24 ARALIK, SALI, 2024

Konuşmanın Ötesinde: "Bilgelik Terazisi"

Nergis Abıyeva’nın küratörlüğündeki “Bilgelik Terazisi” sergisi kapsamında Melis Golar ve Elif Dastarlı’nın katılımıyla gerçekleşen konuşmanın ardından söylenenlere ek, söylenmeyenler üzerine bir yazı.

Konuşmanın Ötesinde:

Konuşmalarda, zaman ve konu nedeniyle bazen atlamak zorunda kaldığımız ama önemli bulduğumuz noktalar olur. Bu yazı, Nergis Abıyeva’nın küratörlüğündeki “Bilgelik Terazisi” sergisi üzerine düşündüklerim ve notlarımın bir derlemesi. Sergi hakkında söylediklerimin yanı sıra konuşmada dile getirmediğim ama önemli bulduğum bazı başlıkları da içeriyor. Bu metin, düşüncelerin sonucu yerine daha çok ucu açık sorularla, akışkanlıktan çok zihinsel sıçramalar ve çağrışımlarla dolu. Buyurunuz. 

Nergis Abıyeva küratörlüğünü yaptığı “Bilgelik Terazisi” sergisinin konuşması için beni davet etti ve bu sırada küratöryal bakış açımı ihtimamlı bulduğu için beni yanında istediğinden bahsetti. Kendi kendime sordum “acaba neyi ihtimamlı buldu benle ilgili?” diye. Bahsettiğinin bir metodoloji olduğunu sanıyorum. Kişisel protokollerinin ne olduğunu belirlemekle ilgili, bir küratör olarak önceliklerimi nelere veriyor olabilirim? Nergis’in bahsettiği galiba buydu. Elbette tüm küratörlerin metodolojisinde bir çeşit ihtimam mevcut. Bu vesileyle hem kendi pratiğimi hem de meselenin küratörlük üzerinden ne tür uzantıları olabileceği hakkında bir zihinsel harita çizmiş oldum.

​Önce biraz mevzunun temeline gireyim. Küratör kelimesinin anlamının nereden geldiğini uzun uzun anlatma gibi bir derdim yok.[1] Fakat şu kısa notu geçmek isterim ki, kürate etmek kelimesinin etimolojik kökenleri, 14. yüzyılın sonlarında “curatus” kelimesini kapsıyor o da; (ruh) bakımdan ihtimam göstermek ve aynı zamanda iyileştirmek için ihtimam gösteren anlamına geliyor[2]. Ve zaman içerisinde bu tanım “Müzede sergilenecek veya bir sanat koleksiyonunun, serginin vb. bir parçasını oluşturacak nesnelerin seçiminden ve bakımından sorumlu olmak”[3] tanımına doğru eviriliyor. Tanımın içinde ihtimam sadece nesnelere dair gibi görünüyor. Bir grup küratör hâlâ daha bu fikri benimsiyor. Bu tanım eski değil, Cambridge sözlüğünden alıntılanan en güncel versiyon. Oysa bugünün küratör tanımı daha çok ilişkiler yönünde kuvvetli, sanatçılarla iyi iletişim kurabilen, birlikte üretmenin ve paylaşmanın önde tutulduğu daha kapsayıcı bir modeli öne sürüyor. Kısacası küratör kelimesinin anlamındaki “ruh bakımından ihtimam göstermenin” önemi zaman içinde değer kazanmış görünüyor. Diğer bir deyişle kelimenin özüne geri dönmüşüz.

