Marinetti’nin daha pek çok şeyle birlikte, “müzeler mezarlıklar”dır dediği Füturist Manifesto’nun üzerinden 100 yılı aşan bir süre geçti. Bizler hala müzelerin işlevi, ideolojileri ve gerekliliği üzerine kafa yoruyor, çağdaş müzecilik kuramlarını oluşturmaya ve müzelerin kültür endüstrisi ve bellek ile ilişkisini sorgulamaya devam ediyor, bir yandan da yeni bir müze mümkün mü sorularına cevap aramaya çalışıyoruz. Öte yandan hem Türkiye’de hem de dünyada kişi ve kurumlar tarafından birbiri ardına açılan müzeleri de inşa edildikleri alanların belleklerinden ayrı, sıfır noktası üzerinden tanımlamaya çalışıyoruz. Bu yazının konusunun bir bölümünü işte bu müze/bellek ilişkisinin sömürgeci kültür ve sermaye ile kurduğu ilişki, tarihin görmezden gelinmesiyle manipüle edilmesi oluşturuyor.
Açılışının gerçekleştiği Ekim ayından bu yana Paris’in sanat gündemini, Louvre, Pompidou ve Dorsay gibi Paris’in kuyruklu müzelerinin son çarpıcı örneği olan, ünlü “çantacı” ve Fransa’nın önde gelen moda kurumlarından Louis Vuitton Vakfı tarafından Frank Gehry’e yaptırılan müze meşgul ediyor. Nasıl etmesin? Müzenin yükseldiği ormanlık alanın tarihinden tutun da bölgeye nasıl müdahale ettiğine, Olafur Eliasson gibi son yılların en başarılı sanatçılarından birine tahsis edilen açılış sergisine kadar pek çok konu var şüphesiz gündemi alakadar eden... Nereden başlamalı? Belki de en iyisi müzenin konumlandığı Paris’in ikinci büyük ormanı olan Boulogne ormanlarındaki Jardin d’Acclimatation’dan (İklimlendirme Bahçesi)… Ünüyle ünlü, açılışı 1860’lara Napolyon’a ve elbette Hausmannn’a dek uzanan bu bahçenin dönemin kültür yaşamında nasıl büyük bir rol oynadığını unutmamak gerekiyor, ayrıca aradan geçen 150 yılı aşkın bir süre sonra anıt-yapıt müzenin inşasıyla o kültürel yaşamın nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü de… Bugün Frank Gehry’nin tasarladığı müze üzerinden tekrar gündeme gelen ve içeri girebilmek için saatlerce kuyrukta beklemeniz gereken bu ormanın tarihi çok da parlak değil, hatta oldukça ürkütücü.
Yaklaşık 20 hektarlık bir alana yayılan bu park, tematik olarak düşünülmüş olmasının yanında adından da anlaşılacağı üzere dünyanın çeşitli bölgelerinden farklı türden bitki ve hayvanların Paris’e uyum sağlayabileceği büyük bir alan olarak planlanır. Ve bir süre bu niteliğiyle Paris burjuvasının en önemli uğrak mekanlarından biri haline gelir. Ancak, Napolyon’un devrilmesi, ardından 3. Cumhuriyet bölgenin değişimini hızlandırır. Bölge dönüşüme uğrar. Bu değişimin en çarpıcı kırılma noktasını ise 1877’de ünlü insan ve hayvan taciri Karl Hagenbeck’ın gerçekleştirdiği sergi oluşturur.
Hagenbeck’in bugün akıllara durgunluk veren sergisinin açılışı, on dört Nubi’nin hayvanlarıyla birlikte sergilendiği bir gösteriyle yapılır. Kış geldiğinde bahçenin çimenleri üzerinde altı Eskimo yerini almıştır; dört yetişkin, iki çocuk, bir beyaz kutup ayısı, foklar ve Eskimo köpekleriyle birlikte sergilenirler. Ayrıca çeşitli aksesuarlar, av aletleri, giysi ve küçük objeler de getirilmiştir. Kısa sürede etnografik sergiler Paris halkının ve bilim çevresinin yoğun ilgisini çeker. Dünyanın farklı bölgelerinden getirilmiş insanlar, Le Jardin d’Acclimatation’da birkaç hafta boyunca meraklı bakışlar altında yaşarlar. Tüm gündelik hayat aktiviteleri (yemek, müzik, dans, barınma, temizlik, giyim, din, cinsellik) ziyaretçiler tarafından gözlenir, etnologlar tarafından incelenir. Antropologlar, ırklararası sınıflandırmalarda kullanmak ve uygarlık seviyelerini belirlemek için ölçümler yapar ve vahşilerin Avrupalılarla karşılaştıktan sonra gösterdikleri gelişmeyi araştırırlar. Le Jardin d’Acclimatation’ndaki insan sergileri, 1931 yılına kadar tam elli dört yıl sürer.[1]
[1] Ezgi Bakçay, “Ötekinin Ebedi Gösterisi: Le Jardin d'Acclimatation”, e-skop, 11/1/2013
2004 yılında Paris Belediyesi tarafından Louis Vuitton Vakfı’na verilerek yeniden “canlandırılması” düşünülen bu bahçenin, çok da uzak olmayan geçmişinin gölgesinde müzeyi gezmek, kuyruğunda beklerken Gehry’nin insanı küçücük hissettiren yapısının üzerinde bir zamanlar ırklararası ve etnik diyerek sergilenen insanları düşünmek hangi kelimeyle sonlandırılabilir. Şu an elbette geçmişin bu kara kesitiyle ilgili hiçbir ize rastlamak mümkün değil bu ormanda… (kestirme bir yol bulmak için ormanda bayağı bir kaybolmak suretiyle çıkış süresini hayli uzatmış biri olarak söylüyorum bunu! ) Hatta bu önemli geçmişi bilmezseniz çoşkulu ve hayranlık duyarak dolaşabilirsiniz ormanda ve elbette müzede…
Frank Gehry’nin dokunduğu her yeri canlandıran, kentleri, bölgeleri her neresi olursa olsun küllerinden yeniden doğurtan bir mimar olduğunu söylemeye gerek var mı, bilemiyorum. Bilbao Effect (Bilbao Etkisi)’i müzecilik terminolojisinin içine sokan Gehry, Paris’in kültürel dünyasına güçlü ve keskin bir çentik atıyor. Gehry’nin mimari tasarımı İklimlendirme Bahçesi’nin ortasında tüm heybetiyle kendini ifşa ederken, akla bahçenin Vuitton Vakfı’na tahsis edilmesiyle birlikte Parislilerin tıpkı Gezi’de olduğu gibi çeşitli müdahalelerde bulunduğu ancak başarılı olamadıklarını da hatırlamak gerek.
