Türkiye'de olduğu kadar Berlin, Dubai, Hong Kong, Weimar, Beyrut gibi yerlerde de sergiler açtın. Kişisel sergilerinin haricinde çeşitli projelerle de son birkaç yıl oldukça hareketli geçti senin için. Son dönemlerde yaptıklarından biraz bahseder misin?
Yurt dışındaki etkinliklerim 2008 yılında Fransa’ya gidişimle başladı. 1 yıllığına Erasmus programıyla gittiğim Fransa’da biraz daha kalmak istiyordum. Bir gün okula gittiğimde yerde sergi ve yarışmalar için formlar gördüm, Fransızca’ydı tabi. Pek anlayamama rağmen başvurdum. Dış mekâna uygulanacak “Ten” (Skin) yerleştirmesinin projesi hazırdı, onu sundum. Aynı zamanda Paris’teki “Jeune Creation” sergisine başvurdum, o da buradaki “Günümüz Sanatçıları Sergisi” gibi her yıl düzenlenen, önemli bir sergiydi. İkisine de kabul edildim. Orada “Ten”in 4 metrelik ilk versiyonunu yaptım. Fransa’nın hemen ardından Weimar, Almanya’da solo bir sergi açtım. Sadece kitaplarla yaptığım bir yerleştirmeydi o. Daha sonra Sofya, Bulgaristan’da önemli bir video sergisine katıldım. 2010’da Belçika’dan da “Ten” projesi için davet ettiler, “Festival Cinq Saisons”un ilkine katıldım. Oradaki mandal yerleştirmesi inanılmaz ilgi gördü. Hem uygulama çok başarılı oldu, hem de bulunduğu parkta çok etkili durdu. Basında da genişçe yer aldı. Sonra Almanya’nın Erfurt ve Hamburg kentlerinde, İstanbul’da, Ankara’da projeler yapmaya devam ettim. 2011 yılında Pi Artworks Art Dubai fuarında, o dönem yaptığım baskıları sergiledi ve hemen ardından Dubai ve Beyrut’taki galerilerde solo sergilerim oldu. Yakınlarda Art Basel Hong Kong Fuarı’nda bir solo sergi yaptım. 2013 Ekim de Berlin’de bir enstitüde kişisel sergim oldu. İsveç’teki 2014 Umea Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri dahilinde, 9 metrelik “Ten” yerleştirmesini yaptım. Eylül 2013’te gösterime açıldı. Daha önce Nesrin Esirtgen Collection’da “Kabuk” sergisini hazırladım. O sergiyi çok önemsiyorum, yıllar süren bir arayışın ilk meyveleri gibi. Kendimi buluyorum sanki.
Ne yönden kendini buldun “Kabuk” sergisinde?
Radikal ve büyük ölçekli bir işti o. Daha önceki ufak duvar yerleştirmelerimin ileri aşamasıydı. Küçük duvar yerleştirmelerimde de ten ve vücut meseleleri vardı ama “Kabuk”ta daha cesur davrandım. Bir şeyleri yırtma cesaretini hissettim. Galeriye giren insanlar, duvarlardan bazı parçaları çekip almışım hissine kapıldılar. Bu etkiyi yakalamak bence kolay değil. Kendinden emin bir proje oldu. Sanat yapıtından bazı beklentiler vardır; ya duvarda durur ya yerde, ya da dijital ortamdadır. Ama “Kabuk”ta mekânın kendisi iş hâline gelmişti. Pi Artworks’teki son sergimde de “Kabuk”tan daha önce var olan bir fikrimi uyguladım, duvara gömülü çerçeveler yaptım. Orada da galeri mekânı tek bir işe dönüştü.
Farklı zamanlarda farklı malzeme ve formlarda ele aldığın çerçevenin anlamı nedir senin için?