Benim pratiğime gelirsek, ihtimam göstermenin bir küratör olarak dinlemekle başladığını düşünüyorum. Sonrasında paylaşmak, birlikte düşünmek ve fikirleri çoğaltmak geliyor. Öte yandan, bir gerçek var ki sanatçı ile geçirilen vakit beraberinde bir arkadaşlığı da getiriyor. Bu da ilişkinizi ve yaptığınız işi daha özenli kılıyor. Aynı zamanda bu kavramın sevmekle de yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. İşinizi, eserleri, sanatçıları, üzerinde durduğunuz konuları, kurumları, kısacası bu denklemdeki aktörleri sevebilmek gerekiyor. Yaklaşımlarımız küratöryal bakışımızı da ele veriyor bir anlamda. Tüm bunlara ek olarak, merak da ihtimamı besleyen bir unsur kanımca. Sevdiğim bir küratörün söylediği bir söz kulaklarımdan gitmiyor “Anlamadığım işleri daha çok merak ediyorum”. Aslında bu da bir tür itina gösterme biçimi, anlamadan vazgeçmek yerine anlamaya çalışarak iç gıcıklayıcı o sebebi bulma arzusu. Bugün müzeciliğin tanımı ve çalışma esasları değişti. Örneğin sömürgeci tarihini mağdurun tarafından hikâye etmek, tarihi farklı şekilde okumak ve buna göre sergileme yöntemleri geliştirmek ön plana çıktı. Tıpkı kurumlar gibi küratörün ilgilendiği konular ve yaklaşımlar da küratöryal bakışla ilgili ipuçları veriyor. Sanatçıyla olan ilişkinin ihtimamlı olması kadar işlenen konular da bunun bir parçası oluyor. Dezavantajlı pozisyonlara, gözden kaçırılan veya haksızlığa uğrayanların hikâyelerine dair aktif bir özen, saygı, ilgi ve bakım göstermek de bir yol.

Konudan uzaklaşmayayım; burada aslında küratörün sorumlulukları açısından koleksiyon yönetimi, bakımı, korunması gibi konuların dışında duran sergi kurgulama, metin yazma, sergiyi tasarlama ve iletişim gibi tanımın içinde bulunmayan pek çok unsur mevcut. Sanatçıya ve kuruma olan sorumlulukların yanı sıra izleyiciye de bir sorumluluk var elbette. Bunu sanatçıyla birlikte taşıyor olsa da küratör, sanatçının ifadelerini daha açık veya örtük hale getirmek konusunda önemli bir rol oynuyor. Bunlar üzerine düşünmek başkasının gözünden yapıtı anlamaya, görmeye çalışmak bir birikimin yanı sıra çoğu zaman empati yapmayı gerekli hâle getiriyor. Oysa bunu yapmayı seçmeyen ve bugünün katı tanımlarına uyan, gelenekseli devam ettiren, hiyerarşik bir düzenden yana olan pratikleri tercih edenler de söz konusu. Kurumlar düzeyinde ilişkileri düşünüp konuyu daha mekanik ve sınıfsal ele alan, hiyerarşiyi dayatan bir sistemden yana olmak benim açımdan güç. Ben birbirinden öğrenilen bir sürecin varlığına inanıyorum. Hiyerarşi bilginin içinde kendini var eder ve kategorileşebilir fakat bu durum kişiler arasında olduğunda konu bir güç savaşı hâlini alıyor ve başkalaşıyor. Sanırım “Bilgelik Terazisi”nin[4] de tartmak istediği bahsettiğim bilginin hiyerarşisi olurdu.

​Bu konuşmaya davet edilen diğer kişi ise sanat tarihçi, akademisyen, yazar Elif Dastarlı. Bu vesileyle onunla tanışıp, “Sanatın Tozunu Almak: Gündelik Hayat ve Feminist Sanat” başlıklı harika makalesini okumuş oldum. Bu makale etrafında Abıyeva’nın işlediği konuya dair etkin bir düşünme alanı yarattı.

