Sanatçılara bir paylaşım ve sergileme imkânı sunan Mamut Art Project, bu yıl 9. edisyonu ile 43 sanatçının eserlerini ve “Dreamscapes” adlı özel bir seçkiyi Yapı Kredi bomontiada’nın üç farklı mekânında ve çevrim içi olarak 31 Ekim tarihine kadar sanatseverlerle buluşturuyor. Sanatçılardan Deniz Kulaksızoğlu, Emin Gök, Erdal Bilici, Yağmur Uyanık ve Zeynep Abeş ile konuştuk.
Mamut Art Project, bu yıl dokuzuncu kez 43 sanatçının 300’e yakın eserinden oluşan kapsamlı bir seçki ile eş zamanlı olarak mamutartproject.com adresi üzerinden sanatseverlerle buluşuyor. Bu yılki seçki; İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı ve İç Mimarlık Bölüm Başkanı Can Altay; küratör, sanat tarihçisi ve yazar Necmi Sönmez; sanatçı Hale Tenger; sanat danışmanı Melis Terzioğlu ve Pilot Galeri kurucusu ve direktörü Azra Tüzünoğlu’nun yer aldığı jüri tarafından belirlendi. Sergilenecek işler arasında video başta olmak üzere dokuma ve yerleştirmeler; seramik, illüstrasyon, dijital, fotoğraf, kolaj ve resim dahil olmak üzere birçok alanda üretimler yer aldı. Mamut Art Project 2021 31 Ekim tarihine kadar fiziksel olarak Yapı Kredi bomontiada’nın üç farklı mekânında ve çevrim içi olarak ziyaret edilebilir.
Deniz Kulaksızoğlu – “Ben Parçaları”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Üretimlerimi kabaca iki kategoriye ayırıyorum. Birinde ağırlıklı olarak ilgilendiğim konu düşünce sistemleri ve dünya arasındaki uzlaşımsızlık. Bir anlamda düşüncenin işleyişinin ve yetkinliğinin farklı biçimlerde sorgulanması diyebilirim. Bu alandaki üretimlerimde medyum fikre göre şekilleniyor ve fotoğraf, enstalasyon, ses gibi alanlarda çeşitlilik gösteriyor.
İkinci kategoride ise yağlı boya resim çalışmalarım yer alıyor. Bu çalışmalarda resim sanatında üstü kapalı şekilde gelenekselleşmiş belli pratikleri ters yüz etmeye odaklanıyorum. İki kategorinin ortak paydası ise ikisinde de çatışkı unsuru ile ilgileniyor olmam. Birinde çatışkıları açık etmek amacım, diğerinde ise estetik çatışkı yaratmak.
Mamut Art Project’in 9. Edisyonunda “Ben Parçaları” adlı eserinizi izliyoruz. Yapıtı kişilik algısını oluşturan imgeler ve kavramlar arasında nasıl kurguluyorsunuz?
Bir kişiyi tanıma sürecini bu noktada iki bileşen ışığında değerlendiriyorum. Birincisi kişinin imgesi: İlk karşılaştığımız ve bizde de en kolay karşılığı olan şey kişinin imgesi oluyor. İmgenin görece stabilitesi, değişkenlik unsurunun azlığı öncelikle tanıma sürecindeki sağlam limanı simgeliyor benim için. Ardından ise bu imgeye bağlı davranışları, durumları gözlemliyoruz. Bunlar bizim bu kişi hakkındaki yargılarımız oluyor, sabit imgeye bağlanan yargılar. Yargıların kendisi kavramlar aracılığıyla kurulduğu için imge-kavram birlikteliği bize algılanmış, tanınmış bir kişi sunuyor. Ancak problemin kendisi yargıların, yani kavramların yetersizliğinde yatıyor. Kavramlar doğaları gereği genellik içeriyorlar ve kurulmaları bu genellik aracılığıyla sağlanıyor. Duygulanımlar ve ona bağlı davranışlar ise sabitlenebilir bir unsur olmaktan çok uzak, sürekli bir devinim hâlindeler. Genelliğin oluşturulabilmesi için tekrara ihtiyacımız var, fakat duygulanımlar belirlenebilir bir tekrar serisinde ilerlemiyorlar. Bu sebeple kısıtlı gözlemlerimiz sonucunda eksik genellemelere varıyoruz. Sürekli devinim hâlinde olan bir şeyi, benliği, sabitlemeye uğraşıp ona suni sınırlar çekiyoruz. Kişilik algısı benim için bir sadeleştirmeden ibaret, asla yakalamayacak bir şeyin, dinamik bir unsurun sınırlı kavramlar içinde eksik biçimde katılaştırılması.
