Yeşim Akdeniz 13 Mayıs - 25 Haziran tarihleri arasında Pi Artworks’te “Kulüp Distopya” isimli bir sergiyle sanatseverlerle bir araya geliyor. Yapıtları daha önce MAK Museum (Viyana, 2013), Guggenheim Gallery (Los Angeles, 2013) ve Stedeljik Musuem (Amsterdam, 2004) gibi kurumlarda sergilenen sanatçı, tasarladığı bu gerçeküstü kulüpte, erken dönem Cumhuriyet mimarisinin ulus devlet kurma ülküsünü yansıtan ancak bugüne ulaşmayan örneklerini kendi resim dünyasında yeniden ele alıyor.
Yeni sergisinde 1930'larda modernizmi Türkiye’deki gündelik yaşama sokmak, bireylere ideal bir hayat tarzı benimsetmek amacıyla inşa edilen kamusal binaları konu edinen Yeşim Akdeniz; bu bağlamda Taksim Belediye Gazinosu, Çubuk Gazinosu, Ankara Sergi Evi, İstanbul'un farklı yerlerindeki fabrika binalarını tuvaline çeşitli göndermeler ve öykülerle işliyor.
Yeşim Hanım öncelikle sizi tanıyalım?
İzmir'de doğdum. Ancak ben şuralıyım veya kendimi buraya ait hissediyorum diyebileceğim bir yer olmadı. Çok yer değiştirdim ve bunun beni özgürleştirdiğini düşünüyorum. İlk solo sergimi 2001 yılında Hollanda'nın Almanya sınırına yakın küçük bir şehri olan Enschede'de yer alan bağımsız bir sanat kurumu Villa de Bank'da açtım. O zaman hâlâ Duesseldorf Akademisi’nde öğrenciydim ve çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Açılışa 10 kişi gelmişti.
Resimlerinizin konularını neler oluşturuyor?
Resimlerimin konusunu etrafımızdaki nesnelerin birbirleriyle olan tuhaf ilişkileri, bizim gezegenle olan çarpık ilişkimiz, metafizik, object oriented onthology (OOO), anthropocene ve modernizmle hâlâ süren sınavımız oluşturuyor.
Çok çeşitli materyallerin sanat eseri üretiminde kullanıldığı bir dönemdeyiz. Siz ise istikrarlı bir biçimde resimsel çalışmalarınızı devam ettiriyorsunuz. Genç bir sanatçı olarak pentür geleneğini tutarlı bir şekilde sürdürmeniz oldukça önemli bir detay. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Benim resimlerim açısından klasik bir pentür geleneğinden söz edebileceğimizi sanmıyorum; çok yanlış olur. Farklı malzemeler açısından ise ben bir sanatçı olarak resim yaparak kendimi iyi ifade edebildiğimi düşünüyorum.
Farklı malzemeleri denemek istediğiniz zamanlar oldu mu? Veya denemek istiyor musunuz?
2003 ve 2004 yıllarında üç adet saat yapmıştım. O zaman Amsterdam’da yaşıyordum ve Rijks Müzesi’nin saat koleksiyonundan çok büyülenmiştim. Kimilerine göre saat Babilliler zamanında askerlerin nöbet sürelerini belirleyebilmek için icat edilmişti. Sanırım bu bir su saatiydi. Kısa sürede bir statü simgesine ve moda aksesuarına dönüşen saat bugün günlük hayatımızda en şaşmaz olarak konumlandırdığımız ölçü oldu. Oysa ki ölçtüğü şey zaman. Düşünün zaman! Yüzyıllarca hep birkaç dakika fire veren bu saatler kimi zaman süslü bir odanın köşesinde bir dolap olmuş, kimi zaman masanın üzerindeki porselen süs, kimi zaman ise fularlı bir beyefendinin cebinden sarkan bir mücevheri... Amsterdam'da yaptığım saatlere geri dönersem bunlar iki adet gotik kule ve bir mağaraydı. 10 küsür sene sonra “Kulüp Distopya” sergisi için de eski Ankara Sergi Evi formunda bir saat tasarladım.
Almanya ve Hollanda’da önemli koleksiyonlarda eserleriniz bulunuyor, bu hem sizin açınızdan hem de bizim açımızdan çok gurur verici. Türkiye’ye kıyasla dünyanın çeşitli ülkelerinde hem kişisel sergileriniz olmuş hem de karma sergilere katılmışsınız. Genç yaşta bir dünya sanatçısı olarak bize biraz bu durumu açar mısınız? Bu bağlamda motivasyonel kaynaklarınız neler oldu? Bu başarının kaynakları nelerdir? Özellikle pentür geleneğine ilişkin ifadenizin bu başarı da katkısı var mı?