Ev işleri ve gündelik hayattaki sorumluluklar, bakım göstermek durumunda olunan çocuk, aile fertleri vs. gibi kişiler veya ev içi veya dışı kimi mecburi görevlerin çoğunlukla kadınlara yüklenmesi gerçeğini toplumsal cinsiyet rollerinin yanlış dağıtımı üzerinden eleştiriyoruz. Rollerin tek yönlülüğü tartışmanın ana konusu fakat ben bu görevlerin yaratıcılığı tetikleyen kısımlarıyla da ilgileniyorum. Çünkü yaratıcılık ürettiğiniz esnadan çok, üretmediğiniz ve beyninizin fikri işlediği anlarda ortaya çıkıyor. Bazen bir kitap okuduktan sonra onunla ilgili bir meseleyi aylar sonra hayatın içinde yüzleştiğinizde çözebiliyorsunuz. Birden fazla görevi aynı anda yapabilme kabiliyetinin kadınlarda daha yüksek oranda olması bir tesadüf değil ve bilimsel bir gerçek. Bunlara Dastarlı da makalesinde değiniyor. Makalede aynı zamanda dikkatimi çeken bir tür kahramanlıktan bahsediyor; ki o da sadece kendini işine veren ve atölyesinden çıkmadan canla başla üreten sanatçının romantik çalışkanlığı. Bu sırada onu bekleyen ev işleri ve hayatın gerçekleri etraftaki bir kadının omuzlarına binmiş bir biçimde görünmez bir emekle üstesinden geliniyor. Kahramanımız ise melankoli ve başarılı olma hırsı arasında mekik dokurken varoluş krizleri yaşıyor. Peki ya hem bu sorumlulukların üstesinden gelen hem de üretimini yapmaya devam eden kadın sanatçıların emeğine ne tür bir rütbe vermeli? Burada belki “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?”[5] sorusunu sormanın tam da sırası. Dastarlı kadının birden fazla işi aynı anda yapabilme kabiliyetini “bir kadının hissettiği bu güç, kahraman sanatçının tümüyle kısır bir bencillik içinde kendini kopardığı bir güçtür” olarak ifade ediyor. Kısaca romantik kahramanlar değil gerçekçi yeteneklerin varlığını ayırt etmeyi öneriyor.

​Yukarıda bahsettiğim küratöryal görevleri kurumsal iş tanımları olarak düşündüğümüzde ihtimam göstermek, bakım vermek, ilgilenmek veya düzeltmek gibi tasvirler kendi içinde tutarlı ve kurumsal duyuluyor. Oysa gerçek deneyim tam da Mierle Laderman Ukeles’in Dört Bakım Eylemi performansında müzenin basamaklarını ovduğu, vitrinlerini temizlediği gibi görünmez fakat yapılması elzem olan emeği akla getiriyor. Bunlar görev tanımında olmasa da, kısıtlı kaynaklardan, aciliyet teşkil etmesinden veya tanımların düzgün yapılmamasından ötürü düşünmeniz gereken ince fakat önemli detaylar hâlini alıyor. Çoğu ayrıntı yüksek oktavlı kurumsal tanımların içinde yer almasa da bu görevler zaruriliğini koruyor ve birileri tarafından yerine getiriliyor. Bunların yapıldığını şikâyet etmek değil asıl amacım, görünmez emeği görünür kılmak ve hafife alınmaması gerektiğini ifade etmek. Tıpkı kahraman sanatçıların akşam eve döndüğünde sıcak çorbasının hazır beklemesi gibi, kimi görevler sessizce birileri tarafından üstleniliyor ve hallediliveriliyor. Bu konu ile ilgili kendi deneyimim yıllar içinde galeride iş görüşmesinde aldığım bir nasihatle yakından ilişki. Galeri sahibi bana sanatın bir iş değil, bir yaşam biçimi olduğunu ve çalışma saatlerine odaklanmaktan çok yaşamıma sanatı entegre etmeyi planlamamı önermişti. Yani tam anlamıyla; yaşam ve sanatı birbirinden ayrı iki mefhum olarak görmekten vazgeçtiğimde bu görevler bana zor gelmeyecek demek miydi? Sanatın tozunu almak deyimi bu yüzden kanımca mecaz-ı mürsel yapmanın da ötesine geçiyor. Geçmişte müzede ve o dönem galeride çalışan ben, müzenin mesafeli kurumsallığından, galerinin gündelik hayata yakınlığına geçiş yapmış ve sanatçılarla iletişimimin farklılaştığını hissetmiştim. Onların ihtiyaçları, yaşadıkları ekonomik zorluklar, psikolojik durumlar gibi daha özel meseleler devreye girmeye başlamıştı. Bu sorunlar ne kadar profesyonel olmaya çalışırsak çalışalım hayatın gerçeğine, sanatçıların işlerine yansıdığı için iletişime de yansıyor, titizlik ve düşünce gerektiren bir dil gerektiriyordu. Bugünün profesyonel tanımlarından oldukça uzak olan bu sınırın henüz hâlâ çekilebildiği bir düzlem mevcut değil. Belki “profesyonel” tanımında sorun vardır, bilmiyorum. Ama ne olursa olsun ihtimam göstermek bir küratörün, müze çalışanının veya galeri sahibinin görevinden çok bana karşılıklı bir anlama hâlini hatırlatıyor.

Öte yandan özen ve itina göstermenin kendi içinde bazı araçları var. Bunlar hekimler için ilaç, bazı kültürlerin içinde ritüeller ve totemler iken küratörler için de yukarıda bahsettiğim metotların tamamı sayılabilir. Sanatçılarda da bu bir simyacı gibi işliyor bence. Kendi iyileşme yöntemlerini kendi tılsımlarını oluşturarak bulduklarına inanıyorum esasen. Sergide de dolaylı bir nesne tasviriyle ihtimam fikrini sembolize etme Alp İşmen, Başak Kaptan ve Damla Sari’nin yapıtlarında belirgin hâle geliyor. Sanatçılar nesneler üzerinden insanlara atfettikleri bazı özellikleri izleyiciye aktarıyorlar. 

Alp İşmen’in Şükran başlıklı çalışmasında yastığa yalnızca bir dinlenme nesnesi olarak değil, aynı zamanda temas, bakım ve hafıza arasında dolanan bir geçiş alanı olarak yer veriyor. Bakımın biyolojik veya heteronormatif aile yapısının sınırlarını aşan, “anne-çocuk” ilişkisinin dışında, şefkatin toplumsal cinsiyet normlarının ötesinde nasıl bir ihtiyaç ve eylem alanı olarak var olduğunu gösteriyor. Köklerin varlığı, geçmişten geleceğe aktarılan bir yapının tekil ve sabit rollerle sınırlı olmadığını vurgularken yastık hem bir tür sığınak hem de bir şefkat alanı olarak yeni anlamlar buluyor. Başak Kaptan, Sümerbank çarşafları ile kendi çocukluğunu bugüne çağırıyor. Bu çarşafla kızını oynatarak nostaljik bir nesneyi anonim olmaktan kurtarıp kızıyla bir anı hâline getiriyor. Benzer bir hissiyatla Kaptan, A harfi ile kızının öğrenme sürecini kopyalıyor ve onu bir sanat yapıtı hâline getirerek ölümsüz kılıyor. Bir anlamda kendi hafızasını çocuğu için kaydederek, ona bir tür arşiv bırakıyor ve aralarında ilişkinin biricikliğine hafıza ve nesneler üzerinden ihtimam gösteriyor. Damla Sari’nin sanatını en başından beri takip eden ve onunla çalışma fırsatı bulan biri olarak, heykellerinin aslında birer otoportre olduğuna inanıyorum. Havadan Sudan yapıtında, kendisiyle bütünleşen mavi kadifeyi hareket ettiriyor ve bu ritim onu bir dalgaya dönüştürüyor. Nesneleri, “Ben olsam nasıl hareket ederdim?” sorusuyla ele alıyor ve sezgileriyle soyut olanı somutlaştırıyor. Sari, sanat eseriyle arasındaki derin bağı samimiyet ve özen fikri ile pekiştiriyor.

