Performans sanatçısı Nezaket Ekici ve Afrikalılar Kültür Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Başkan Yardımcısı Beyhan Türkkolu ile Ekici’nin Bridges of Cultures-Azonto Dance and Turkish Dance belgeseli ve Afro-Türkler hakkında bir konuşma gerçekleştirdik.
Performans sanatçısı Nezaket Ekici, Bridges of Cultures - Azonto Dance and Turkish Dance adlı bir belgesel kayda aldı. İzmir’de yaşayan Afro-Türkleri ele alan ve 18 Ekim’de İzmir Büyükşehir Belediyesi Girişimcilik Merkezi’nde gösterilen bu film, yüzyıllar evvel muhtelif sebeplerle Türkiye’nin Akdeniz ve Ege bölgelerine göç etmiş olan Afrika kökenli Türklerin kök/en merakını konu alıyor. Daha önce birçok kez Afrika’ya seyahat etmiş ve Afrika ülkelerinde kısa süreli de olsa yaşamış olan Ekici, bu filmde bedenini Afrika’dan Türkiye’ye uzanan bir köprü olarak konumlandırıyor. Sanatçı, Afrika ülkelerinde edindiği deneyimlerini İzmir’e getirerek, Afro-Türklere kendi köklerinden, geleneklerinden motifler aktarmaya çalışıyor ve karşılığında da onlardan Türk kimliğine ait imgeleri topluyor. Filmin genel ritmini ise sanatçının Gana’da öğrendiği modern bir dans olan Azonto oluşturuyor. Filmde bu dans kültürel bir değiş-tokuş için oldukça elverişli bir zemin olarak kullanılıyor.
Kök ve köken fikri Ekici’nin performanslarında sıkça ele aldığı bir olgu. Pek çok performansını etnik öğeler, sınır, coğrafya üzerine kurgulayan sanatçı bu kez performanslarında ele aldığı temel argümanını yani kimlik meselesini bir belgesel ile izleyiciye aktarıyor. Kendisi de göçmen olan sanatçının sıklıkla yüzleştiği aidiyet meselesi bu belgeselde ait olan ama aynı zamanda ol(a)mayan Afro-Türkler üzerinden işleniyor. Neredeyse tamamen Türkiyeli olan; dil, gelenek, kültür bağlamında bu coğrafyayla hemhâl olan, ancak bir renk/görüntü unsuru eşliğinde soru işaretine dönen bu bedenleri, onların etnik ritmiyle buluşturuyor.
Bridges of Cultures - Azonto Dance and Turkish Dance adlı bu belgesel, İzmir’de gerçekleşen birkaç günlük bir çalışmanın sonucunda kaydediliyor, ancak bu filmin fikri temelleri ve kavramsal yapısı çok daha öncesinde oluşmaya başlıyor. Ekici’nin 2012 yılından itibaren aralıklı olarak ziyaret ettiği Afrika kıtası, sanatçının aktarmak üzere kendi bedenine kaydettiği bir yığın deneyime kapı aralıyor.
İlk kez 2012 yılında Gana’yı ziyaret eden Ekici, burada 5 Senses of Ghana adlı performansını gerçekleştirmiş ve bu performans yine bir belgesel formatında kayda alınmıştır. Sanatçı bu performansta, Ganalı insanlardan kendi etnik yemeklerini pişirmelerini istiyor aynı sırada onlarla samimi ilişkiler kuruyor. Ganalı katılımcılar kendi kültürel yemeklerini pişirirken bir yandan da sanatçıya kişisel hikâyelerini anlatıyorlar. Birkaç ay sonra tekrar Gana’yı ziyaret eden Ekici bu kez, film yapımcısı ve Gana NAFTI (National Film and Television Institute)’de eğitmen olan Yao Ladzekpo ile birlikte Who We Are? (2012) adlı belgesel filmini çekiyor. Who We Are? Gana'da ibadet edilen dinlerin dostane bir şekilde bir arada var olmasını konu alıyor. Hıristiyanlık, İslam ve Ganalıların geleneksel dinleri. Gana'da birbirlerine tolerans göstererek birlikte yaşayan bu dinleri soruşturan Ekici ve Ladzekpo buradaki imam, rahip ve geleneksel dinlere öncülük eden kişilerle bir araya geliyor, onların deneyimlerine ve birbirlerine yaklaşımına dair sorular soruyorlar. Bunun yanı sıra sosyal hayatın içinden kişilerle ve ailelerle görüşmeler yaparak farklı dinlerden insanların bir arada yaşayabilmeleri adına ne tür özverilerde bulunduklarını öğreniyorlar. Bu araştırmalar ve çekimler sırasında Ekici, Gana