Benim bildiğim sanatçılar pek sportif coşkular taşımazlar. Kendi çapımda dünyayı anlama, eleştirme, düzene koyma hissiyatıydı benim için baskın olan. İnsan bazen dünyada bir simetri olduğu duygusuna kapılır. Böyle bir simetrinin varlığına inanmak insana huzur verir, çünkü bu adalet inancıdır. Ben nesneler arasında da bir simetri olduğuna inanıyorum. Bunu anlatmak zor ama benim en büyük motivasyonum bu simetri hissi ve onu elde edebilmek.
Sanat yaşamınızda, özellikle bu başarılı dolu yolda, karşılaştığınız zorluklar oldu mu? Nelerdir bunlar?
17 yaşımda Duesseldorf Akademisi’ne girdiğimde “Türkiye'den geldim” dediğim zaman dönerci taklidi yaparlardı. Maalesef her coğrafyada ön yargılarla mücadele etmek zorundayız. Erkeklerin yönettiği bir dünyada kadın olarak var olabilmek zaten başlı başına bir mücadele. Sizin az önce bahsettiğiniz 'klasik pentür geleneği' bile elli yıl öncesine kadar birkaç istisna dışında yüzyıllardır tamamen erkek egemenliğindeydi.
Kendinize örnek aldığınız sanatçılar var mı? Veya esinlendiğiniz sanatçılar kimlerdir?
Öğrenciliğimden beri Michel Houellebecq hayranıyım. Müthiş bir yazar olduğunu düşünüyorum.
Pi Artworks’te Mayıs ayında “Klüp Distopya” adlı serginiz açıldı. Bize bu sergiden bahseder misiniz? İzleyiciler sergide nelerle karşılaşacaklar?
“Klüp Distopya” için benzer nedenlerle yitirilmiş bazı binaların tekrar bir araya geldiği hayali bir klüp diyelim. Türkiye'de 1930'lar erken Cumhuriyet dönemi modernizasyonu ve bunun mimari yansıması olan bazı sembolik binaların etrafında kurguladığım bir sergi. Sergideki hiçbir binanın bugüne gelememiş olması veya bugün tanınmayacak şekilde değiştirilmiş olması bir nevi çıkış noktasıydı benim için.Yitirilen bu 20. yüzyıl kilometre taşları, kendinden öncekileri yok saydıkları gibi kendinden sonra gelenler tarafından da yok sayıldı. Tüm bunları ilişkilendirdiğim diğer bir konu ise içinde yaşadığımız yeni zaman: Anthropocene ve insanlar olarak bu yeni dönemdeki maceralarımız. Anthropocene teorilerine göre gezegeni o kadar temelden değiştirdik ki artık insan yapımı yeni bir gezegende yaşıyoruz. Bu yeni gezegen, insan yapımı objelerin birbirleriyle olan iletişimi ve bu iletişimin yaydığı dalgalarla dolu.
Sergide ufak Mondrian benzeri resimler (1917 serisi), hem resimlerin içinde resim olarak hem de insan yapımı nesneye (aynı zamanda nesnenin resmi) dönüştürülmüş olarak tek başlarına varlar. Sanırım dünya üzerinde bir Mondrian'ı, Ankara Çubuk Gazinosu’nu ve modern bir tasarım sandalyesini bir araya getirebileceğim tek yer bu resim (Çubuk Gazinosu Eğlenceleri, 2016) idi. Ve sanırım bu Mondrian benzerleri bir dönemin ithal modernizmini, batıya benzeme çabasını sembolize ederek girdi sergiye.
Serginin giriş kapısı adeta kübik bir jestle karşısındaki Mondrianlarla diyalog kursun istedim. "Türkiye" isimli ahşap saatin ise resimlerdeki binalarla iletişim içinde olduğunu düşünüyorum. “Klüp Distopya”, son yıllarda etkilenip, araştırdığım bir sürü konunun, aynı şekilde resim ve mekanın organik bir şekilde birbirine geçtiği bir sergi oldu.
“Kulüp Distopya” 25 Haziran’a dek Pi Artworks’te ziyaret edilebilecek.