​Tekrar meditatif ve iyileştirici bir eylem. İnsanın fiziki ve zihinsel alıştırmalarla bazı kanalları açma ve kapamasını kolaylaştırıyor. Tekrar aynı zamanda sanat pratiğinin temeline de yerleşen bir faktör. Gündelik rutinlerin içinde de tekrar etme eylemi baskın. Her ikisini de fiziki bir eylemden çıkıp, zihinsel olarak aktive olunca işe yarar hâle geliyorlar. Beyza Boynudelik bunu İç Ses videosunda tatbik ediyor ve sanatı ile gündelik hayatı arasında bir tür pasif direniş örneği gösteriyor. Boynudelik tüm sanat aktörlerini kucaklayan gündelik hayatta hepimizin aklımızdan geçen varoluşsal, sanat piyasasına dair soruları fasulye ayıklarken sorguluyor. Bu sırada şarkılar mırıldanıyor ve sanki aklını varoluşsal sorulardan uzaklaştırmaya ve gündelik hayatın olağanlığına döndürmeye çabalıyor. Züleyha Altıntaş tekrar ve ritmi en iyi anlatan örme eylemiyle bütünleştiriyor Görünmez Emek yapıtında. Heykelin geleneksel anlayışından çıkan, anıtsal hâlden uzaklaşarak geçişken ve akışkan hâle gelen form, kadınların gündelik yaşama daha fazla dahil oluşunu akıllara getiriyor. Dastarlı’nın makalesinde bahsettiği -ev ile ilgili bir iş yapması gerektiği için çalışma odası yerine- oturma odasında çalışmak durumunda kalan ve iki saatten fazla bir süre konsantre olamadan çalışan sanatçılar dünyanın tüm yükünü sırtlarında taşımaya mahkumlar mı? Züleyha’nın emeğini ön plana çıkardığı sırada sorduğu o ünlü soruların karşılığında ben de ona sormak isterdim, acaba meditatif örme eylemini iki saat boyunca hiç bölünmeden yapmayı başarabildin mi?

Çiğdem Menteşoğlu bir iş üretmenin zorluklarını gebeliğe benzeterek yaratım sürecinin zor fakat kendi içinde öğretici ve sağaltıcı anlarını düşündürüyor. Sergi açmanın gerçekten doğum yapmak gibi sancılı bir var etme hâli olduğunu aramızda sürekli tekrarlarız. Aslında varoluş olarak yaratma eylemini bir fiil deneyimleyen cis kadınlar, yaratıcılığın en temelindeki sancılara en yakın varlıklar. Belki de bu yüzden Dastarlı’nın makalesindeki o kahraman sanatçı modeli bunu deneyimleme çabasını içten içe taşıyor ve bunu komik bir dramaya çeviriyor.

Merve Zeybek ise meseleyi felsefi boyutlarıyla ele alıyor. Bilgelik terazisine ithafen yapmış olduğu çalışma yukarıda bahsettiğim bilgeliği dengeleyen terazinin boş kısımlarına referans veriyor. Zeybek tartının boş olan kısmını dolu olanı yaratan neden olarak görerek kendi pratiği ile soyut bir görselliği harmanlıyor. Bu düşünceyi ileri-geri götürerek farklı zihinsel bağlantılar kurmaya vesile oluyor Bilgelik Terazisi çalışması Abıyeva’nın küratöryal seçkisine anlam ve derinlik katıyor.

Selin Göksel’in yapıtı ebeveynliğin bakım ve ihtimam kavramıyla olan ilişkisini ön plana çıkarıyor. Kendini ütüleyen metalden yapılmış figür kendine yetmek, ev işleri ve sanat üretimi arasındaki gitgelli ilişkiye esprili bir dille yaklaşıyor. Bu çalışma, aynı zamanda beni yaşadığımız coğrafyanın aile ilişkileri üzerinde de düşündürdü. Göksel, babasının mesleğine ve kendisine ithafen bir iş üretmiş. Konu ihtimam olunca Alp İşmen, Başak Kaptan, Çiğdem Menteşeoğlu ve Selin Göksel’in yapıtlarında akla ilk gelen aile şefkati, bakımı ve özeni olduğu gözlemleniyor. Bu noktada acaba bu sergiyi Danimarka’da yapıyor olsak bu konu yine aile üzerinden bir okumaya tabi tutulur muydu diye düşünmeden edemiyorum. Bu tür okumaların kültürle yakından ilgisi var. Bunun dile yansıması benzer prensipleri taşıyor. Abıyeva’nın bu sergi için paylaştığını bilmeden Instagram’da “care” kelimesinin en iyi karşılığının ihtimam[6] olarak kabul ettiğini söylediğini hatırlıyorum. Bu kelimeyi ben de bazı metinlerde nasıl kullanacağımı bilememiş, Türkçe metinlerin içine bakım yazsam da yanına (care) olarak iliştirmiş, İngilizcesine muhtaç hissetmiştim. Sanırım bana Türkçesi İngilizcedeki kapsayıcılıkta hâlâ dahi gelmiyor. Aile ile ilgili özelliklerin oldukça gelişkin olduğu kültürümüzde aslında kelimenin yeri kapsamlı fakat buna rağmen dilimizdeki yeterliliği muğlaklığını sürdürüyor. 