Sanatın dışında olan şeylere bakıyorum ben daha çok. Çerçeveler her zaman gözüme takılırdı. Fransa’ya gittiğimde Louvre Müzesi’ni gezerken, birden resme bakmamaya başladığımı fark ettim. Çerçeveler daha ilginç geliyordu bana. Ve kafamda onlarla bir şeyler yapma, onlara müdahale etme fikri oluştu. Bunu yapan sadece ben değilim, çerçeveleri kullanarak iş üreten başka sanatçılar da var. Kendimi çok yeni bir şey yapıyormuşum gibi hissetmiyorum zaten. Öyle bir iddiam yok; aslında sanat yapıyorum diye bir iddiam da yoktu yakın zamana kadar. Yaptığım şeyle bağım çok kişisel, müdahaleye pek açık değil ve bunun böyle kalmasını istiyorum. Yaratma ve üretme aşamasında yaşadığım tatmin bana fazlasıyla yetiyor zaten. Bir süreci kurgulayıp gerçekleştiriyor olmak, aldığım ilk heykel derslerinden itibaren beni etkiledi. Bazen çok çocukça sebeplerle yapıyorum işlerimi. Yaşantımızın içinde olan ama varlığına alıştığımız, dikkat etmediğimiz objeleri kullanıyorum.
Sık sık farklı malzemeler deniyorsun. Bir nesneyle karşılaştığında onun yapıtın malzemesi olabileceğine nasıl karar veriyorsun? Bir araba lastiği nasıl ışıltılı, katı, sabit bir hale geliyor veya beton duvar esnekleşiyor?
Sanayi sitesinde üretiyorum bazı işlerimi. Oralarda rastladığım veya zaten hayatımda var olan nesneleri kullanıyorum. Lastik bana hep vücudu andırıyor örneğin. Silikon gibi esnek malzemeler “et” gibi; “bedene” referans veriyor.
Yerleştirmelerin mekânda yarattığın defolar, şaşırtan oyunlar gibi. Ben buradayım diye bağırmak yerine, sakin sakin fark edilmeyi ve algılanmayı bekliyorlar. Kendilerini göstermek için çırpınmanın aksine, bulundukları mekânla bütünleşmeye çalışıyorlar. Bu yaklaşımı nasıl açıklıyorsun?
Çok seviyorum bu tutumu. İnsan ilişkilerimde de böyledir bu; çok kendini gösteren insanları sevmem. Ben şuyum, buradayım diyen insanlar beni kandırmaya çalışıyorlarmış gibi gelir. Beni etkileyen işler, aynı zamanda şaşırtan işler olmuştur hep. İşlerimin iddiası biraz da iddiasızlıkları. Sergilediğim çalışmaları, galeriye gelip de göremeden giden insanlar oluyor. İş nerede sormaları tamda istediğim şey aslında. Duvardaki bardak, menteşe yerleştirmeleri tesadüfen fark edilebilen ama etkisi büyük işler.
Mekânı hangi bağlamda ele alıyorsun?
Yaşadığımız yerle aramızda bedensel bir ilişki var. Ben “ev” ve “konut” kavramları arasındaki farkı çok önemsiyorum. Evde belirli bir yaşanmışlık söz konusu; ama konut daha fiziksel bir tanım. Bir yerdeki yaşanmışlık oranın belleğini oluşturur. Şu anda yaptığımız konuşmanın ses dalgaları asla kaybolmuyor mesela. Eskiden beri konuşulan her şey hâlâ burada. Mekân her şeyi kendiliğinden kaydediyor.
Peki bu yaşanmışlıklar senin işlerine nasıl yansıyor?
Mekâna o açıdan bakıyorum hep. Örneğin tertemiz mekânları sevmiyorum. Duvarda bir çizik, defo varsa ilgimi çekiyor. Yeni bir şey yaratmaktansa, var olana müdahale ediyorum. Oraya yaptığım müdahaleyi anlamlı kılan şey ise oranın yaşanmışlığı aslında. Bir yerin hikâyesini değiştirmek veya yok etmek yerine; hikâyeye yeni şeyler ekliyorum. Bazen bir şeyleri kırmak, yıkmak onu daha da özelleştirir. Örneğin İkiz Kuleler bombalandıktan sonra anıta dönüştü kafamızda. Yok olmaları varlıklarına, bilinirliklerine çok büyük katkı sağladı.