Yapıtımda üstte yer alan kendimin imgesi günden güne olabildiğince stabil iken, altta duygu durumlarımın bu derece değişken olması sabit imge ve onu bir kişi hâline getiren duygulanımların yakalanamaz dinamizmini göstermeyi amaçlıyor. O zaman “Ben” dediğimiz şey hangisi oluyor? Bu on tane örneğin toplamı mı, yoksa ne kadar örnek biriktirirsek biriktirelim bize her zaman farklı bir varyasyon sunacak olan, bu sebeple de asla tam anlamıyla yakalanamaz olan mı?
“Ben Parçaları” adlı çalışmamda dünyayı, olayları, fenomenleri anlamlandırmada dilsel şebekeler-düşünce sistemlerinin aslen ne derece yetersiz kaldığını kişilik algısı üzerinden ele alarak vurgulamak amacım.
Emin Gök – “Psikomaji Kompozisyonları I-IV”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Pratiğimin temelinde, özellikle şu sıralar “sample” kavramı yatıyor. Aslında birçok farklı seviyede incelenebilecek bu kavrama benim yaklaşımım elektro-akustik veyahut acousmatic olarak adlandırılan gelenek ile kuvvetle bağlantılı. Kaynağı olmayan ses veyahut sesin kaynağını kaybetmesi üzerine çok düşünüp üreten bu yaklaşım son elli senede melodikten dokusala ve izlenimsele doğru hızla ilerleyen ses ve müzik alanlarındaki bu değişimin büyük sorumlularından. Devamlı yer verdiğim melodikten dokusala ve dokusaldan melodiğe geçişler, bir tür bilinirlik, güven hissiyatı ile kaybolmak, evinde hissetmemek ve merkezsizlik hissi arasında gidip gelmesini sağlıyor izleyicinin, bu da benim severek oynadığım bir efekt. Psikoloji ve felsefe alanlarındaki akademik geçmişimden dolayı bu yapıları benimseyiş biçimim genelde bireyin iç dünyasını hedef alan konseptler üzerinden kendilerine düşünsel dünyada yer buluyor. Örnek olarak “Psikobüyü Kompozisyonları”nı ele alırsak, birçok farklı tekniğin aslında temel bir soru etrafında amaçlandırıldığını görebiliriz: Bizim için kişisel anlamı, anısı olan sesleri, acousmatic ve kolaj tekniklerinden faydalanarak o anlamlardan ve anılardan arındırabilir miyiz? Bu anılar ve anlamlar travmatik ise, veyahut psikanalitik bir perspektiften konuşursak, bilinçaltımızda bazı düğümler atılmışsa bu sesler kullanılarak; yine bu sesler üzerinde yapacağımız manipülasyonlar, anlamsızlaştırmalar ve yeniden anlamlandırmalar, bize travma üstü bir dominans sağlar mı, iyileşme sağlar mı?
“Psikomaji Kompozisyonları I-IV” adlı eseriniz ile Alejandro Jodorowsky’nin geliştirdiği ve sanat, psikanaliz, Doğu felsefesi ile Jung’cu mistisizm arasında heterojen bir sentez yaratıyorsunuz. Bu bağlamda yerleştirmeden söz eder misiniz?
Yukarıda da bahsettiğim gibi psikoloji/felsefe geleneğinden geliyorum ve yıllarca çevrem ağırlıkla psikologlar, düşünürler, bilim insanları ile sarılıydı. Özellikle analitik felsefe ve pozitif bilim çerçevesinde yapılan çalışmalara bu denli maruz kalmak bende bilimsel metoda karşı büyük bir saygı uyandırdı. Belki de sınırı aşan, rasyonel rüyaya fazla kapılmış bir saygıydı bu. Bu bağlamda dümdüz “Sanat Terapisi Denemeleri” veyahut “Müzik Terapisi Kompozisyonları” gibi isimler seçip öz-terapi üzerine odaklandığım bir konsept yerine Jodorowsky’nin çok daha arkaik kalan ve yer yer pseudo-bilim tınıları içeren Psiko büyüsünü eserimin tanımına yerleştirmek; an itibariyle bilimsel mecmualarda çıkan araştırmaları feyz almaktansa Jodorowsky’nin erken dönem psikanalizden esin almış sembolik aksiyonlarını kendime meşgale edinmek, birçok anlamda stratejik bir karardı benim için.
