Dicle Çiftçi’nin üretimlerine kapsamlı bir bakış imkânı sunan “Eve Giren Güneş Kadar Güneşleniyorum”, sanatçının güneş ve gün ışığı temalarından yola çıkarak hayata geçirdiği üretimlerini bir araya getiriyor. Pandemi döneminde şekillenen seri, doğal güneş ışığının insan psikolojisi üzerindeki etkisini konu alıyor. Dicle Çiftçi ile sergisi hakkında konuştuk.
Güneş ışığının ve aynı zamanda güneşsizliğin kendi üzerindeki yansımalarından yola çıkan Dicle Çiftçi, bu etkileri kadın portrelerine aktarıyor. Sanatçıyla serginin teması, serinin şekillenme aşaması ve ilham noktaları üzerine konuştuk. Sergiyi 1 Nisan’a dek Kun Art Space’te ziyaret edebilirsiniz.
“Eve Giren Güneş Kadar Güneşleniyorum” sergi adı umutsuzluğun arasında bir umut arayışı hissi uyandırıyor. Bu başlık nereden geliyor oradan başlamak istiyorum.
Serginin ismi pandemi sürecinde eve kapanmaların başlamasıyla birlikte atölyemdeki bütün eşyaları toplayıp evde çalışmak zorunda kaldığım süreçte oluştu. Evimiz alt kattaydı ve balkonu yoktu. Hemen karşımızda, çok yakın bir mesafede, yüksek bir apartman vardı ve ben havanın güneşli olup olmadığını pencereden sarkınca görebiliyordum. Pencereden eğilip bakmadığım sürece evin içinde hep yağmurlu hava kasveti hissediyordum. Yapmaya başladığım bu seride, o dönemi resim yoluyla anlattığımı sonradan fark ettim.
Pandemide hepimiz günlük hayatımızda varlıklarına alıştığımız, önemsiz gördüğümüz şeylerin yokluklarında kıymetlerini anladık. Güneş ve gün ışığı da onlardan biriydi. Senin serginin temelini de bu yoksunluk oluşturuyor. Bu temayla kurduğun bağ ve eserlerinle ilişkisinden bahsedebilir misin?
Güneş ışığıyla olan bağımın tam olarak ne zaman bu kadar içli dışlı olduğunu bilmiyorum. Bence hep vardı, çok uzun zamandır… Özellikle kış güneşini hissedebilmek insana muazzam duygular yaşatabiliyor. Güneşi arada bir yakalayabilme imkânı bulduğum, bunu bir fırsat gibi gördüğüm zamanlarda eve kapanmak zorunda bırakılmak depresyona girmek için eşsiz bir sebep oldu. Çok daha karamsar birine dönüştüm. Evin içine çok kısıtlı bir süre de olsa giren gün ışığını her gün düzenli olarak beklemeye başladım. Saat 15:00-16:30 arasındaki gün ışığını her gün pencerenin önünde bekler oldum. Yapmakta olduğum kadın imgeleri lokal ışıklarla, depresif ve dışarda olmak isteyen kadın imgelerine dönüştü.
Güneşin önemi aslında insanlık tarihiyle bağlantılı. Şemsiler (güneşe tapanlar), güneş tanrısı Apollon, güneş tutulması üzerine varsayımlar, güneşin konumlarının astrolojideki karşılıkları gibi medeniyetler boyunca güneşe yüklenen anlamlar söz konusu. Sen sergiye hazırlanırken geçirdiğin araştırma sürecinde nelerden ilham aldın?
Resimlerimi yaparken evrim hakkında belgeseller dinlemeyi çok severim. Binlerce yıl geçmesine rağmen aslında ne kadar değişmediğimizi, sadece modernize olduğumuzu düşünüyorum. Pandemi, herkesin yaratıcı olmak zorunda kaldığı, kendini keşfettiği bir sürece dönüştü çünkü dikkatimizi dağıtabileceğimiz dış dünyamız bir süreliğine yoktu. Sanki mağaralarımızdaki karanlığa çekilip dışardaki tehlikeli hayattan kendimizi korumaya ve hayatta kalmaya çalıştık. Başta çok eğlenceli olan bu süreç, bir süre sonra evrensel bir melankoliye dönüştü. En doğal hakkımız olan güneşi doya doya özümsemenin ve doğada olabilmenin bizim için ne kadar önemli olduğunu çok daha yoğun hissettik.
Güneşin hayatındaki varlığı ya da eksikliğinin karakterinin üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorsun. İki farklı kimliğinle karşılaştığından bahsediyorsun, bu ikiliği sergi mekânına da yansıtmayı planlıyorsun. Bizi neler bekliyor?