Ayna kullanarak yaptığın etkileyici işlerin var. Özyeğin Üniversitesi kampüsüne kalıcı olarak yerleştirdiğin “Gecekondu” (2012), öncesinde ayna ile yaptığın daha küçük ebatlı yerleştirmeler... Sadece verilen, belirli bir mekânı dönüştürmek değil; bu mekânla bağlantılı olarak yeni alanlar, hatta yeni boyutlar açmak bence yaptığın.
Var olanla olmayan arasında bir tartışma alanı açıyor sanki işlerin…
Yansımalar bana hep büyülü gelmiştir. Aslında yansıyan şey de mekânın kendisi. Nuri Bilge Ceylan’ın filminde görmüştüm, bir kadrajı izliyorsun, sonra kamera dönüyor ve fark ediyorsun ki aslında izlediğin aynadaki bir yansımaymış. Mekân mı, yoksa onun bir yansıması mı olduğunu algılayamıyorsun önce. Ben de bu algıyla oynamak istedim. Önceleri camla çalışıyordum, sonra aynayla işler yapmaya başladım ve ilginç şeyler ortaya çıktı: Metal uçak yerleştirmeleri, “Çizgi” (2007), “Boşluk- Doluluk” (2007) gibi. “Gecekondu” projesi de yerleştirmeyi yaptığım yerden esinlendi. O ayna ev, tam karşısındaki gecekonduya benzer boyutlarda yapıldı, aynı açıyla konumlandırıldı. Yerleştirmeye esin kaynağı olan gecekondu yıkıldı şimdi; fakat yansıması hâlâ Özyeğin Üniversitesi’nde.
Daha erken dönemlerde, pek bilinmeyen, şehir ve yapılaşma üzerine video çalışmaları da yaptın. Bu bakış açısı aldığın mimarlık eğitiminin etkisiyle mi oluştu?
Mekânla oynamak eğlenceli. Algı problemi aslında mekânla, mekânı hissetmekle ilişkili. Videolarım da şehre dair. İnsanın hayatında mekânın etkisi çok büyük. Evin genişse daha özgür hissedersin mesela; küçükse sıkışmış. Mekân insanların kişiliğini etkiler. Bazen bakıyorum da görmek istemediğim yapılar var etrafta. Onlar olmasaydı, manzaramı bozan bu binalar yok olsaydı ne hissederdim? Videolardaki yıkım ve yok oluş birçok şeyi temsil ediyor. Çünkü her mimari yapı, bir ideolojiyi sembolize eder.
İç mekânla ilgili çok etkili iki video çalışmanı da gördüm.
Evet, onlar daha çok algıyla ilgili. Duvara yaptığım yerleştirmelere benzer yaklaşımlara sahipler.
Marcus Graf'ın 2012 yılında Nesrin Esirtgen Collection'da açtığın “Kabuk” sergisi öncesi seninle yaptığı söyleşide, işlerindeki sana ait hikâyenin izleyici için önemli olmadığını, izleyicinin kendi hikâyelerini yarattığını söyledin. Ben de işlerime bakarak kendi anlamlarımı üretiyorum, bu anlamlar da zamanla değişebilir, diyorsun. Yani bir anlamda kendini izleyiciyle aynı konumda görüyorsun. Buradan da algıya yönelik oyunlarının, aslında algıyı yönetme, yönlendirme amacı gütmediğini anlıyorum. Peki yaptığın nedir? İzleyiciyle olan etkileşimi nasıl kuruyorsun?
Bu bir kitabı farklı zamanlarda okuyup başka şeyler algılamak gibi. Böyle bir etkiyi yakalayan işlerin çok zengin olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman bir işi neden yaptığımı sorgulamıyorum bile. Bir süre sonra daha anlamlı gelebiliyor yaptıklarım. Benim pratiğimde, benim ne düşündüğüm çok önemsiz. Yapıtlar aracı gibidir. Şiir okurken bazen bir anlam yüklersin cümleye; herkesin yüklediği anlam farklıdır. Güzel olan da bu. Şairden orada ne demek istediğini açıklamasını istersen, aslında anlamı öldürürsün. Artık kendi biçimlendirdiğin anlamı değil; sana açıklananı anımsarsın. İşlerimin konuşulmadan da algılanabilen bir tarafı var. Ben zamanımı kaydediyorum onlara. Hem yaratım sürecini hem de o süreçteki yaşantı ve düşüncelerimi kaydediyorum. Aynı projeyi farklı yerlere uyguladığımda farklı şeyler çıkıyor ortaya. Dolayısıyla işlerime tarih atarken çekinirim hep; uygulama tarihini mi yazmalıyım, yoksa projenin ilk oluştuğu tarihi mi? Site- specific kavramı çok uyuşuyor çalışmalarımla.