​Sözlerimi, Nergis Abıyeva’nın küratöryal yaklaşımına değinerek bitirmek isterim. Sanat tarihi disiplininden gelen Abıyeva’nın Tiraje Dikmen gibi “kanon dışı” sanatçılar üzerine çalışmış olması, zorlu ve özveri gerektiren bir küratöryal yönteme evrilmiş. Karşı durduğum hiyerarşik yapıların kolaycılığına düşmeyerek sergilediği bu tutum, bana göre ihtimamın ta kendisi. Buradan şu soruya gelmek istiyorum: Şefkat, ihtimam ve empati yalnızca sevdiklerimize mi gösterdiğimiz bir özen yoksa bu değerleri iş hayatımıza ve “profesyonel” dünyamıza da taşımamız mümkün mü? Öğrenilmiş veya dayatılmış kuralların profesyonel sayılmadığı iletişimin daha açık, anlamaya yönelik bir çalışma prensibi ile de yaşamı ve çalışma hayatını bir arada sürdürebilir miyiz? Kadınların birden fazla işi aynı anda yapabilme yetisini, ayrıştırıcı cinsiyet rollerini bir kenara atıp sanat üretme ve hayatta kalma metotlarımızı bir düzleme hakkaniyetli biçimde koyabilir miyiz? Buradan da aslında Züleyha’nın yapıtında sanatçının denetiminde erkeklerin emeğiyle bir kanaviçe olarak işlenen o meşhur soruya geliyorum ve gerçekten bu sorunun cevabını hep merak ediyorum. Sahiden; ya dünyayı kadınlar yönetseydi?

[1] Konu üzerine daha detaylı yazı serisi önerim. Alat, M. (2024, Aralık 6). Küratörün Görevi I. Beatartshare. https://beartshare.com/blog/kuratorun-gorevi-1
[2] curate. (2024). In Merriam-Webster Dictionary. https://www.merriam-webster.com/dictionary/curate#word-history
[3] curator. (2024). https://dictionary.cambridge.org/dictionary/english/curator
[4] Küratör metninden alıntıdır. Orta Çağ İslam dünyasında tasarlanan ve üretilen en karmaşık hidrostatik terazilerden biri. Abdurrahman Hazinî (11. ve 12. yüzyıl) tarafından Kitâbü Mîzâni’l-hikme [“Bilgelik Terazisi Kitabı”] başlıklı kitapta ayrıntılı bir tanımı sunulan terazi, değerli metallerin ve değerli taşların değerini belirlemek için kullanılmış. Hazinî’nin terazisi sadece farklı türde ölçümler yapabilme yeteneğine sahip değildi; aynı zamanda hassasiyet açısından dönemin diğer bütün terazilerinden büyük ölçüde üstündü. Çağdaş kaynaklara göre bilgelik terazisinin doğruluğu muazzamdı. Hazinî’nin de önerdiği gibi daha iyi sonuçlar elde etmek için tekrar etmek esastır.
[5] Nochlin, L. (2008). Neden hiç büyük kadın sanatçı yok. Sanat/Cinsiyet: Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri, 119-159.
[6] Abıyeva, Bilgelik Terazisi sergisinin küratöryal metninin dipnotunda “care” sözcüğününTürkçe karşılığı olarak “ihtimam” sözcüğünü yeğlediğini yazıyor.

0
1693
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage