16 TEMMUZ, PERŞEMBE, 2015

Kısa Viyana Macerasından Arda Kalanlar: Lee Miller, Rinko Kawauchi ve Ren Hang

Berlin ve Paris’ten (*) sonra, bu kez Avrupa’nın bir diğer sanat merkezi Viyana’da, yazın en uzun günleri sırasında şehri anlamaya ve şehrin barındırdığı sanat hazinelerini koşar adım görmeye çalışırken karşılaşılan üç sergi ve üç sanatçı üzerine...

Kısa Viyana Macerasından Arda Kalanlar:
Lee Miller, Rinko Kawauchi ve Ren Hang

Müze şehir Viyana’da dört gün geçirmek, kendinize vereceğiniz en büyük ödüllerden biri de olabilir en büyük cezalardan da. Gustav Klimt ya da Egon Schiele gibi sanat tarihinin en meşhur Avusturyalılarının eserlerini dünya gözüyle görme sevinci bir yanda, içi seni dışı beni yakan saray-müzelerdeki koleksiyonların onda birini bile görememenin hayal kırıklığı diğer yanda. Bırakın turistik atraksiyonları, sadece Museumsquartier’deki müzeleri hakkıyla dolaşmak için bile minimum bir haftaya ihtiyacınız olduğunu hesaba katarsak, dört günde Viyana’nın altı üstüne ne kadar getirilebilir ki? Üstüne üstlük, şehirde bulunduğunuz tarihlerde I. Viyana Bienali ve III. Viyana Fotoğraf Kitabı Festivali de vuku bulmaktaysa… İşte geçtiğimiz Haziran ortasına tarihlenen kısa bir Viyana macerasında, kariyerlerini özetleyen sergileriyle karşıma çıkan, fotoğraf tarihinin farklı dönemlerinden çok farklı fotografik yaklaşımlara sahip üç isme dair izlenimler...

Farklı Janrların Fotoğrafçısı: Lee Miller

Dünyanın en büyük ve en önemli baskı (1) koleksiyonlarından birini bünyesinde barındıran Albertina, Viyana’nın tam da göbeğinde konuşlanan bir müze. On yedinci yüzyılın ikinci yarısında idari bir hizmet ofisi olarak inşa edilen ama zaman içerisinde ikametgâh ve saraya evrilen Albertina, 8 Mayıs’ta, 450 metrekarelik yeni fotoğraf galerilerini, sadece on altı yıla sıkışan bir üretimi bulunmasına rağmen yirminci yüzyılın en ilgi çekici sanatçılarından biri olan Lee Miller retrospektifiyle açtı. Sürrealist fotoğraftan seyahat fotoğrafına, portre fotoğrafından savaş fotoğrafına birbirinden çok farklı janrları deneyimleyen Miller’ın pek çoğu kendisi tarafından basılmış yaklaşık yüz fotoğrafından oluşan sergi, müzenin fotoğraf koleksiyonu direktörü Walter Moser tarafından derlenmiş ve kronolojik bir sırayla Miller’in kariyerini sade ama etkileyici bir sunumla özetler nitelikte.

Miller’ın sanat kariyeri, Man Ray’den fotoğraf tekniği eğitimi almak üzere 1929 yılında yirmi iki yaşındayken Paris’e gitmesiyle başlıyor. Zamanla özel bir ilişkiye evrilen bu üç yıllık birliktelik boyunca Ray ve Miller birbirlerinden etkilendikleri ve birbirlerine ilham verdikleri işler de üretiyor. Hatta bu döneme dair sergide de yer alan -Paris’e gelmeden önce New York’ta modellik de yapan Miller’ın poz verdiği- Man Ray imzalı bazı nü fotoğrafların bu etkileşimin izlerini taşıdığı, Miller’in sadece model olarak kalmayıp bu fotoğrafların aynı zamanda eş-yaratıcısı olarak da nitelendirilebileceği söyleniyor. Man Ray sayesinde sürrealist sanat çevrelerine giren ve sürrealistlerin uyguladığı -vücudun deformasyonu ve parçalara bölünmesi, detaylara odaklanma gibi- pek çok yabancılaştırıcı ve -solarizasyon gibi- deneysel tekniği fotoğraflarında kullanan Miller, hemen ertesi yıl kendi ticari stüdyosunu kuruyor ve 1932’de Man Ray’den ayrılıp New York’a gittiğinde de stüdyosunu devam ettiriyor. İki yıllık Amerika macerasından sonra iş adamı olan eşiyle beraber Mısır’a yerleşiyor ve kendine Kahire merkezli yeni bir hayat kuruyor. Çölün derinliklerine yaptığı sık seyahatlar boyunca manzaraları ve mimarî yapıları tam da ne oldukları anlaşılmayan bir üslûpla fotoğraflayan Miller’ın bu seyahat fotoğraflarında, sürrealist döneminin izleri halen hissediliyor.

