çizersiniz?
Bir sergi içinde her izleyici kendi yolunu bulur ya da bulamaz. Bizim yaptığımız ancak Hansel&Gretel’deki küçük çakıl taşları serpiştirmek. İzleyiciler, o işaretlerden yola çıkarak kendi hikâyelerini yazmakta özgürler/öyle olmalılar. Böylelikle hikâyeler çoğalacaktır.