En başta beni o bahsettiğim bilimsel çevreden soyutlayıp bir tür “sahte guruluk” veyahut “alternatif tıp” eleştirisinden kurtarıyordu. “İyileştirmek” üzerine iddialarda bulunmak hiç öyle kolay bir şey değil ve neredeyse hiçbir zaman tek bir insanın ortaya koyabileceği kadar basit değil, iyileştirdiğiniz insan kendiniz bile olsanız. Bilimsel bir tekniğe odaklanmaktansa sanatsal bir tekniğe odaklanmama yardımcı oldu Jodorowsky, çünkü belki her zaman öyle düşünmüyor olsa da, kendisi iyileştirme güçlerine sahip bir şamandan çok başarılı bir sanatçıydı.
Bunun yanı sıra Jodorowsky’nin psiko büyü kapsamında kullandığı ve eserimin notlarında da bahsettiğim “sembolik aksiyon” kavramı konseptsel düzlemde çok kilit bir noktada fikrimce; birçok patikanın kesiştiği ve harika bir manzaraya sahip bir tepe gibi. Bu kavramı sanatsal zeminde incelemek -ki bana kalırsa çok daha özgür ve formalden uzak bir zemin- beni çok heyecanlandıran bir önerge ve sanat icra edenlerin en temel güdülerine kadar uzanıp avucuna alabilecek bir albeniye sahip. Sürrealizm gibi bana kalırsa çığır açıcı bir akıma bu kadar yakın, fakat hâlâ automatism ve rüya analizi gibi tekniklerle ilişkisi yeteri kadar incelenmemiş bir konsept yumağı. Tam olarak burada konumlanmak bana elimi her tarafa hadsizce atma imkânı sağlıyor.
Erdal Bilici – “Picnic at the Flatlands”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Pratiğimde gerek imaj olarak yeniden yeniden ürettiğimiz gerekse fiziksel olarak değiştirip dönüştürdüğünüz yani bir fantezi alanı olarak gördüğümüz ve garip bir şekilde bir parçası olmadığımızı düşündüğümüz “doğa” kavramını spesifik bir bağlam çerçevesinde ele almaya çalışıyorum. Daha çok doğanın imaj olarak yeniden üretiminin fiziksel yeniden üretimini ve yeni alt anlamlarını da belirlediği geleneksel ve modern teknikler üzerinden kendimce spekülatif bir tahayyüle odaklanıyorum. Bunu yaparken 3D taramalardan, dijital, buluntu ve 16mm filme kadar çeşitli still ve hareketli görüntü tekniklerini kullanıp bunlar arasında transferler yaparak formu bir şekilde bitirip tüketmek (exhaustion of form) gibi bir fantezim var. Bu esnada bir duygu hâli olarak ortaya çıkan transactionlar ilgimi çekiyor.
Bunun biraz zamanımızın kendine has anakronik bir durum olarak var olması hissiyatı üzerinden, yani geçmiş ve gelecek algısının abartılı düzeylerde (prehistorik/posthuman) ve çarpık bir şekilde var olduğu düşüncesi temelinde her şeyin bir film seti olduğu tahayyülünü diğer bir deyişle postsinematik bir duygu hâlini yorumlamaya çalışıyorum.
Genelde ses ve hareketli görüntünün çoklu kurulumunu bir mekân olarak ele alarak bir yerleştirme rejimi kurguluyorum. Ekran, projeksiyon ve ses monitörlerinin belirli bir mantık üzerinden dağılımı ve mekânın, yani atmosferin oluşturulması anlatının önemli bir kısmını oluşturuyor. Kamera ve kadrajın koreografisi üzerinden hem geleneksel olarak algılananı ve aynı zamanda güncel kişisel bakışı temsil eden biçimleri yerleştirme rejiminin bir parçası olarak kullanmayı çok önemli buluyorum. Bu izleyicinin gördüğü şeyle olan ilişkisini de belirli bir koreografik yapı olarak hayal etmem üzerinden gelişen bir durum: Sesler, imajlar ve kelimelerin ötesinde aralara saklanmış duygu hâlleri.
Mamut Art Project’te oldukça katmanlı kavramlar ve disiplinel araştırma yöntemleriyle “Picnic at the Flatlands” adlı eserinizi izliyoruz. Eserin içeriğinden ve disiplinlerarası çalışma sürecinden söz eder misiniz?
“Picnic at the Flatlands” Danimarka’daki Værløse hava üssüne yaptığım ziyaretler ve üssün geçirmekte olduğu değişimlere dair gözlemlerim üzerinden gelişti. Yaklaşık beş yıl önce bazı kurmaca çekimler yapmıştım. Bu esnada keşfettiğim çeşitli mekânlardaki terk edilmiş nesnelerin anlattıkları, yaban doğanın bu terk edilmişliği yeniden yer etmesine dair gözlemlerim ile üssün tarihine dair yaptığım araştırmalar bu çekimleri şekillendirdi. Görece uzun bir aranın ardından hava sahası bir ekoköy hâline gelirken çekmiş olduğum malzemeye yeni bir gözle bakmaya başladım.
Günümüzde 3D tasarım, mimari planlamada ana üretim araçlarından biri. 3D renderlar üzerinden oluşturulan projelerin, özellikle şehirlerde, yeni modern yaşamın görüntüsü hâline geldiği artık oldukça ortada. Yeni inşa edilmiş bir metro istasyonuna veya bir apartman kompleksine baktığımızda, her şey 3D bir durumu andırıyor, ağaçlar bile. Temsilin ve deneyimin sürekli yer değiştirdiği bu hâli “Picnic at Flatlands”te bir şekilde işlemeye çalıştım. Mekânın geçirdiği değişimi gözlemlerken mekânın geçmişi ve geleceği üzerinden 3D olarak kurgulanmış ve zamansal olarak radikal uçlarda hayal ettiğim durumlar tasarladım. 3D bir karakter üzerinden bir emlak spotunu işe dahil ederek imajların farklı ifadelerini spekülatif bir anlatı içerisinde kurmaya çalıştım. Genelde bu tür ütopik hayaller çoğunlukla başarısızlığa mahkûm olurken, modern durum benzer yerleri tekrar tekrar işgal etme eğiliminde olduğundan, bu yere arkeolojik bir saha olarak yaklaşmayı tercih ettim.
“Picnic at Flatlands”deki amaçlarından biri, doğa ile insan yapımı arasındaki çatışmaya farklı bir hisle yaklaşmak. Teknolojik olarak oluşturulmuş bazı görüntülere bakarken, sadece doğanın kaybına değil, aynı zamanda bir gösterinin renkli anlarına da tanık olduğumuz izlenimi ediniyoruz. Yine de, alanın kendisi, terk edilmiş bir hava sahası ya da F-16 sığınağı olarak güçlü bir aura sunuyor. Her halükarda doğa her ayrıntısıyla şaşırtmaya devam ederken, teknoloji onu görsel bir şova dönüştürüp alternatif bir dünya olarak yeniden yaratıyor.
Yağmur Uyanık - “Öz Yaratım: Birlikte Oluşmanın Katmanları” ve “A440”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Mimarlık ve müzik geçmişinden geliyorum, işlerimde genelde kültürlerdeki hibritideyi, bunun mekânsal ve coğrafi bağlamlarını, zaman düzenleme araçlarını ve dünyayı anlamanın farklı yollarını araştırıyorum. Bilgi üretiminin kültürel nesnelerle kurduğu ilişkileri ilginç buluyorum ve bunu işlerimde temsil, kimlik ve süreç bağlamlarında ele alıyorum. Biçimsel temsil de önemli ve bu genelde her işte değişerek yeni bir hâl alıyor. Tek bir medya ile çalışmıyorum ve genelde işlerimde birden fazla medya kullanıyorum; heykelle sesin, ışıkla metalin kurduğu fiziksel ilişkiyi önemli buluyorum.
Mamut Art Project’te iki eserinizi izliyoruz. Bunlardan ilki “Öz Yaratım: Birlikte Oluşmanın Katmanları” ve diğeri “A440” adlı yerleştirme. Bu iki eserin günümüzün sosyo-kültürel coğrafyası içinde kavramsal çerçevelerinden bahseder misiniz?
İki eser de aslında benzer bağlamlardan temelleniyor: Kültürel objelerin tarihsel süreçte değişen anlamları ve bunların güncel zamanla kurduğu ilişkiyi inceliyor.
“Selfmaking”, Atina’dan Londra British Museum'a götürülmüş Büyük İskender ve Perikles heykellerinin dijital modellerinin birleştirilmesiyle oluşturulan hibrit bir karakterin üç boyutlu yazıcı ile üretilmiş kum taşı heykeli. Yer değiştirerek orijinal bağlamlarını kaybetmiş bu iki mermer heykel, yeni yerleri Londra’da yeni bir bağlam kuruyor; hem bu yerin belleği hem de bunun bir sonucu olarak bu objelerin temsil ettikleri anlam değişiyor. “Selfmaking” de bunu odağına alarak kültürel bilgi yaratımının ve sirkülasyonunun coğrafi bağlamları, yerinden edilmişlik biçimlerini ve aslında devletsizliği nasıl ön plana çıkardığı ile ilgili bir şey söylüyor. Kültürün jeolokasyonal kodları ve bu anlamlardan devşirilmiş farklı temsilleriyle ilgili spekülatif bir önerme yapıyor. Hibritide, yer ötesilik ve kültürel temsiliyette çoğulluk gibi kavramları araştırıyor.
Sergideki diğer işim “A440”, bir zil sehpası üzerinde duran kare şekle dövülmüş bir zil. Bu iş de aslında benzer bir bağlama oturuyor. İstanbul’un dört yüz yıllık geleneğinin geçirdiği kültürel dönüşümlerin biçimsel bir temsilini keşfetmek için üretime kişisel ve politik uygulamalar olarak bakmayı öneriyor. Bu iş için İstanbul Mehmet Zilleri’yle çalıştım ve onların bu coğrafyada bu zanaat bağlamında kurdukları ilişkiye bu şekilde eklemlenebildiğim için çok mutluyum.
Zeynep Abeş – “Memory Place”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Genellikle içimde hissettiğim ve kelimelere koyamadığım heyecan, endişe, unutma korkusu içeren duygularımı, samimi bir şekilde başkalarına anlatabilmek için sanatımla biçim verebiliyorum. Kendimi eski anılarımı düşünürken çok buluyorum ve sonunda belirli bir üretim pratiği geliştirebildiğim için artık bu duygularımı verimli bir şekilde tatmin edebiliyorum. Artık projelerimi olabildiğince kendi içime doğru yöneltiyorum ve özellikle hatıralarımı unutma korkusunun nedenlerini anlamak için çalışmalar yapıyorum.
Gittikçe artan yabancılaşma hislerimi ve zamanla var olmayacak şeyleri, bulunduğum şehrin çeşitli yerlerinde fotoğraf yürüyüşlerine çıkarak veya evdeysem ailemi anlatabilen detaylı anları çekerek yorumluyorum. Albümlerimden fotoğrafları veya ailemin sakladığı andaçları topluyorum. Arada sırada ailemleyken bir anda “hepiniz olduğunuz yerde donun!” deyip fotogrametri için taramalar yapıyorum. Bir yandan da İstanbul’un değişken ruhunu ve zamanın yapmış olduğu ve olası yapacağı tahribatı simgeleyebilecek olan anları çok düşünüyorum. İstanbul'da dolanırken çektiğim fotoğraf ve videolarla çalışmalarımı oluşturduğum için şehirde olan biten her şey beni çok etkiliyor. Eski apartmanların yıkılıp yerine yeni binaların geleceği sokak aralarını, yıkıntının içinde insanların evlerinden kalmış minik detayları yakalamayı seviyorum.
Videolarınızda fotogrametri tekniğini kullanarak anımsama, hatırlama ve anıları yeniden var etme üzerinde çalışmalarınızı gösteriyorsunuz. Bu teknik ile birlikte kurguladığınız kavramsal bağlamdan söz eder misiniz?
Uzun süre kameramla sessizce kaybolabilecek anılarımı korumak üzerine arşivlenmiş fotoğraflar, filmler ve ses aracılığıyla anılarımın anlatılarını oluşturma kapsamlı çalışmalar yaptım. Üniversitede fotoğraf ve filmi farklı medya sanatlarıyla birlikte kullanarak uzun süre denemeler yaptıktan sonra fotogrametri birkaç senedir en çok kullandığım teknoloji oldu. Hikâyelerimi daha sürükleyici bir şekilde anlatmak için fotogrametriyi şiirsel ve sembolik bir arşivleme aracı olarak kullanmaya başladım. Fotogrametri, herhangi bir ortam veya nesnenin üst üste bindirilerek çekilen fotoğraflardan, üç boyutlu dijital modellerin oluşturulmasını sağlıyor. Bu teknikle ve çeşitli gelişen teknolojilerle hafızamızın eksikliklerini yorumlamayı amaçlıyorum. Arşivleme için kullanılan teknolojileri bir tek geçmişimizi görsel bir şekilde anlatabilmek dışında, fiziksel varlığı olmayan ve o anda gerçekleşen duygu ve hisleri yakalayabilmek için sürükleyici deneyimler yaratmaya çalışıyorum. “Memory Place” ile kişisel ve toplum olarak paylaştığımız anılarımızın üç boyutlu hâlde ve günlük hayatımızın ayrılmaz parçaları olan seslerle birleştirerek hafızamızı yeni medya sanatlarıyla yorumluyorum.