sokaklarında ve çeşitli eğlence mekânlarında yerel bir dans olan Azonto ile rastlaşıyor. Son kez 2018 yılında Gana’ya giden Ekici, 2012 yılındaki ilk ziyareti sırasında Gana’da öğrendiği ancak artık popülerliğini yitirdiğine şahit olduğu Azonto dansına yeniden hayat vermek istiyor. Böylece 2018 yılında Ladzekpo ile birlikte gerçekleştirdikleri Azonto Revival projesi bir müzik ve dans formu olan Azonto’nun kökenlerini keşfetmek adına girişilmiş bir proje olarak ortaya çıkıyor. Film; Azonto’nun izini, bu dansın kökenine ve dansı ortaya çıkaran kişilere dek takip ediyor. Bunun için Gana’daki çeşitli köy ve kasabalara ulaşan Ladzekpo ve Ekici, buradaki yerel halk ile görüşmeler gerçekleştiriyorlar. Özellikle sosyal yaşamdaki aktivitelere ve bu aktivitelerin bedende bir hareket olarak ortaya çıkışına odaklanıyorlar. Çünkü Azonto, buranın halkı üzerindeki sosyo-kültürel etkileri açığa çıkaran bir dans türü olarak görünürlük kazanıyor. Günlük yaşamın her türlü aktivitesini; yemek yapmak, çamaşır yıkamak, ibadet etmek, çocuk bakmak, toprak kazmak, yazı yazmak vb. hareketlerini etnik bir müzikle bir araya getirerek oynanan Azonto, geleneksel bir kültürün kültürel formlarını ve daha da önemlisi günlük yaşam ritüellerini içinde barındırması bakımından Ladzekpo ve Ekici için önemli oluyor. Bu dans sanatçıya göre, neredeyse performans sanatı kadar performatif bir form oluşturuyor. Çünkü konsepti insanların günlük yaşamı ve mücadele alanları arasında üretiliyor. Ekici 2012 yılında rastladığı bu dansı, 2018 yılında Ladzekpo ile birlikte belgesel olarak kaydederken bir şeyi daha merak ediyor: Sürekli gelişen dünyamızda bu hareketlere yenileri ekleniyor mu?
Ekici son olarak 2021 yılında Burkina Faso’ya gidiyor. Küratör Akınbode Akınbıyı tarafından “Operndorf Afrika Residency” programına davet edilen sanatçı, burada yaklaşık iki buçuk ay konaklıyor ve “Opera Village” projesi kapsamında altı farklı performans üretiyor. Ekici, Burkina Faso’da ürettiği performanslarına özellikle Burkina Faso’nun etnik günlük yaşamını ve geleneksel değerlerini dahil ediyor. Burada köy halkıyla kolektif çalışmaya özen gösteren sanatçı, yine kendi bedenini bir köprü olarak performanslarına yerleştiriyor ve bu köprü aracılığıyla kültürel bir karşılaşma ve çözülme biçimi olarak kültürlerarası geçirgenliği ön plana çıkarıyor.
Tüm bu seyahatler ve kültürel karşılaşmaların ardından söyleyecek olursak, Bridges of Cultures-Azonto Dance and Turkish Dance belgeseli, Ekici’nin 2012 yılından itibaren belirli aralıklarla araştırmalar yaptığı Afrika kıtası ve özellikle Gana ziyaretlerinin neticesinde üretilmiş bir filmdir. Sanatçının Afrika seyahatlerinde özellikle de Gana’da deneyimlediği inanç, yeme-içme, giyim-kuşam gibi kültürel formları sıkıştırılmış bir biçimde içinde barındıran Azonto dansını, kök/enlerinden bihaber olan Afro-Türklere ulaştırma arzusu, onlara kendilerinden/kendi köklerinden bir armağan getirebilmek adınadır. Sanatçı, köklerini merak eden bu insanlara, günlük yaşam aktivitelerinden; ibadetlerinden, yeme-içme, giyim-kuşam ritüellerinden bir şeyleri ulaştırabilmek istemektedir. Azonto ise Ekici’ye göre tüm bu öğelerin bir arada bulunduğu bir formdur. Geleneksel yapı ve günlük yaşama dair pek çok motifin içinde yer aldığı bu dans, Afrikalı kültürel formların bir arada sunulduğu, sıkıştırılmış deyim yerindeyse kompakt hâle getirilmiş bir öğedir. Ekici bu öğe aracılığıyla kendi kökenlerini araştırma hâlinde olan Afro-Türkler ile Afrika arasında bir köprü kurmaktadır.
İlk olarak Afro-Türkler ile ilgili bir belgesel çekme fikri nasıl ortaya çıktı?