1930’ların sonunda İngiltere’ye dönen Miller, 1940’dan itibaren moda fotoğrafçısı olarak girdiği Vogue dergisinin İngiltere baskısı için İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımı fotoğraflamaya başlıyor. Hatta 1942’de, ABD için Avrupa’da fotoğraf çeken 5 kadın savaş fotoğrafçısından biri olarak akredite ediliyor ve savaşın sonuna dek ABD kuvvetleriyle birlikte Avrupa’nın çeşitli noktalarında ön cephede fotoğraf çekiyor. Zamanla fotoröportajlarına eşlik eden metinleri de yazmaya başlayan Miller, Normandiya çıkarmasını ve Paris’in kurtuluşunu da fotoğrafladıktan sonra Almanya’ya geçiyor ve Leipzig Belediye Başkan Yardımcısı ve ailesinin intiharını belgeleyen o meşhur fotoğraflarını ve Buchenwald ile Dachau toplama kamplarındaki vahşeti dolaysız bir şekilde gösteren şok edici fotoğraflarını çekiyor. Hitler’in intihar ettiği 30 Nisan 1945 günü ise Hitler’in Münih’teki dairesinde Life fotoğrafçısı David Scherman ile birlikte Hitler’in küvetinde birbirlerine poz verdikleri ve bir anlamda artık gücün el değiştirdiğini simgeleyen o ünlü kareleri çekiyorlar. Savaşın sona ermesinin ardından Viyana’ya geçen ve elli üç hava saldırısıyla harap edilen şehri ve şehri paylaşan işgal güçlerini fotoğraflayan Miller, Avusturya’nın faşizmle kurduğu sıkı bağdan rahatsızlık duyduğundan ve bu ülkenin Ulusal Sosyalizm’in ilk kurbanı olduğu mitini reddettiğinden ötürü, Viyana’nın sakinlerinden ziyade şehir hastanelerindeki -savaşın en masum kurbanları olarak nitelendirdiği- hasta çocukları fotoğraflamayı yeğliyor. Albertina’daki sergi, bugüne dek çok fazla yayımlanmayan ve sergilenmeyen bu fotoğrafları -Viyana’da çekilmiş olmaları nedeniyle de- özellikle ön plana çıkarıyor. Viyana’nın ardından İngiltere’ye dönen Miller, tüm bu savaş süreci boyunca yaşadıklarının neden olduğu ve hayatının sonuna dek devam eden ciddi depresyon nedeniyle fotoğraf çekmeyi neredeyse tamamen bırakıyor. 1947’de neredeyse on yıldır beraber olduğu sanatçı Roland Penrose ile evlenen, 1950’ler ve 60’larda dönemin ünlü isimleri için adeta sanatsal bir Kabe’ye dönen East Sussex’teki evlerinde kendini mutfağa veren ve gurme bir aşçıya dönüşen, çok nadir olsa da Vogue dergisi ve eşinin yazdığı Picasso ve Antoni Tàpies biyografileri için fotoğraf çeken Miller, 1977’de kanserden öldüğünde tek kişisel sergisini 1933 yılında açmış ve hayatı boyunca işlerini daha geniş çevrelerle buluşturmaya öncelik vermemiş olan bir fotoğrafçıydı.

Ölümünün ardından 1980’lerin başında oğlu tarafından kurulan Lee Miller Archive’ın (2) çabalarıyla bir anlamda tekrar keşfedilen Miller, Albertina’daki gibi sanat kariyerini özetleyen kapsamlı sergilerle ya da Sürrealizm gibi belli dönemlerine, savaş gibi uzun süre çalıştığı konulara veya Picasso gibi çok fotoğrafladığı kişilere odaklanan spesifik sergilerle fotoğraf tarihindeki hak ettiği yeri geç de olsa sağlamlaştırmaya devam ediyor. Albertina’daki sergi, 16 Ağustos’a kadar görülebilir.


Lee Miller sergisinden genel görünüm

Rinko Kawauchi ve Modern Yaşamın Evrensel Ruh Halleri

Çağdaş Japon fotoğrafının en etkileyici isimlerinden Rinko Kawauchi’nin Avrupa’daki ilk kariyer-ortası retrospektifi, Avusturya’nın en avangard sanatçılarından Friedensreich Hundertwasser’in en geniş koleksiyonunu da bünyesinde barındıran (ve bu nedenle Museum Hundertwasser olarak da anılan) Kunst Haus Wien’de sergileniyordu. Hundertwasser, eserlerinde ekolojik meseleleri aşağı yukarı Joseph Beuys ile aynı dönemlerde ele alan ‘aktivist’ bir sanatçı. 1950’lerde ‘bitkisel’ resimleriyle dikkat çeken, daha sonraki yıllarda ise çevre dostu mimarî tasarımlarıyla adından söz ettiren Hundertwasser’in tüm önemli resimleri, grafik çalışmaları, mimarî tasarımlarının maketleri ve ekolojiye adanmış vizyonuna dair belgelerinden oluşan daimi sergi, eski bir mobilya fabrikasından bizzat Hundertwasser tarafından müzeye dönüştürülen binanın ilk iki katına yayılıyor.

Gelelim ‘Illuminance’ başlıklı sergisi 20 Mart-5 Temmuz tarihleri arasında müzenin diğer iki katında izlenime sunulan Rinko Kawauchi’ye... 1972 doğumlu Kawauchi, 2001’de peş peşe yayımladığı üç kitapla -‘Utatane’, ‘Hanabi’ ve ‘Hanako’- bir anda uluslararası fotoğraf çevrelerinin ilgisini üzerine çekmeyi başardı ve çağdaş fotoğrafın en yaratıcı sanatçılarından biri olarak anılmaya başladı. İngiliz fotoğraf eleştirmeni, küratörü ve fotoğrafçı Garry Badger, Kawauchi’yi şu sözlerle tanımlıyor: “Tam da her şeyin olabilecek tüm şekillerde fotoğraflandığını düşündüğünüz bir anda, medyumu yeniden tanımlayacak kadar orijinal işler üreten bir fotoğrafçı çıkagelir. İşte Rinko Kawauchi de, tarif edilmesi ya da sınıflandırılması güç olacak derecede taze ve nadir, basit, şiirsel fotoğraflar yapan böyle bir fotoğrafçıdır. Fotoğrafları gündelik şeyleri belgeler ama belgesel olarak nitelendirilmeleri güçtür. Genellikle açık tonlarda olmalarına rağmen karanlık bir ruh hali barındırırlar. Neredeyse evham vericidirler fakat modern yaşamın psikolojik haletiruhiyesine dair nüveleri yakaladıkları söylenebilir.” (3)

Badger’in sözlerinden sonra Kawauchi’nin fotoğraflarını anlatmaya çalışmak güç olsa da şansımızı deneyelim… Aynı anda hem tanıdık hem de evrensel olmayı başarabilen görsel diliyle Kawauchi, aslında basit ve sıradan anları görselleştirmeyi yeğleyen bir fotoğrafçı. Gündelik hayatta etrafında olup bitenler arasından çekip çıkardığı küçük jestleri ve tesadüfî detayları, incelikli bir renk kullanımı ve mükemmel bir kompozisyon anlaşıyla -adeta birer rüya sahnesiymiş gibi- fotoğraflayarak bu basit anları cezbettirici bir hale sokmayı beceriyor ve izleyiciyi bir anlamda hipnotize ediyor. Kawauchi’nin sıradan anları görselleştirmeyi yeğlemesinin ve bu etkili kompozisyonları yaratmasının ardında, dünyaya bütüncül bir anlayışla yaklaşma prensibi, doğa ve insan arasındaki güçlü bağa olan inancı ve bilinçaltını keşfetmeye dair bitmeyen merakı yatıyor da denebilir.

Kawauchi’nin Kunst Haus Wien’deki sergisi, ‘Aila’ (2004), ‘Cui Cui’ (2005), ‘Illuminance’ (2007-2011) ve ‘Ametsuchi’ (2012-2013) gibi uzun döneme yayılan işlerinin yanı sıra bu sergi için özel olarak Avusturya’da ürettiği son işi ‘Search for the Sun’ı (2015) da kapsıyor. İsmini Türkçe’deki ‘aile’ kelimesinden alan ‘Aila’, Kawauchi’nin yaşam ve ölüm ikiliğini irdelediği bir seri. Çoğu zaman olduğu gibi yine kendi etrafındaki dünyadan ödünç aldığı motifler var bu seride de: Annesinin kucağındaki bir yavru köpek, lacivert gökyüzüne uzanan pembe kozmos çiçekleri, bir kelebeğin kozası ya da deniz yüzeyinde yansıyan bir ışık. Benzer bir şekilde ‘Illuminance’ da, sabun köpüğü, yanan bir mum ya da bir ton balığı dilimi gibi yaşamdaki sıradan şeylerin yüceliğine işaret eden motiflerle bezeli bir seri. Kawauchi’nin belki de en kişisel işi sayılabilecek ‘Ciu Ciu’ ise 13 yıl boyunca fotoğrafladığı ailesi ve aile yaşantısı üzerine bir seri ve diğer serilerinden farklı olarak projeksiyon olarak sunuluyor. Kawauchi’nin son serisi ‘Search for the Sun’, altın ve buzullar üzerine. Badger’in altını çizdiği gibi, Kawauchi bu seride de güzel olan şeylerin altında yatan tekinsiz ve evhamverici özelliklerin arayışında.

Kunst Haus Wien’in iki (buçuk) katına yayılan sergide, çoğu Japon fotoğrafçı gibi Kawauchi’nin de işlerini sunmak için en önemsediği mecra olan kitaplarından örnekleri ve kendisiyle yapılmış söyleşilerin videolarının yer aldığı özel bir bölüm de mevcut. Kawauchi’nin çeşitli serilerinden seçilmiş fotoğraflarının -ziyaretçilerin alıp götürebildiği- poster baskıları da cabası...

 'Illuminance' sergisinden genel görünüm © Kunst Haus Wien, 2015 Fotoğraf: Antonia Mayer

Ren Hang’ın Kanlı Canlı Grotesk Heykelleri

Son durağımız OstLicht Galerie für Fotografie. OstLicht, sanatçı atölyelerine, galerilere ve loftlara dönüştürülmüş eski bir ekmek fabrikası kompleksine konuşlanan birkaç fotoğraf galerisinden biri. Galeri, 19 Haziran’a dek, Çin fotoğrafının parlayan yıldızlarından biri olarak görülen Ren Hang’ın Avrupa’daki bugüne kadarki en kapsamlı sergisine ev sahipliği yapıyordu. 1987 doğumlu Hang, hem fotoğrafçı hem şair. Genç yaşına rağmen bugüne dek çoğu tükenmiş pek çok fotoğraf kitabı yayımlamış.

