Temas ettiğimiz insanların hayatımızda bıraktığı izlerin, hislerle olan bağlantısını ve kusurlarımızla bir bütünlük oluşturmasına odaklanan Loft Art’ın yeni sergisi “Yaşam, Şarkısını Söyler”i yöneticisi Ayşe Jaber ile konuştuk.
Bir süredir Türkiye’deki kültür politikaları ve sanat ekosisteminin sürdürülebilirliği üzerine düşünüyorum. Merkezi yönetimin kontrolcü yaklaşımı ve kamusal desteğin yetersizliği nedeniyle kültürel üretim alanları her geçen gün daha da erozyona uğruyor. Bu durum, kültürel çeşitliliğin gelişmesine pek de olanak tanımıyor. Yerel yönetimler ise kültürel erişimi artırmak ve kapsayıcılığı güçlendirmek adına çeşitli stratejiler geliştirse de çok sesliliğe yeterince alan açabildiklerini söylemek zor.
Özel sermaye paydaşlarının kültürel ekosistemi şekillendirmedeki etkisi ise son dönemde iyice belirginleşmiş durumda. Sanat fonları, sponsorluklar ve özel kurumlar aracılığıyla sağlanan destekler, kültürel erişimi artırma ve alternatifler yaratma potansiyeli taşıyor.
Bu desteklerin arkasındaki motivasyonları, stratejileri ve toplumsal etkileri anlamak, kültürel alandaki dinamikleri haritalandırmak açısından önemli. Bu yüzden, Arkas Sanat Alaçatı’nın ardından Akfen Holding’in sosyal girişimi Loft Art’ı ve kolektif iyileşmeyi odağına alan sergisi “Yaşam, Şarkısını Söyler” üzerinden bu meseleleri konuşmak için yöneticisi Ayşe Jaber ile bir araya geldik.
Loft Art’ın kuruluş stratejisi nedir? Kime hitap eder? Bugüne kadar bunu ne oranda karşıladı?
Loft Art, bağımsız sanatçılara eserlerini sergileyebilecekleri bir platform sunmak amacıyla kuruldu. Sanat piyasasında fırsat eşitliği yaratmayı hedefleyen bu oluşum, farklı medyumlarda üretim yapan sanatçıları izleyiciyle buluşturarak onların görünürlüğünü artırmayı amaçlıyor. Aynı zamanda, Akfen Holding’in sürdürülebilirlik odaklı kurumsal değerlerinden ilham alarak, sanat alanında da bu yaklaşımı benimseyip bağımsız sanatçılara üretimlerini destekleyecek bir alan sunmayı misyon ediniyor.
Loft Art, sanatçılara alan sağlamak, onların üretimlerini daha geniş bir izleyici kitlesine ulaştırmak ve sanatın yalnızca bir sergileme biçimi değil, aynı zamanda bir diyalog alanı olduğunu vurgulamak üzerine bir strateji geliştirdi. Bugüne kadar bu hedefe büyük ölçüde ulaştığımızı söyleyebiliriz. Ancak sanat dinamik ve sürekli dönüşen bir alan olduğundan, Loft Art’ın stratejisi de süreç içinde gelişmeye devam ediyor.
Loft Art’ın kuruluş stratejisi ile küratöryel pratiğiniz arasında bir bağ var mı?
Kesinlikle var. Küratöryel pratiğimde bireysel anlatılar kadar kolektif deneyimlere de alan açmaya çalışıyorum. Sanatçılarla iş birliği içinde, onların süreçlerine dahil olarak, bir topluluk bilinci oluşturmayı önemsiyorum. Bu sergide de bireysel eserlerin ötesinde, bir arada olmanın, dayanışmanın ve ortak bir iyileşme sürecinin altını çizen bir anlatı kurmaya çalıştım.
Türkiye’de yaşayan genç bir sanat profesyoneli olarak metodunuzu nasıl değerlendirirsiniz?
Bana göre Türkiye’de sanat profesyonellerinin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri sürdürülebilirlik. Benim metodum, bireysel başarı yerine ortak üretime dayalı, sanatçılarla diyalog içinde gelişen bir yaklaşımı benimsemek. Kolektif bir sanat ortamı yaratmak, yalnızca eserlerin sergilenmesinden çok, sanatçıların birbirleriyle ve izleyiciyle kurduğu bağı güçlendirmek üzerine kurulu.
Son dönemde kolektif bir aydınlanma içindeyiz gibi izliyorum, serginin girizgahı da buna işaret ediyor gibi geldi, bu anlamda sergiyi açabilir miyiz?
Kesinlikle. Bu sergi, bireysel seslerin bir araya gelerek nasıl güçlü bir bütün oluşturabileceğini göstermeyi amaçlıyor. Kolektif aydınlanma birlikte iyileşmekle mümkün. Sanatta bireysel ifadelerin ötesinde, ortak bir duygu alanı yaratmanın ve birlikte hareket etmenin iyileştirici gücüne inanıyorum.
Profesyonelleşme sanat hayatını nasıl etkiliyor? Bir kurum küratörü/yöneticisi olarak bugün üretiminizde ne gibi çıktılar izliyorsunuz?
Profesyonelleşme, sanat alanında bazı sınırlamalar getiriyor; özellikle sanatın ekonomik yönü ve sürdürülebilirlik kaygıları, özgür üretim süreçlerini etkileyebiliyor. Ancak bir küratör olarak, bu dengeyi sağlamak, sanatçılara bağımsız alanlar açmak ve sanatsal pratiğin özgünlüğünü korumasına yardımcı olmak benim önceliklerimden biri.
Loft Art’taki üretimimde, sanatın yalnızca ticari bir nesneye indirgenmemesi, aynı zamanda toplumsal bir hafıza oluşturması gerektiğine inanıyorum.
Buradan serginin kusurlar üzerine düşündürdüklerine geçmek isterim. Wabi-sabi, sevdiğim bir Japon felsefesidir. Şu ana kadar konuştuklarımızı toparlayınca yaşamı nasıl anlamlandırıyorsak sanatı da öyle diyebiliriz. Ben bu felsefeye yakın bir yerde durduğunuzu gözlemledim. Ne dersiniz?
Kesinlikle katılıyorum. Wabi-sabi’nin kusurları, eksiklikleri, geçiciliği ve değişimi kabul eden doğası, sanatla kurduğum ilişkiye çok yakın. Kusurların da bir hikâyesi olduğuna ve onların da sanatın ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyorum. Bu sergi de tam olarak bunu söylüyor aslında. Mükemmeliyet arayışı yerine, süreç odaklı, samimi ve organik bir sanat pratiğini benimsiyorum.
Bu bağlamda biraz açmak isterim; sizce iyi nedir? İdeal nedir? Kusur nedir?
Bu soruya tek bir yanıt vermenin mümkün olmadığını düşünüyorum, bu soruyu sanata indirgeyerek yanıtlamayı daha doğru buluyorum.
Sanatta “iyi” ve “ideal” kavramları sabit ve evrensel doğrulara dayanmaz; aksine, bağlamına, zamana ve bireysel algıya göre sürekli değişen, dönüşen kavramlardır. Benim için “iyi”, samimiyet ve anlam taşıyan bir üretim sürecine sahip olmaktır ve o gerçek olandır.
Bir sanat eseri, yalnızca teknik detaylarla değil, aynı zamanda sanatçının iç dünyasından, deneyimlerinden ve sorgulamalarından beslenen bir anlatıyla güçlendiğinde “iyi” olur.
“İdeal” ise, çoğu zaman ulaşılamaz bir hedef olarak belirlenen, toplumun veya bireyin beklentileriyle şekillenen bir algıdır. Sanatta ideal kavramı, üretimi yönlendiren bir motivasyon kaynağı olabilir; ancak aynı zamanda sanatçıyı kısıtlayan, deneysel yaklaşımları engelleyen bir baskıya da dönüşebilir, onu kendi gerçekliğinden uzaklaştırabilir.
Benim bakış açıma göre ideal, tek ve değişmez bir varış noktası olmaktan çok, sanatçının yaratım sürecinde kendi gerçekliğini keşfetmesini sağlayan bir yönelimdir.
“Kusur” ise sürecin kendisidir. Sanat, tamamlanmış ya da mutlak doğrular üzerine inşa edilen bir alan değildir; aksine, hatalarla, dönüşümlerle ve beklenmedik keşiflerle zenginleşir. Kusurlar, sanatın insani yönünü ve doğallığını ortaya koyar. Mükemmeliyet arayışının ötesine geçildiğinde, sanatçının iç dünyasının, kırılganlıklarının ve bireysel yolculuğunun en samimi izleri görünür hâle gelir. Bu yüzden kusurlar, sadece bir eksiklik değil, sanatın en özgün ve değerli parçalarından biridir.
Siz odaklandığınız üretim sürecini düşündüğünüzde, odaklandığınız sanatçılar topluluğunu nasıl tarif edersiniz? Bu grupla çalışma pratiğiniz nasıl şekillendi?
Odaklandığım sanatçılar genellikle anlatacak güçlü bir hikâyesi olan, üretimlerinde içtenliği ve samimiyeti ön planda tutan sanatçılar. Onlarla çalışma pratiğim ise bireysel değil, diyalog içinde gelişen bir süreç. Sanatçının üretim sürecine dahil olmayı, onun bakış açısını anlamayı ve bu sürecin küratöryel anlatıya nasıl eklemleneceğini keşfetmeyi önemsiyorum.
Son olarak sergide özel olarak değinmek istediğiniz, meseleleştirdiğiniz şeyleri özetler misiniz?
Bu sergi, izler ve hisler kavramı etrafında şekillendi. İnsanların hayatlarımızda bıraktığı izler ve bu izlerin bizde uyandırdığı duygular üzerine düşündük. Karşılaştığımız kişiler ve yaşadığımız deneyimler, yalnızca fiziksel dünyada değil, ruhsal derinliklerimizde de izler bırakıyor ve kimliğimizi inşa ediyor. Bu sergi, tam da bu izlerin ışığında kusursuzluk arayışını sorguluyor: Kusursuzluk nedir ve neden peşindeyiz?
Sergi, hayatımıza bırakılan her izin bizi biz yapan, anlam katan ve aslında kusurlarımızla birlikte bizi tamamlayan unsurlar olduğunu hatırlatıyor. Aynı zamanda sanatın yalnızca bireysel değil, kolektif bir süreç olduğunu ve iyileşmenin ancak birlikte mümkün olabileceğini vurguluyor.
Geçtiğimiz günlerde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü geride bıraktık. Sanat alanında üreten, emek veren ve mücadele eden tüm kadınların yanında olduğumu özellikle belirtmek isterim. Bu sergide de kolektif üretimin gücünü ve dayanışmanın iyileştirici etkisini ön plana çıkarmaya çalıştık.
Ayşe Jaber’in küratörlüğünü üstlendiği, Ahmet Yiğider, Berk Kakeci, Bertan Ekici, Emre Tura, Ergül Karagözoğlu, Ezgi Kılıç, Fatih Altan, Halil Vurucuoğlu, Hüseyin Rüstemoğlu, İlyas Arapoğlu, Kaan Fıçıcı, Lale Yılmaz, Nihan Çakır, Taylan Öngünç ve Zuhal Baysar’ın eserlerinden oluşan “Yaşam Şarkısını Söyler” sergisini Loft Art Project’te 22 Mart’a kadar ziyaret edebilirsiniz.