Nezaket Ekici: Aslında İzmir’de yaşayan Afro-Türkler ile çalışmadan önce birçok kez Afrika’ya gittim. 2012 ve 2018 yılları arasında çeşitli performanslar icra etmek için Gana ve Nijerya ziyaretlerim olmuştu. 2012 yılındaki Gana ziyaretimde Azonto dansını öğrenmiştim. Azonto, Gana’da çağdaş bir danstı ve her yerde bu dansa rastlamıştım. Popüler hâle gelen bu dans bana çok ilginç gelmişti çünkü dansın kendisi, içindeki figürler bir performans gibiydi. Tamamen kültürel öğeler üzerine eğilen ve günlük yaşamdaki birtakım aktiviteleri sanatsal bir biçimde gösteren bir danstı. Kendi gidişatında doğaçlama olarak gelişen ve son derece akışta kalan bu danstan çok etkilendim. Sonunda her şey bu dans ile başladı. Gana’da dans eden insanların arasına katıldım ve bu dansı öğrendim, bununla da kalmayıp 2018 yılında Gana’da Yao ile birlikte içinde Azonto dansının da yer aldığı bir belgesel filmi çektik. Artık elimdeydi bu dans. Ardından elimdeki bu şeyle ne yapabileceğimi düşündüm. 2019 yılında İstanbul Goethe Enstitüsü’ye başvurdum, çekmiş olduğum belgeseli göstermek istiyordum. Goethe Enstitüsü’deki görüşmemiz sırasında bana Afrika kökenli insanlar hakkında araştırma yapmamı önerdiler ve Türkiye’de yaşayan Afro-Türklerden bahsettiler. O ana dek Afro-Türkler hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Ardından bana yardımcı olabilecek birkaç kuruluşla iletişim kurmamı sağladılar ve Kültür Akademi Tarabya Fonu’na başvurmamı önerdiler. Projeye başvurdum ve bana araştırmam için burs sağladılar, ancak araya pandemi girdi ve araştırmam bir süre ertelendi ama bir süre geçtikten sonra nihayet Goethe Enstitüsü sayesinde haberdar olduğum bu insanlar hakkında araştırma yapmaya başladım. İlk olarak “Kültür İçin Alan” projesinden Recep Tuna ile görüştüm. O beni Daraağaç Kolektif’ten Cenkhan Aksoy ile tanıştırdı. Cenkhan Aksoy ise beni Afro-Türklerle tanıştırdı. Burada Beyhan Türkkolu, Orhan Çetinbilek, Şakir Doğuluer ve Fatma Gül Kırcı ile bir araya geldik. Ancak bu görüşmeler pek kolay olmadı. Çünkü Afro-Türkler özellikle kendileri hakkında yapılan araştırmalarda yazan “köle kökenli geçmiş” mevzusundan oldukça mustaripler. Zamanında gerçekleşen göçün salt kölelik ile ilişkilendirilmesine karşı tepkililer. Bu durum üzerinden bir yazım, belgesel ya da herhangi bir iş üretme fikrine de sıcak bakmıyorlar. Bu yüzden tam üç kez çevrim içi olarak görüşme düzenledik onlarla. Çünkü onları ikna etmem gerekiyordu. İlk görüşmede kendimi tanıttım, ikinci görüşmede yapacağım çalışmanın kölelik mağduriyeti ile ilgili olmayacağını, ön planda olacak olan konseptin bu olmadığını ve temelde Azonto dansı ile Türk danslarını iç içe geçirecek bir proje olacağını beyan ettim. Üçüncü ve son görüşmemizde ise karşı tarafı ikna ettim ardından araştırma ve ziyaretlerim için bir tarih belirledik. Dediğim gibi kolay olmadı ama nihayetinde geçen yılın eylül ayında İzmir’e vardım. Oraya vardığımda iki şey vardı aklımda: Gana’da öğrendiğim ve Afro-Türklerin de köklerine dair ritüellerini barındıran Azonto dansını onlara aktarmak, onlardan da Türk danslarını öğrenmek istiyordum ve tabii bu aktarımın seyrinde bir belgesel filmi çekmek. İşte her şey böyle başladı.
Özellikle Afro-Türkler hakkında merak ettiğim birkaç şeyi Beyhan Hanım’a sormak istiyorum. Belgeselde Afro-Türk derneğinin avukatı Orhan Çetinbilek, Türkiye’deki Afrika kökenli insanların tarihi için “Avrupa’daki kölelik tarihine benzemeyen bir tarih var. Renge dayalı bir kölelik, ayrımcılık yok” diyor ve Afro-Türklerin Anadolu’ya ticaret yoluyla, Osmanlı’nın bürokrasisinde yer alarak, savaşta yer değiştirmiş olarak ve at terbiyeciliği gibi muhtelif mesleklerle gelmiş olduklarından söz ediyor. Peki Afro-Türkler Türkiye’ye tam olarak hangi tarihte geldiler ve şimdi Türkiye’nin hangi bölgelerinde yaşıyorlar?
Beyhan Türkkolu: En eskisi 14. - 15. yüzyıl olarak düşünülmekle birlikte, büyük çoğunluğunun 18. - 19. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu döneminde farklı yollarla gelmiş oldukları düşünülüyor. Afro-Türkler genel olarak Ege ve Akdeniz bölgelerinde yaşamaktadırlar ama Karadeniz, Marmara ve İç Anadolu (Konya-Karaman gibi şehirlerde) bölgelerinde yaşayanlar da vardır.
Etnik bir grup olarak Afro-Türkleri incelemeye Goethe Enstitüsü’ndeki görüşmeler neticesinde karar verdiniz ancak neden onlar özelinde gerçekleştirdiğiniz bu incelemeyi bir performans yerine özellikle bir belgesel ile kalıcı hâle getirmek istediniz?
N. E.: Ben bir performans sanatçısıyım ama belgesel fikrine de hep yakın durmuşumdur. Belgesel farklı bir dil, ona dair fikir üretmek, kapsamını belirlemek zor bunun yanı sıra tekniği, rejisi, kurgusu da kolay değil. Bu filmde Darağaç Kolektif’ten Ali Cem Doğan hem çekimleri yaptı hem de bana çokça yardım etti. Bugüne değin birçok belgesel ürettim aslında ama yine de çok fazla deneyimim olduğunu söyleyemem. Bununla birlikte benim belgesel filmlerim klasik belgesel fikrinden oldukça uzak. Öyle bir yere, bir kimliğe dair derin öğretiler sunan dokümanlar eşliğinde değil, daha sanatsal bir bakışla yaklaşıyorum. Örneğin Bridges of Culture-Azonto Dance and Turkish Dance belgeselinin fikri üretimi kadar editörlüğü de oldukça önemli. Filmin editoryal işlerini Hasan Hüseyin Güneş üstlendi. Burada dans ön planda ve editör bu dansa göre müzikleri yerleştirerek her bir motif için uygun bir kesim yaptı. Oldukça meşakkatli bir süreçti. Buradan Afro-Türklere gelecek olursam; Afro-Türklerle ilgili belgesel yapmak istedim çünkü bunu festivallere göndermek istiyordum. Özellikle de Kültür Akademi Tarabya iş birliği ile bu belgeseli yayımlamayı istiyorum. Sadece İzmir’de değil tüm dünyada gösterilsin istiyorum. Bu yüzden özellikle İngilizce altyazı kullandım. Aslında bu film uluslararası önemde çünkü sadece İzmir’deki Afrika kökenli insanlar değil, tüm dünyadaki Afrika kökenli insanlar kökenlerine dair aynı merakı paylaşıyor, kökenlerini araştırıyor. Dolayısıyla bunu performans sanatının yok oluşuna bırakmak istemedim ya da video ile kayda alıp bir dolaba kaldırmak istemedim. Şimdilik İzmir’de ürettiğim için ilk gösterimini İzmir’de yapacağız çünkü başladığım yer önemli benim için. Bu yüzden orada bana katılan, yardımlarını esirgemeyen herkese bir teşekkür maiyetinde İzmir’de gösterilmesini uygun buldum. Fakat İzmir’den sonra daha fazla yerde gösterilmesi için de çalışacağım.
Peki Afro-Türkler özelinde ürettiğiniz bu belgesel etnisite bağlamında sizin için nasıl bir araştırma konusuydu?
N. E.: Ben çocukluğumdan beri takip ediyorum ki Türkiye artık eskiye oranla daha “çok-kültürlü” bir yer hâline geldi ya da en azından bu çok-kültürlülük durumu daha fazla görünürleşti. Türkiye’de özellikle siyah tenli insanlar için genel bir kanı da vardı. Onlar gibi olma durumundan çekinen bir tutum söz konusuydu. Hatırlıyorum, “çok fazla kahve içme kararırsın” gibi söylemler söz konusuydu. O zamanlar “zenci” ya da “Arap” olarak adlandırılıyorlardı, şimdi tabii küreselleşmenin de etkisiyle bir nebze daha pozitif bir yaklaşım var koyu renkli insanlara dair, ancak o zamanlar öyle değildi. Kültürel anlamda bir varoluşları yoktu, salt ten rengi ile görünürleşen bir azınlıktı onlar. Belki biraz bu insanların tenlerinden öte geçebilmeyi hayal ettim. Bunun yanı sıra Afro-Türklere dair ilgimin tohumlarının atılmasında Afrika ziyaretlerimde gördüğüm Türk okulları ve Afrika ile Türkiye arasındaki ticaretin oluşturduğu kültürel alışveriş de etkili oldu. Afrika’da yani en azından benim ziyaret ettiğim Gana, Nijerya ve Burkino Faso’da Türk okullarının, Türk restoranlarının yanı sıra Türk firmaları da gördüm, onlara dair afişlere, ilan panolarına rastladım. Bununla birlikte Türkiye’deki Afrikalı insanların sayısındaki artış da önemliydi. Özellikle son yıllardaki gözlemlerime göre çok fazla Afrikalı yaşıyor Türkiye’de, işportacı olarak rastladığım çok olduğu gibi üniversite öğrencisi olarak da Türkiye’yi tercih eden geniş bir öğrenci kesimi var. Tüm bu hafıza kayıtlarının ardından Goethe Enstitüsü bana Afro-Türklerden bahsedince birden fikir geldi aklıma. Hem Afrika’dan bir ritüeli, Azonto dansını onlara getirmek onları bu kültürle kavuşturmak istedim hem de onlardan köklerine dair bir şeyler öğrenmek. Ancak bu kısımda şaşırdım, çünkü öğreniyorsunuz ki onlar köklerine, geleneklerine dair az şey biliyorlar.
Afro-Türklerin kültürel miraslarına dair etnik öğeler burada ne derece kullanılıyor?
B. T.: Afro-Türkler geçiş döneminde Anadolu kültürü ile çok iyi entegre oldukları için kendi kültürlerini maalesef tamamıyla koruyamamışlardır.