Güneş, gün ışığı ve güneşsizlik temalarıyla ilgilendiğim bu sergide, sergiyi izleyebilme imkânı bulan herkesi kendi dönemsel belleğimde gezdirmiş olacağım aslında. Galeri mekânını bir süreliğine o dönemki evim gibi hazırlayıp, üretimlerime burada devam ettim. Evimde kullandığım ve özellikle çok sevdiğim nesneleri de aidiyet hissini daha fazla yaşamak için buraya getirdim. Galerinin alt katında bir bölümü çalışma ve oturma alanı olarak dizayn ettim. Bir şeyler üretmeye ve zaman geçirmeye başladıkça burayı evim gibi benimsemeye de başladım. Sanırım göçebe toplumdan gelen atalarımızın da etkisiyle gittiğimiz her yeri birkaç nesne yardımıyla evimiz gibi, kendimize ait bir yere dönüştürebiliyoruz.
Alt kat tıpkı evimdeki gibi, ışıksız bir alan olduğu için renklerle daha pozitif bir mekâna dönüştürmeye çalıştım. Arada bir güneşin yine kısa süreliğine uğradığı üst katta güneşlenip, tekrar aşağıya inerek çalışmaya devam ettim. Burada geçirdiğim zamanlardan ve deneyimlediğim durumlardan kısa kesitler gösteren bir video da izleyeceğiz. Giriş katı ise daha pozitif ve dingin bir seri resimden oluşuyor. İnsanın içini sıkmayan bir mekân olmasına rağmen, karamsar kadın figürleri yer alıyor. İki farklı dünyamı ve yin yang gibi olan dengesini hissettirmeye çalıştım.
Eserlerinde kadın figürleri ağırlıklı olarak karşımıza çıkıyor. Kim bu kadınlar?
Bu kadınlar yıllarca kendi bedenimle hep bir alıp veremediğim olduğunu keşfettiğim zaman ortaya çıktı. Sonra ailemdeki kadınlara ve arkadaşlarıma baktığımda da hep kendisinin bir yerlerini beğenmeyen kadınlar olduğunu gördüm. Güzellik algımız, komplekslerimiz, kusurlu bulduğumuz yerlerimizle kendimizi gerçek anlamda sevemediğimizi üniversite yıllarında okuduğum bir köşe yazısıyla fark ettim. O zamandan beri de kadın bedeniyle ilgili işler yapıyorum. Daha çok yüzünü karakteristik bulduğum kadınların resimlerini yaparken bazen de estetik ameliyatlar sayesinde evrensel normlardaki güzelliğe ulaşmış kadın portrelerini resmediyorum. Boyama tarzımla ise onları kusurlu ama çekici hâle getiriyorum.
Serginin güneşin güçlü etkilerinin olduğu bir şehir olan Adana’da açılıyor olması da farklı bir ilişki kuruyor. Alıştığımız sanat rotası dışında yer alan Adana’da sergi açmak nasıl bir deneyim?
Adana güneşle mücadele eden bir şehir oluyor gerçekten yazları, yılda en az 3-4 kez yakın arkadaşlarım burada yaşadıkları için geliyorum ve yazın klimasız ortamda durmanın imkânsız olduğu bir yer kesinlikle. Güneşin her hâlini bilen bu yerde güneşle ilgili sergi yapma fikri de çok cazip geldi. İnsanların Adana’yı sosyal medyadan ya da haberlerden duyduklarıyla değerlendirdiklerini düşünüyorum, oysa Adana çok rahat, açık görüşlü, çeşitli ve renkli bir şehir. İnsanlar benim memleketim olduğu için Adana’da sergi yaptığımı düşünüyorlar. Büyük şehirlerden başka bir yerde sergi olmaz zihniyeti var çünkü genel olarak. Ben ise sanatın belli bir yerde olması gerektiği fikrine karşıyım. Burada yaptığım sergi şu ana kadar yaptığım solo sergiler arasında üstüne en çok düşündüğüm ve ürettiğim sergi oldu. Kun Art Space, İstanbul’daki galerilerden çok daha açıktı, işlerimi istediğim şekilde sergileme konusunda ve çok daha fazla imkân sundu bana. Bu yüzden benim için burada sergi açmak çok heyecanlı ve mutluluk verici.
Gelecek projelerin arasında neler yer alıyor?
Bir sonraki projemle ilgili bir şeyler yazmaya başladım bile. Muhtemelen yine takıntılarım üzerinden oluşacak ama kararlarım bazen doğal süreçte etkilendiğim başka fikirlerle değişebiliyor. Bunu ilerleyen zamanlarda göreceğiz. :)
Dicle Çiftçi’nin “Eve Giren Güneş Kadar Güneşleniyorum” başlıklı sergisini 1 Nisan’a dek Adana’da yer alan Kun Art Space’te ziyaret edebilirsiniz.