“Ten” (Skin) adlı devasa mandal yerleştirmen Fransa, Belçika ve son olarak da İsveç’te kamusal alanlara kalıcı olarak yerleştirildi. Burada olduğu kadar, hatta daha fazla, yurt dışında ilgi gördü. Çeşitli sanat kitaplarına girdi. Buna rağmen Türkiye'de kamusal veya kişisel bir koleksiyona dahil edilmedi henüz. Bu durumu neye bağlıyorsun?
Projeyi hazırladığım 2006 yılında, Türkiye’de bir yere uygulamak için uğraştım; sponsor aradım. Belediyelere gittim. Üretim masrafını karşılamaları durumunda yapacağımı belirttim. Şu anda sadece 1 versiyonu ve 1 sanatçı kopyası kaldı elimde. Başka ülkelerde her uyguladığımda üzüldüm, Türkiye’de olmadığı için. Belçika’da kasaba gibi bir yere yerleştirildi ve o kasaba ünlü oldu. Gezginlerin uğrak yerlerinden biri oldu.
Ülkenin tanıtım kampanyalarında görsellerini kullanmışlardı hatta, değil mi?
Evet. Gerçi telif haklarından dolayı problem yaşadık. İsveç’te de işi çok sahiplendiler ve kentin en güzel yerine koydular. Ama Türkiye’de olmadı bu. Artık neden burada yok diye bir kaygım yok.
Yurt içi ve yurt dışındaki projelerin için sık sık seyahat ediyorsun ama yerleşik düzenin Ankara’da. Son zamanlarda bu şehir çağdaş sanat ortamında yaşanan/ yaşanması beklenen değişimlerle dikkat çekiyor. Senin sanatsal üretiminin yaşadığın şehirle nasıl bir bağı var?
Ben Ankara’yı fiziksel ve sosyal anlamda seviyorum. Ama sanat ortamı biraz kısır. Buradaki insanların İstanbul’daki sanat ortamının dışında kalmaktan kaynaklanan bazı kompleksleri var; Avrupalılara karşı hissettiğimiz gibi bir kompleks. Bu tür bir komplekse ben de sahip olabilirim. Bir şeyleri değiştirmek için çalışıyorum: ODTÜ’de küçük bir sergi salonu var. Orada sürekli Ankara’da yaşayan genç sanatçıların işlerine yer verdiğimiz sergiler organize ediyoruz. Heyecanla çabalıyor insanlar Ankara’da ama bir yere varmıyor bazen. Hem duyulmuyor hem de devamlılık sağlanamıyor. Çabaladıklarıyla kalıyorlar. Burada olmaktan mutluyum ama son zamanlarda bıkkınlık hissettiğim de olmadı değil.
Bundan sonra ne tür projeler var?
Pi Artworks Londra’da kişisel sergim olacak. Orada yer çekimini merkeze alan bir proje gerçekleştireceğim. Bazı esnek malzemeler ve soyut nesnelerle yapacağım yerleştirmeler olacak. Serginin başlığı da sanatçı da yer çekimi olacak. Ben malzemeyi ve koşulları sağlayacağım, malzemenin nasıl şekil alacağına yer çekimi karar verecek. Bunun dışında biraz dinlenmek istiyorum. Son bir yıldır sürekli bir şeyler yapıyorum; evet çok güzel bir şey yerel ve uluslararası sanat ortamında aktif olmak, ancak ürettiğim şeyleri kendim bile tüketemiyorum ki! Bir projeyi bitirip, hemen ardından başka şeylere geçmek beni biraz rahatsız etti. Daha sakin ilerlemek istiyorum bir süre.