Afro-Türklerin bir kısmı yaklaşık 700 yıl önce büyük bir kısmı da 300 yıl önce ticaretle, devlet makamlarıyla ya da kölelikle Türkiye’ye gelmişler. Belgeselde de söylendiği gibi aslında 500 yıldan fazla bir zamandır Akdeniz ve Ege bölgelerinde yaşıyorlar. 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasıyla da Türk vatandaşlığı alıyorlar. Dolayısıyla kendi etnik kökenlerinden neredeyse sıyrılmış vaziyetteler. Dil anlamında kusursuz bir Türkçe konuşuyorlar hatta bu belgesel özelinde söyleyecek olursak çoğu yerel olarak, Egeliler gibi konuşuyor. Yeme-içme, giyim-kuşam, örf-adet gibi pek çok alışkanlıkları da Ege Bölgesi’nin insanlarından ayırt edilemez duruma gelmiş. Ancak 2006 yılında Mustafa Olpak tarafından kurulan Afro-Türkler derneği ile birtakım geleneklerini, ritüellerini geri kazanma çabasına girişmişler. Bu anlamda da derneğin kurulduğu yıldan bu yana etnik bir ritüel olan Dana Bayramı festivalini gerçekleştiriyorlar. Bu bayramda Afrika kökenli birtakım motifleri yerine getiriyor bir anlamda etnik kimliklerini besliyorlar. Sizse Afro-Türklere onların kendi coğrafyalarından bir kültürü iade ediyorsunuz ve bunu Azonto denen bir dansla yapıyorsunuz. Kendi kimlikleriyle temasa geçebilmeleri adına neden bu dansı tercih ettiniz?
N. E.: Afrika kıtası çeşitli ülkeler ve tabii buna ek olarak çeşitli kültürel kimlikleri, ritüelleri barındırıyor. Ben Azonto’yu Gana’da öğrendim ama oraya gittiğimde aklımda böyle bir dansı öğrenmek yoktu. Hatta daha önce söylediğim gibi tamamen tesadüf eseri rastladım. Azonto esasen bir kulüp dansıydı, gençlerin eğlence amaçlı icra ettikleri yeni bir dans türüydü. Ama çok merak ettim: Bu dans nereden geliyordu? Her hareket bir geleneğe dayanıyordu. Dansın içinde kültürel bir kimlik var. Ama zaten çoğu dans öyle değil mi? Türk dansları da öyle. Örneğin Zeybek bir kültürü, tarihsel bir anlatıyı sunuyor. Bu yüzden içlerinde barındırdıkları geleneksellik bakımından danslar çok önemli. Azonto da bu yüzden önemli benim için. Geleneksel yaşamdan motifler taşıyordu ve Afro-Türkler bu dans ile köklerine dair motifleri ele geçirebilirlerdi. Son derece ritüelistik bir dans türü olması ve bunca geleneksel figürü içinde tutan bir dans olması bakımından çok önemliydi bence. Ancak şunu da eklemeliyim ki Gana’daki araştırmam esasen dans üzerine değildi. 2012 yılında Gana’ya gittiğimde, orada yemek ve inanç üzerine araştırmalar yaptım. Bu dans ise tam da bunları kapsıyordu.
Peki Afrika ülkeleri içinde Gana’ya gitmenizin özel bir nedeni var mıydı?
N. E.: Hayır yoktu. Ben performans üretmek için Afrika’ya gidecektim, başvurularımı yaptım ve Gana oldu. “Neden Afrika?” dersen eğer, ben performans sanatçısıyım, sanatımda etnik kimlikler ve kültürel öğelere sıkça yer veriyorum, çünkü benim için çok önemli yapılar bunlar. Afrika ise etnik kimlikleri ve ritüelleri taze tutan bir coğrafya. Ayrıca yeni bir kıta görmüş, deneyimlemiş oluyorum. Hem böylece orada nasıl ritüeller var, Avrupa’da ya da Asya’da nasıl ritüeller var görebiliyorum ve karşılaştırabiliyorum. Bu karşılaştırma önemli benim sanatımda. Örneğin Gana’da ilgimi çeken ve bana çok farklı gelen bir şeyden bahsetmek istiyorum. Gana’da köyler oldukça tutucuydu, bense özellikle bir köye gitmek istiyordum. Çünkü şehirde öğrendiğim Azonto dansını köydekilere de göstermek istiyordum. Ancak gittiğim köye beni almadılar. Tıpkı Türkiye’deki mahalle muhtarları gibi Gana’da da köylerin şefleri var. Eğer şef size onay verirse köye girebilirsiniz. Öyle istediğiniz gibi gidip bir köyde kameralarla çekim yapamazsınız yani. Arkadaşım Yao Ladzekpo köylerden birine girebilmemiz için bir görüşme sağladı ve bizi kabul ettirmeyi başardı. Yao ile üç gün boyunca bir köyde kaldık. Bu noktada daha ilginç bir deneyim aralandı: Şef ile görüşmemiz. Eğer bir şefle görüşme yapacaksanız asla onla göz teması kurmayacaksınız. Önce şefin ve iki yanında sıra sıra oturan yardımcılarının karşısına dizildik. Ardından neden orada olduğumuzu ve amacımızı anlatmaya başladık. Ancak biz hiç yokmuşuz gibi şef bize hiç bakmadı. Söylediğimiz her şey -söylediklerimizi zaten duyan- şefe, onun yardımcıları tarafından tekrarlandı. Dolayısıyla bizden yardımcılara, yardımcılardan da şefe aktarılan ardından yine şeften yardımcılara yardımcılardan da bize dönen bir sohbet gerçekleştirdik. Nihayetinde bizi onayladılar ve tıpkı İzmir’de Afro-Türklere öğrettiğim gibi Gana’da da köyde yaşayan Ganalılara şehirde icra edilen Azonto dansını öğrettim.