Hang, çoğunlukla arkadaşı olan genç erkek ve kadınları fotoğraflıyor. Çıplak, eğri büğrü pozlar ve alışılmadık düzenmeler içerisinde. Bazen tek başlarına bazen de ikili, üçlü, hatta daha kalabalık gruplar halinde. Çoğu zaman monokrom arkaplanlar önünde kimi zaman da doğanın ortasında ya da bir gökdelenin çatısında. Çiçekler, yılanlar, kuşlar, kediler eşliğinde…

Hang’in fotoğraflarındaki çıplak bedenler adeta birer grotesk heykelmişçesine şekilden şekile girerken cinsiyetlerini kaybediyor hatta soyutlaşıyorlar. Tüm çıplaklıklarına rağmen, bugüne dek bize sunulmasını kanıksadığımız anlamda ‘seksi’ bedenler değil bunlar. Dolayısıyla seksi fotoğraflar da… “Fotoğraflarımı çekmeden önce herhangi bir plan yapmıyorum. İlham genelde makinemi elime aldığımda ve modellerime baktığımda geliyor. O anda aklıma bir şey düşüyor, önümde bir şeyler gerçekleşiyor ve onları fotoğraflıyorum. Fotoğraf çekerken bir sahnenin seksi olup olmamasını da çok önemsemiyorum.” (4)

Doğma büyüme Pekinli olan Hang, Çin kültüründen ve yakın çevresinden çok fazla ilham alan bir sanatçı. İnsan ilişkileri, arkadaşlık, duygular, korku, nefret, sıkışmışlık, bağımlılık gibi konular etrafında şekillenen fotoğrafları, bireysel özgürlük arayışındaki kentli genç Çinliler ve kendi kuşağının da bir portresi niteliği taşımakta. İnsan bedeni ve cinsellikle bu kadar dolaysız bir şekilde temas ediyor olması, sansürün en yoğun şekilde uygulandığı ülkelerden biri olan Çin’deki ahlâki ve sosyal tabuları çok da umursamadığının bir göstergesi. Tabii bu, sansürün gazabına uğramadığı veya kitaplarının Çin’de serbestçe dolaşımda olduğu anlamına da gelmiyor. Hükümet ‘seks şüphesi’ gerekçesiyle sergilerini kapatabiliyor, izleyiciler fotoğraflara tükürerek tepki verebiliyor ya da dış mekânlarda fotoğraf çekerken tutuklanabiliyor. Bunlara rağmen hayal kırıklığına uğramadığını söylüyor Hang: “Artık bu gibi durumlara alıştım. Çin’e aşığım ve Çinli insanları fotoğraflamayı seviyorum. Burada doğdum ve doğduğum bu şehre büyük bir bağlılık hissediyorum. Evet burada kısıtlanıyorum ama kendi ülkem tarafından engellendikçe ülkemin beni daha çok anlamasını ve kim olduğum ve ne yaptığımı bilerek beni kabul etmesini istiyorum.” (5)

Tüm provokatif çağrışımlarına rağmen gördüklerimiz, Hang’in de sık sık söylediği gibi sadece kamera karşısındaki bir takım bedenler ve uzuvlardan ibaret belki de. Altı çizilmek istenen herhangi bir mesaj ya da özel bir gönderme yok. Hang’in dünyasında çıplaklık ve doğa iç içe geçip bütünleşiyor ve varolan tek gerçek de bu. Bunlardan istediğimizi alıp çıkarmak da biz izleyicilerin hayalgücü ve önyargılarına kalıyor...

© Ren Hang

Notlar:

(*) http://www.artfulliving.com.tr/sanat/3x3-berlinde-uc-kusak-uc-janr-i-169

http://www.artfulliving.com.tr/sanat/gerceklikle-fantazya-arasinda-zamansiz-anlatilar-i-1422

(1) Burada baskıdan kasıt, ağırlıkla kağıt üzerine çizilmiş, işlenmiş, basılmış, boyanmış ya da pozlanmış ve çoğaltılmış gravür, suluboya, ahşapbaskı, fotoğraf gibi tüm sanat eserleri.

(2) http://www.leemiller.co.uk/

(3) ‘The Photobook: A History Volume II’, Martin Parr & Gerry Badger, Phaidon, 2006, sf.316

(4), (5) http://www.vice.com/video/the-art-of-taboo-ren-hang

0
6090
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage