Tarihiyle, insanlarıyla, eski Rum evleriyle adını surlardaki Blaherna Sarayı’ndan ya da Rumca “palatiyon” teriminden aldığı varsayılan Balat… Eski İstanbul, meyhaneciler şehri ve bir zamanlarki Rumların semti. Balat, tarihin ilk yerleşim yeri, tarihi Rum evleri, dar, güneş almayan sokakları ile adeta bir açık hava müzesi.
Gezime Balat’ın kalbinde yer alan Plato Sanat ile başladım. Plato Sanat’ta yer alan “Performing Memory” adlı sergi Marcus Graf küratörlüğünde sekiz sanatçının performansları ile 10 Haziran’da açıldı. Performans derken akla canlı, tiyatral şeyler gelmesin! Bu bir arşiv, dökümantasyon sergisi. Performans yapılırken herkes nefesini tutup izleyebilir ve her şeyi anlık belleğe aktarabilir. İşte bu noktada daha da önemli bir mevzu baş gösterir. Performansı saklamak! Arşivi nasıl yapılır? Sergi tam da bu nokta da bunu göstermek ve performans sanatının önemi üzerine hazırlanmış. Burak Delier, Nezaket Ekici, Didem Erk, Genco Gülan, Erdal İnci, Hacer Kıroğlu, Burçak Konukman, Ferhat Özgür bu sergide yer alan sekiz sanatçı. Hepsinin neredeyse ilk yapıtlarından beri yaptıkları bazı performanslar ve bu performanslarda kullandıkları önemli objeler sergide yer alıyor. Sergiyi gezerken bir yandan ekranlara bakıp, diğer yandan kendinizi bir müzedeymiş gibi hissedebiliyorsunuz. Birçok şey pleksi kutular altında korumaya alınmış. Arşivsel bir nitelikle sanki bir müze!
Nezaket Ekici’nin Love Boxes ya da Kiss adlı performansları, Erdal İnci’nin kendi hareketinin birden fazla tekrarları ile oluşturulmuş videoları, Burak Delier’in Sessizlik ve Art Talks performansları, Ferhat Özgür’ün her biri birbirinden daha ince düşünülmüş, yapılmış ve yaptırılmış Ahmak Yapım, Haftanın 7 günü Böyleyim adlı performansları ve diğerleri. Didem Erk’in yenmiş eski kitapları, Genco Gülan’ın 90’ların sonunda yaptığı Türkiye’de çağdaş müze eksikliğini ortaya koyan müze tabelası, Hacer Kıroğlu’nun el yazması ve en son olarak da Burçak Konukman’ın birbirinden farklı yapıtları ve IPA. Sergide yer alan en önemli şeylerden birisi IPA’nın varlığı. Küratörün Türkiye sanat ortamında performansın gelişimi için göstermek istediği bir yol. Sergi o kadar etkileyici ki her bir yapıtta aklı kalıyor insanın, geriye tekrar tekrar dönüp bakıyorsun. Bu sergi 13 Eylül’e dek kaçırılmaması gereken yegane sergilerden birisi!
Buradan sonra yola Balat’ın arka sokaklarından devam ettim. Dar sokaklar, hâlâ eski ruhunu koruyan, kendini yaşayan ve sürdüren insanlar… Sokak aralarında oyun oynayan minik çocuklar, pencereden pencereye konuşan kadınlar ve evler arasında asılmış ipte çamaşırlar… Kozmopolit İstanbul’un eski, samimi, nostalji semti Balat!
Karşıma her çıkan dükkan, kafe ve antikacıyı tek tek gezdim ve dokunduğum her nesnenin tadının sadece Balat olduğunu anladım. Çok sıcak olmayan –serin bile sayabileceğim- bir günde kapı önünde oturan yaşlılarla göz göze gelip, gülümsemelerle yeniden kaybedilmişi hissettim. Tam bunları düşünerek ilerlerken karşıma çıkan Hepsi Hikaye beni benden aldı. Ayşe Teyze’nin bu şirin antikacı dükkanı minik bir zanaat galerisi gibiydi. Taş altı tekniği ile yapılmış Şahmaranlar ve diğer resimler... İçerideki toz kokusu minik objeler ile bütünleşmiş ve çoktan kendi kimliğini oluşturmuştu. Sanki oradan bir objeyi çıkarsanız her şeyin büyüsü bozulacakmış gibi geldi.
Yolun bir kısmında karşıma çıkan Agora Meyhanesi yeniden semte döndürdü beni. Meyhaneciler Semti! Agora Meyhanesi, 1890’da Bizans Sur’ları içine kurulmuş 90’lara kadar eski sahipleri Yunanlılar tarafından işletilmiş, bugün, son üç yıldır ise Ezel Akay tarafından işletilen efsane bir mekân! İçeride her bölüm bir hikaye. Dinledikçe, tattıkça mest oluyor insan. İşletmecisi Tuna Bey Eski Rum ustalarının mezelerini sadece organik ürünlerle yapıp, günümüzde klasikleşmiş meyhane anlayışın dışına çıkıp aslında meyhaneciliğin otantikliği ile bir bağ kurma amacı güttüklerinden bahsetti. Kurutulmuş etleri, sucukları ve daha niceleri. Bir akşam gidelim mi?!
Sokaklarda yürümeye devam ettikçe kendimi daha da İstanbul’un dışında hissettim, gerçeğin içinde hayali yaşamaya başladım. Balat, ruhumu, kendi ruhu ile bütünleştiren bir ana taşıdı beni. Varlığımı kolaylıkla teslim edebileceğim, özümü özüyle özdeşleştirmekten kaçınmayacağım bir yer.
Cibalikapı civarlarında yürürken karşıma eski evlerin cephelerinde eski yüzler çıktı. Birisinin yüzü beyaz, gri boya ile kapatılmış. Diğeri hâlâ şanslıyız ki görünüyor. Neden tüm güzel şeylerin üstünü kapatırlar ki? Roma İmparatorluğu’nda buna verilen isim ‘domnatiomemori’ yani hatıraların lanetlenmesi ya da daha da açık söylemek gerekirse Vandalizm. Neredeyse dip dibe iki binada JR’ın ince saman kağıtlarına basıp gönüllüler yardımı ile duvara yapıştırdığı, birkaç ülkede yapıp da son ayağı olarak Türkiye’yi seçtiği "Şehrin Kırışıklıklarına Dokunmak" projesinden iki fotoğraf. Tüm bahsettiklerim bu iki fotoğraf üstüne. Bu kadar eski bir tarihle hâlâ ayakta duran binaların yüzlerinde en az onlar kadar eski insan portreleri. Ötekilerde kapatılmadan görmek, hâlâ güzel şeyler varken umutlanmak gerek.
Yolda sahilden Haliç’i izleyerek yürümek, rüzgarı hissetmek. Yeni durağım Rezan Has Müzesi oldu. Kadir Has Üniversitesi içinde yer alan müze şimdilerde Urartu Takı Koleksiyonu’nu sergiliyor. Okulda çalışanların, güvenliklerin pek bir şeyden haberi olmasa da siz müzeyi el yordamıyla bulabiliyorsunuz. 17. yüzyıla tarihlenen Osmanlı Yapı kalıntısı ve 11. yüzyıl Bizans Su Sarnıcı ile geçmişi geleceğe bağlamış gibi görünen müze o kadar etkileyici ki, sergi mi yoksa mimari mi daha göz kamaştırıcı karar veremiyor insan.
Rotamıza Nuruosmaniye’den devam ediyoruz. Buradaki ARMAGGAN Sanat ve Tasarım Galerisi, ARMAGGAN mağazasının üçüncü katında yer alıyor. Genç ve yenilikçi galeri, “Maddenin Halleri III” adlı sergide birbirinden farklı tasarımcı ve farklı disiplinlerde çalışan sanatçıları bir araya getiriyor. Sergide farklı malzemeleri kullanan, apayrı görüşlere sahip 44 sanatçı ve tasarımcı, 18 grup ve sekiz bireysel çalışmanın sonucunu görüyorsunuz. Yaz sergisi olarak düşünülen proje bir yıllık uzun uğraşlar sonucunda yaz aylarında İstanbul’un en önemli sergileri arasına girmeyi hak etmiş. Klasik yaz sergileri dışında düşünülmüş, uğraşılmış bir sergi. Sergi büyük bir mekânda apayrı bakışlar sunuyor izleyiciye. Daha az eser sergiyi daha da güçlü bir noktaya götürebilirmiş sanki. Etkileyici ve yoğun bir sergi. Zoom Tpu (iç mimar) – Nesren Jake (ressam), Nejla Güvenç (moda tasarımcısı) – Şifa Girinci (ressam), Tan Taşpolatoğlu (ressam) – Thenny Bal (ürün tasarımcısı) bireysellerden Mustafa Karyağdı, Şükrü Karakuş, Ayşen Özen sergide yer alan sanatçılardan sadece birkaçı. Sergi 5 Eylül’e kadar kesinlikle görülmeli!
Rotanın sonunda yine Nuruosmaniye’de ki Nuruosmaniye Camii’ne gidebilir, muazzam kelimesinin karşılığını görebilir, yolunuzu Sultanahmet’e çevirip bir Sultanahmet Köftesi yiyip yorgunluk kahvesi içebilirsiniz. Geçirdiğiniz günün keyfini düşünebilir, bin bir farklılıktan sonra Balat’ı, Tarihi Yarımada’yı geride bırakıp şayet gidebiliyorsanız evinizin yolunu tutabilirsiniz.
Uyanın rüyadan! Hoşgeldiniz şimdi gerçek İstanbul’a!