Özellikle kültürel bir ‘köprü’ kurmak isterken Azonto gibi günlük yaşamdan motiflerin yerleştirildiği bir dansı seçmenizin özel bir amacı var mıydı?
N. E.: Kesinlikle vardı. En temelde, köprü fikri bir “yer” değil, bir geçiş bir aktarım durumu. Tek gidiş değil, bir “gidiş-dönüş” meselesi benim için. Ben nasıl onlara bir şey getirdiysem onlardan da çok şey aldım. Çünkü bu dansın içine aklımıza gelen her şeyi koyuyorduk. Ben Azonto’yu götürdüm ama onlardan göbek dansını ya da zeybeğin hikâyesini öğrendim örneğin. Ben Türkiye’de yetişmediğimden düğünlerdeki ritüellerden bihaberdim, ama şimdi biliyorum bu tarz eğlencelerde nasıl motifler kullanıldığını. Bu yüzden köprü fikri önemli. Benim üretimlerime bakıldığında hep kültür köprüleri kurduğum görülecektir. Bir nevi kültürel aktarımlar meselesini dert ediniyorum aslında. Bir geçirgenlik sağlamaya çalışıyorum, öğrendiğimi taşımaya, bir başka yere, bir başka kimliğe aktarmaya çalışıyorum. Bu noktadan Afrika ile İzmir’deki Afro-Türkler arasında bir köprü düşündüğümde ise Azonto çok iyi bir seçimdi bana göre. Çünkü bu dans sayesinde günlük işleyişi, kültürel motifleri aktarabildiğim gibi Afro-Türklerin Ege bölgesindeki günlük motiflerini de kendi bedenime eklemledim. Hep söylerim hayat bir deneyimdir, bugün buradayız ve oturup tek yönlü bir bakış ile yaşamıyoruz, aslında “bakışıyoruz”. İnsanlarla birlikte yaşamak bakışmayı gerektirir. Bu yüzden hep açık olunmalı, her daim öğrenme isteği ve bir soru olmalı akıllarda. Bu merak karşılıklı olduğunda ortaya yepyeni bir şey çıkıyor. Ben nasıl onlara onların kültüründen bir şey getirdiysem ayrılırken onlardan da kendi kökenime, kendi kültürüme dair bir şeyler götürmüş oldum.
Sizin açınızdan Afro-Türklerin kendi kökleriyle temas kurabilmelerinin temel önemi neydi?
N. E.: Goethe Enstitüsü ile görüşmemizin ardından Afro-Türklerle ilgili araştırmalarıma başlamıştım. Ancak araştırmam boyunca fark ettim ki bu insanlar kendi kökenleri ile ilgili pek fazla şey bilmiyorlar, fakat öğrenmek ve anlamak da istiyorlar. Özgün bir rengimiz var ama o rengin ardında nasıl bir kültürümüz var? Bunu merak ediyorlar. Hep “Arap” deniyor onlara ama Arap değiller, bundan emin olsalar bile onlara ithaf edilen bu tanımlama dışında kendilerini, kendi köklerini tanımlayamıyorlar. Ben Afro-Türklere Afrika’dan bir öğe ile yani Azonto dansı ile gittiğimde onları heyecanlandıracağımı düşündüm ve düşündüğüm gibi de oldu. Kendi köklerine dair naçizane bir şey öğrenme fikri onlara da iyi geldi. En azından benim izlenimim bu yöndeydi. Böylece kendi kültürlerini farklı bir yönden ele alabilme fırsatı verdim onlara, Azonto ile birlikte daha önce hiç iletişim kurmadıkları Gana’dan, Gana’daki insanların yaşantısından haberdar oldular. Bu noktada Azonto iyi bir fikirdi, çünkü günlük yaşamdan bir öğe koyuyorsun ve o öğeyi canlandırıyorsun. Benim performanslarımda da önemli bir şey günlük yaşam, günlük yaşamdaki pek çok şeyi performans olarak canlandırabilirim. Bu noktada performatif bir şey var aslında, oldukça serbest bir biçimde her bedenin kendi öznelliğini ortaya çıkarabileceği bir alan açıyorum. Azonto’da da öyle, dansın içinde günlük yaşamdan çamaşır yıkama, yemek yapma, odun kesme, toprak kazma, yazı yazma, telefonla görüşme, ibadet etme gibi öğeler var. Bu öğeler Gana’daki Afrikalıların günlük yaşamına dair bilgiler veriyor ve ben bu bilgileri Azonto ile bir performans olarak onlara götürdüğümde Ege’deki Afro-Türkler bu bilgileri kendi bedenleriyle yeniden yorumlayabildiler, kendi köklerine temas edebildiler. Bu anlamda temel önem, köksüzlük fikrini bertaraf edebilmekti.
Bu öğeler hem kadın-erkek kimliklerine göre ayrılıyor hem de sınıfsal kimliklere göre, bu anlamda performatif bir açılım da sağlıyor Azonto dansı. Bu noktadan bakıldığında ne düşünüyorsunuz?
N. E.: Elbette, Gana’daki halk genel olarak geçim sıkıntısı ile mücadele hâlinde. Yapılan işler en azından benim gördüğüm kadarıyla günlük hayatı idame ettirebilecek kadar bir çabanın ürünü. İnsanlar bu bağlamda geleneksel kadın-erkek rollerinde çalışıyor ve tabii bu rollerin üzerini kaplayan bir sınıf farkı da var. İzmir’de Azonto’yu tanıttığımda katılımcılarla toplumsal cinsiyet ya da sınıf fark etmeksizin günlük işleyişe dair tüm öğeleri birlikte icra ettik. Bu kategorilere göre ayrılmadan beden dilimizi nasıl kullanırız, bu öğeleri bedenlerimizle nasıl anlatırız derdi vardı.
Belgeselden anlaşılacağı üzere burada yaşayan çoğu Afrika kökenli Türk, bu danstan bihaber hatta çoğu düğünlerde ve çeşitli eğlence zamanlarında yerel Türk danslarını icra ediyor. Siz bu dansı onlara açtığınızda nasıl tepkiler aldınız?
N. E.: Genellikle, “çok ilginç” ya da “ilk kez görüyorum” gibi tepkiler aldım. Ancak “bizim jestlerimize uyuyor” gibi tepkiler de geldi. Asla karşı gelmediler, “bir deneyelim” dediler ve hiçbir sıkıntı yaşamadan doğrudan çalışmaya başladık. Katılımcıların yanı sıra, Afrikalı perküsyon gruplarıyla çalıştık, bizim dansıma göre müzik ürettiler, bize eşlik ettiler. Onlara da inanılmaz bir merak duyuldu. Böylece müzik eşliğinde günlük yaşamdan hareketleri icra ettik ve garipsenebilecek olan son derece absürt şeyleri de dahil ettik bu dansa… Örneğin onların da hakim olduğu göbek dansı, Azonto içinde absürt kaldı ama yine de ekledik, çünkü bu da onların kimliğine dair bir hareket biçimini almıştı artık. Böylece köydeki atölye çalışmalarım boyunca göbek atmak, çamaşır toplamak, yemek yapmak, toprak kazmak vb. hareketlere kendileri de eklemeler yaptılar ve ben de onlara uydum. Açıkçası bu dansın oluşumunda hiçbir şeyde diretmedim. Tamamen kendi hâlinde, kendi akışında çıksın istedim.
Buradaki kök/en kaygısı ile kendi kimliğiniz arasında da bir ilişki kurdunuz sanıyorum.
N. E.: Elbette, ben de kendi kültürümden bir şeyler öğrenmek istiyordum. Söylediğim gibi sadece aktarmak amacıyla gitmedim bir şeyler edinmek de amaçlarımdan biriydi. Bir noktada onlar gibi hissediyorum. Aynıyız aslında. Ben çok küçük bir yaşta Almanya’ya gidiyorum, Türkiye’ye dair çok şey bilmiyorum tabii. Bu insanlar da başka yerlerden buraya geliyorlar, kendi kültürlerine dair pek fazla bir şey bilmiyorlar ama hep bildikleri bir şey var: Bir Afrika kökeni. Tıpkı benim de hep bildiğim gibi. Onlar da benim gibi hep bilmek, bir araya gelmek istiyorlar. Sonunda en basit tanımıyla göçmeniz, kültür nedir?, kimlik nedir?, aidiyet nedir/neresidir? hep bu sorularla boğuşuyoruz. Belki ben çoğu zaman fark etmiyorum ama hep içimde bu sorular var, her zaman beynimde dönüp dolaşıyorlar. Onlarda da bunu gördüm, aynı soruları sorduklarından emin oldum.
Peki, Azonto pratiğinin de ötesinde, Afro-Türklerin yaşantısına dair nasıl bir deneyim yaşadınız?
N. E.: Aslında buradaki insanları tanımıyorum ama bazı noktalarda hep aşina hissettim. Bu sadece genel anlamıyla Türkiyelileşmelerinden kaynaklanmıyor özel olarak Ege bölgesinden ve İç Anadolu’dan olmalarından da kaynaklanıyor. Çünkü benim nüfus bilgilerimde Kırşehir doğumlu olduğum yazsa bile ben esasen Uşak doğumluyum, hatta hâlâ Denizli’de bir evimiz var. Bu yüzden benim ailemden öğrendiğim Türkçede Ege ve İç Anadolu şivesi mevcuttu. Uzak hissetmedim yani hep sıcaklık duydum bu şiveye. Ancak tabii şive bir yana Türkçem çok iyi olmadığından iletişim zorlukları çektiğimi de itiraf etmeliyim. Özellikle yaşlı insanlarla iletişim kurmak biraz zor oldu ve araştırma sürecimde bu anlaşamamazlık bir derece demoralize olmama da neden oldu. Fakat bununla birlikte dilden öte insanların misafirperverliğine hayran kaldım. Çok alçakgönüllü insanlardı, beni kızları gibi, aileden biri gibi gördüler. En çok bu tutumu sevdim. Ayşe teyze, Fatma Teyze ya da diğerleri, beni evlerine davet ettiler, sohbetlerini, yemeklerini paylaştılar. Ben artık onların kızlarıyım, sürekli iletişim hâlindeyim onlarla.
Özellikle Azonto ile Dana Bayramı Festivali’ne hazırlandınız. Biraz bu ritüelden bahsedebilir misiniz?