Gehry’nin Grand Palais’nin camlarından ve bahçenin içine 1893’te inşa edilen Palmarium’da ilham alarak kendi üslubunda inşa ettiği müzenin görüşmeleri Louis Vuitton’un yöneticisi Bernard Arnault ile 2001’de başlar ve müzenin mimarisi 2006’da kamuoyu ile paylaşılarak, yaklaşık harcamanın 127 milyon Dolar olacağı, 2009 sonu 2010 başında açılacağı duyurulur ve nihayet 2014 sonunda 143 milyon Dolar harcanarak açılır.
Gehry’nin mimari tasarımı elbette büyüleyici ama o çok tartışılan müze koleksiyonundan rol çalma meselesini tekrar tekrar hatırlatan da bir niteliğe sahip. Hatta öyle ki, kuyruk oluşturan izleyicilerin neredeyse yarısının koleksiyon ve Olafur Eliasson’un müthiş sergisinden çok müzenin içinde, mimariyle ilgilendiklerine tanık oluyorsunuz. 11 Galeriden oluşan müzenin Ed Hatkins, Maurizio Cattelan, İsa Genzken, Alberto Giacometti, Mona Hatoum, Wolfgang Tillmans, Thomas Schütte gibi sanatçıların yapıtlarından oluşan çağdaş koleksiyonun yanında belki de en önemli kozunu Olafur Eliasson’un “Contact” adlı açılış sergisi oluşturuyor. Son yılların gözde sanatçılarından, özellikle 2003’te Tate Modern’in Tribüne Hall’üne yaptığı Weather Project ile 2 milyon izleyiciyi tekrar tekrar Tate Modern’e taşıyan sanatçı, kendi bulduğu nontoxic Uranin maddesiyle boyadığı Green River adlı işiyle 8 farklı nehri boyamıştı ve haklı bir ün kazanmıştı. İzlanda kökenli Danimarkalı Eliasson’u daha çok büyük bütçeli işleri ve Newyork City Waterfalls’da olduğu gibi büyük kamusal alan projeleriyle tanıyoruz. 15.5 milyon dolara mal olan bu insan yapımı şelale, New York’ta Christo’dan sonra en yüksek maliyetli kamusal iş olmuştu, hatırlayalım.
Işık, ısı, basınç ve su kullanarak yarattığı dev yerleştirmeleri, optik oyunlarla kurguladığı etkileşimli yapıtları, doğayı ve doğa olaylarını taklit ettiği çalışmaları ile tanınan Eliasson’un Louis Vuitton müzesi için gerçekleştirdiği Contact (Temas) adlı çalışması, müzenin içinde kendine özgü bağımsız mekan içine konumlanmış bir tür kosmos… Müzenin içinde inşa edilmiş çoklu mekanlarda optik cihazlarla oluşturulan bu ilginç yerleştirme “Dokunma” başlığıyla her izleyicinin, sergi rehberinin de uyarısıyla, gerçek bir göktaşına dokunmasıyla başlıyor. Sanatçının koridorlar ve dairesel mekanlardan tasarladığı yerleştirmesinde “beklenmedik düşünceler için harita”ya hareket eden gölge ve geometrik şekillerin olduğu odaya yönlendiriliyorsunuz. Sanatçının sıkça kullandığı sarı-turuncu ufuk çizgisiyle aydınlatılmış odadan gelecek köprüsüne, Big Bang Çeşmesi’ne doğru yol alıyorsunuz. Kara delikle birlikte, güneşi görebileceğiniz çatıda Eliasson’un işi sona eriyor. Vuitton için yaptığı yerleştirmeyi, “benim sergim hislerimizin, bilgimizin, hayal gücümüzün ve beklentilerimizin en ucunda ne yattığını işaret ediyor. Bu bir ufuk çizgisinin, her birimiz için, bilinmeyenden bilineni ayırması demek.” şeklinde açıklayan Eliasson’un kariyerinin başından bu yana mimar, mühendis ve farklı alanlardan teorisyenlerle birlikte çalıştığı hatta bugün Berlin’de kendisinin laboratuar olarak adlandırdığı stüdyosunda 90 yakın uzman sanatçıyla birlikte düşünüyor, kavramsallaştırıyor ve üretiyor.
Eliasson’un sergisinin bitmesine çok az kaldı. Bakalım Müze, hem Paris Belediyesi’nin hem de Louis Vuitton’un beklediği biçimde burayı canlandırıp yeni bir yaşam soluğu üfleyebilecek mi? Yoksa ormanın belleği bu dönüşümü engelleyecek mi?