N. E.: Dana Bayramı Festivali oldukça renkli bir festivalmiş. Önceden üç gün boyunca yapıyorlarmış bu festivali. Yemekler pişiriyor, kostümler giyiyorlarmış. Piknik yapıyor, dans ediyorlarmış. 1940’lı yıllarda sanıyorum yasaklanmış ve insanlar bu festivali gizli gizli evlerinde sürdürmüşler. Tam olarak Afrika’nın hangi ülkesinden geliyor ben de bilmiyorum. Cogu ve Sudan’dan geldiğini söylüyorlar, fakat dediğim gibi onlar da bunun kökeni hakkında fazla bir şey bilmiyorlar. Ben sorularımı hazırlayıp gittim İzmir’e ancak her sorumda “bilmiyorum” cevabını aldım. Sürekli “başka bir şey var mı?” diye sordum ama yanıt hep aynıydı. Zaten filmde de karakterim bu. Sürekli sorular soran birini ortaya koyuyorum. Neticede kısmen öğrendiklerim ve kolektif bir çalışma ile Azonto dansına hazırlandık. Workshop’ta Afrika davulları çalan müzisyenler, sahne ve kostüm tasarımında yardımcı olan insanlar ve tabii Afro-Türk katılımcılar hep beraberdik. Hazırladığımız Azonto dansını yaklaşan Dana Bayramı Festivali’nde göstermeyi teklif ettim. Çok güzel olur dediler, böylece festival kapsamında sunmuş olduk.
İzmir’de gerçekleştirilen ve Afro-Türklerin geleneklerini görünürleştirmek adına yapılan Dana Bayramı Festivali hakkında siz daha detaylı bilgi verebilir misiniz? Festivalin tarihi ve Afrika’da hangi ülkelerde gerçekleştirildiği özellikle merak ettiğim bir konu.
B. T.: Bugün Afro-Türk Derneği tarafından yapılan araştırmalar sonucu, bundan 100-150 yıl önce İzmir’de yaşayan Afrika kökenlilere ait kadim bir kültür olan Dana Bayramı bilgilerine ulaşılmıştır. Dana Bayramı, Afrika’nın farklı ülkelerinde doğaya şükran ve teşekkür bayramı olarak genellikle mayıs ayında çeşitli ritüeller yapılarak kutlanmaktadır. İzmir’e has olan ise daha çok Nijer Youruba kültürüne ait olandır. Tabii ki burada kendine bir format oluşturmuştur. 100-150 yıl önce kutlanan bayramlar üç hafta sürermiş; birinci hafta Dellal, ikinci hafta Peltemal, üçüncü hafta ise Dana Bayramı diye adlandırılır. Godya denilen ve genellikle kadın olan toplum liderleri önderlik edermiş. Bu kadınlar şifacı, insanlar arasında iletişimi sağlayan, hasta ve kimsesiz çocuklara sahip çıkan düzenli bir ağ içinde çalışırlarmış. Örgütlü ilk kadın birliği bile diyebiliriz Godyalar için. İlk iki hafta bir dana satın alınır süslenir ve bütün şehirde dolaştırılırmış. Bu esnada çeşitli hediyeler toplanırmış: Yiyecek, giysi, para vs… Son hafta dana kurban edilir hep beraber büyük bir şenlikle yenilir içilir, toplanan hediyeler ihtiyacı olanlara dağıtılırmış. Kaybolan aile üyeleri birbirlerini bulur ve şikayeti olanlar Godyalara isteklerini iletirlermiş. Büyük bir dayanışma ve sosyalleşme aracı olmuş Dana Bayramı o dönemde. Daha sonra Cumhuriyet döneminde unutulmaya başlamış. Afro-Türk derneği 2006 yılında kuruldu ve bulduğu bu bilgilerden sonra 2008 yılından itibaren Dana Bayramı Festivali yeniden kutlanmaya başlandı. Tabii ki günümüze uygun olarak. Şu an festival iki gün olarak yapılıyor. Genellikle mayıs ve haziran ayında. Birinci gün; yurti çi ve yurt dışından akademisyenlerin katıldığı bir panel, sergi, gösteriler, yürüyüş ve konser aktiviteleri; ikinci gün ise 400-500 kişinin katıldığı çeşitli aktivitelerin olduğu büyük bir piknik yapılmaktadır. Her geçen yıl uluslararası boyutta katılımcı sayısı artmaktadır.
Peki Festivalin ana teması ve mitoloji ile ilgisi nedir?
B. T.: Ana tema olarak birlik, beraberlik tüm Afrika diasporası ile kucaklaşma ve özellikle Türkiye’de çok az bilinen bu topluluk hakkında bir farkındalık ve bilinç yaratma. Çok derin ve geniş bir alana yayıldığı için mitolojik olarak henüz bir bilgimiz yok ama bu konuda araştırmalarımız devam ediyor.
Son olarak yeni nesil Afro-Türkler festivale dair ne kadar bilgi sahibi?
B. T.: Yaptığımız çalışmalarla her geçen gün daha çok kişiye ulaşıyoruz. Önümüzdeki dönemde daha çok gençlerle ilgili projeler yaparak, gençlere ulaşmayı hedefliyoruz…
Bridges of Cultures-Azonto Dance and Turkish Dance belgeselinin teaser'ını buradan izleyebilirsiniz.