Türkiye genelinde bağımsız sanatçıların farklı disiplinlerdeki üretimleriyle büyümeye devam eden Mamut Art Project 2021’de yer alan Kıvılcım Güngörün, Uğur Ulusoy, Studio Pinprick ve Zeynep Özkanca ile konuştuk.
Mamut Art Project, bu yıl dokuzuncu kez 43 sanatçının 300’e yakın eserinden oluşan kapsamlı bir seçki ile eş zamanlı olarak mamutartproject.com adresi üzerinden sanatseverlerle buluşuyor. Bu yılki seçki; İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı ve İç Mimarlık Bölüm Başkanı Can Altay; küratör, sanat tarihçisi ve yazar Necmi Sönmez; sanatçı Hale Tenger; sanat danışmanı Melis Terzioğlu ve Pilot Galeri kurucusu ve direktörü Azra Tüzünoğlu’nun yer aldığı jüri tarafından belirlendi. Sergilenecek işler arasında video başta olmak üzere dokuma ve yerleştirmeler; seramik, illüstrasyon, dijital, fotoğraf, kolaj ve resim dahil olmak üzere birçok alanda üretimler yer aldı. Mamut Art Project 2021 31 Ekim tarihine kadar fiziksel olarak Yapı Kredi bomontiada’nın üç farklı mekânında ve çevrim içi olarak ziyaret edilebilir.
Kıvılcım Güngörün – “Oğaç”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Hayatımı belgelediğim için içeriğim benden parçalarla kendisini var ediyor. İşlerim hep bir dönüşüm hâlinde birbirlerine bağlanarak koca bir ağ oluşturuyor. Bunun yanında fotoğraf pratiğimin temelini biriktirme, istifleme, toplama ve bu topluluktan çeşitli bir aradalıklar yaratarak onları sınıflandırmak oluşturuyor. Ürettiğim fotoğrafları sürekli irdeleyerek yeni gelenlerle tekrar sentezliyorum. Günlük istikrarda arşivleme yöntemini benimsiyorum. Özetle anların koleksiyonunu yaparken yeni anlamlarla onları tekrardan üretiyorum. Sergileme aşamasına geldiğimde ise üretimimi fotoğraf dışı biriktirdiğim çeşitli nesneler ve yöntemlerle mekâna özel olarak enstale ediyorum.
“Oğaç” adlı çalışmanızın aslında sanatçının tutkusunu, araştırma dirayetini ve istikrarlı yapısını gösterdiğini alenen söyleyebilirim. Yıllarca sürdürdüğünüz bu projenin çok boyutlu olan yapısından ve tüm bu süreçten, kavramsal olarak da söz edebilir misiniz?
İstanbul'u ilk 2010'da fotoğraflamaya başladım. Bu proje de o sene, ağacı gördüğüm anda oluşmaya başlamıştı. Gövdesinden bir halka ile kuşaklanmış hâliyle seçimsiz bir tepe gibi asılı duran, yolun ortasında dikilmiş ve şehre kelepçelenmiş bir dev gibi - kaynaktan çok bir sınır, kaçışa tepki ürünü, filizlenmiş biçim ve dönüşümün kendisiydi benim için. Şehre mal olmuş hâliyle sokağı ve doğayı aynı heykelleşmiş yaşamda görmek mümkün diye çekmişti belki de ilgimi. O anda fotoğrafını çekmedim. Haritamda bir nokta, sıkışmışlığıma ayna tutan bir tapınak gibi duruyordu orada, öylece. Konum olarak da meydan, saray, köprü, cami dörtlüsünün ortasında bir merkez olarak şehrin, tarihin canlı kaydını içeren bir ağaçtı. Onun bildiğim ilk görüntüsünü 2016 senesinde yeşermiş yüceliğiyle çektim. Tek kare. Çekeceğim ikinci görüntüsü 2020’de olacaktı. Şeyleri/anları yalnızca bir kere çekme pratiğinde üretimler yapmayı seven biriyim lakin pandemi süresiyle onu ziyaret etmeye, zaman zaman farklı makina ve filmlerle fotoğraflamaya, eskizlerini almaya başladım. Ondan "O ağaç" diye bahsedişim ile gövdesindeki halkasının "O" şeklini sembolik olarak alıp, şehrin yeni tür heykelleşmiş ağaçlarına "Oğaç" demeye karar verdim. 2021'in son uzun kapanmasının ilk günlerinde evde internetten takip ettiğim bir kaykaycının Beşiktaş Meydan'da çekmiş olduğu güncel videosunda arkada gördüm Oağaç’ın orada olmadığını. Hemen yazıp kesilmiş olduğu bilgisini teyit ettim. Yaklaşık 12 gün boyunca ağacın kesilme nedenini öğrenmek için çeşitli yerlere ulaşmaya çalışıp, yakınımdakiler ile ağaçlar hakkında diyaloglar yaşadım. Sergideki kurgumu da bu süreci yansıtmak için altı adet fotoğraf ile başlattım. Bu fotoğraflardan dört tanesi metine ek olarak elimle yazmış olduğum ve sergi alanında okunabilecek diyaloglara referans veriyor. Annemin eli, ağaçta yaşayan kuşlar, ağacın yakın arkadaşı olan o yaşlı adamın portresi, betonlaşmış şehir yaşamında ağacın sıkışmış hâli. Mağara içerisinden çekmiş olduğum kare ise bu duruma genel görüşümü betimlerken doğa içerisinde bile şehri konumlandıran geometrikliğin kaydını simgeliyor. Ve altıncı fotoğraf da oğacın rüyamsı hâli, (bayat filmle çekilmiş görüntüsü) kısa süre sonra kesileceğini bilmeden onu 2016’dan sonra çektiğim ilk kare. Kapanma biter bitmez Beşiktaş'a gittim. Bir ağaç kendi kendisine yüzey yaratabilir mi? Kökü hâlâ yeraltında olan, gövdesi kesilmiş, insan eliyle kelepçelenmesi ardından bu sefer de insanın oluşturduğu yüzeyleşmiş bir boşluk olarak oradaydı. İki gün sonra tesadüfi 19 Mayıs ve Beşiktaş futbol takımının kutlamalarına denk gelen bir günde beş farklı kamera ile orada birkaç kişi buluştuk. Performansta ben, yüzey dokusu alarak kağıda aktarılan zemin fotografisi şeklinde tanımladığım ve "ground" kelimesinden türettiğim "Grundograf" alma aksiyonuma, çevresinden taş, toprak, talaş parçaları toplama, ağaca tanınmış toprağı vurgulamak adına çevresinde adım sayma, üzerine ağacın ilk kaydettiğim görüntüsünün ve yanmış ağzımın basılı olduğu bayrağımı sermek gibi çeşitli eylemleri gerçekleştirirken Zeynep Tunaboylu'da çekim yapan hâliyle performansta yer aldı.
Uğur Ulusoy
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Eserlerimde farklı dünyalardan parça parça esintileri eşit anlamda bir araya gertip hibrit dünyalar yaratıyorum. Bu dünyalar herkese açık mekânlar ve herkesin kendi gerçeklerinden yola çıkarak eserlerimin içersinde kendilerine bir yer ayırabiliyorlar. Klasik resim kavramından çıkıp şaseye germeden, kumaşları duvara çivilerle monte edip müzik eşliğinde moduma göre eser üzerinde çalışmaya başlıyorum. Her modun farklı materyalleşmiş durumu var. Her materyal, farklı bir hıza sahip olduğu için tüm boya türlerini kullanıyorum. Genelde akrilik başlıyorum, ardından sürece mürekkep, yağlı pastel boya, sprey boya, pigment ve lateks karışımı ve en son yağlı boya ekleniyor. Yani teknik çalışmam dahi hibrit bir durum.
Resime başlarken eskiz veya fotoğraf kullanmadan iç ve dış dünyalarım arasında gidip geliyorum. İlk etapta 2 - 3 saat sadece bilinçaltım ve hislerimle başlıyorum; sonrasında 1 - 2 saat karşısına geçip anlamaya başlıyorum. Çalışma tarzım böyle olunca aynı zamanda 3 veya 4 resim birden çalışıyor oluyorum. Belirli aşamadan sonra tempo yavaşlıyor ve daha çok röportaj, haber gibi şeylerin eşliğinde eserlerimi bitiriyorum. Genelde bu hal 3 - 5 hafta arası sürebiliyor. Kumaşları sonradan aynı şekilde bir kaç çivi ile şasede görünür şekilde monte ediyorum veya direkt sergi alanında duvara sadece kumaş hâliyle sergiliyorum.
Daha öncesinde Mimarlık ve Endüstriyel Tasarım okuyup bitirdim, o yüzden mimari alanlar resimlerimin önemli bir parçası. Çoğu çalışmalarımda mimari ortam ilk kurulan bölüm oluyor ve ardından etrafında farklı boyutlarda ve açıda düzeni bozularak resimin diğer kısımları oluşuyor. Eserin belirli kısımlarını ise sınırlandırmıyorum, böylece eserin kendisi benim için de açık kalıyor. Zorlandığım anlar daha da bir ayrı motive ediyor beni ve bana sadece anlık sınırlarımı gösteriyor. Sınırları her zaman sorguluyorum ve ne kadar çağdaş olup olmadığını anlamaya çalışıp çevremdeki herkes ile paylaşmak istiyorum.
Mamut Art Project’in en geniş alan kullanan sanatçılarından birisi olarak sizi plastik dili mekânsal ve tuval yüzeyinde kullanıp, deneysellik açısından oldukça yoğun pratik ettiğiniz çalışmaları izliyoruz. Yapıtların doku, renk, desen gibi plastik yönlerinden ve kavramsal sürecinden söz eder misiniz?
Baba tarafı Türk, anne tarafı Kürt-Azeri kökenli, ben ise Almanya’da doğup büyüdüm. Farklı kültürlerin arasında yaşamak size aynı zamanda iki farklı hissiyat yaşatır, bir topluma ait olduğunuz kadar bir o kadar da dışlanıyor olabilirsiniz. Bu durumu ele alarak hibrit kişiliğe sahip olmak ne demek? Farklı kültürlerin arasında yaşamak sizde nasıl bir algı yaratabiliyor?... Hibrit dünya kavramı demek, eskiden kalma birçok sınırı aşıp dünyayı, ülke sınırları ile parsellenmemiş bir gezegen olarak anlamak demek. Bu durumda kültürel ve kişisel farklılıkları yok etmek değil, tam tersine bunun bilincinde olarak her kişiyle eşit ve yorumsuz karşılaşmak, benim amacım.
Kullanmış olduğum kumaşları annemler bundan 30 sene önce pazarda satıyorlardı ve ben iki göz odada bu kumaşların arasında büyüdüm. Sonradan masa örtüsüne geçiş yaptılar ve ben 25 sene sonra depoda hâlâ var olan bu kumaşlar üzerine çalışmaya başladım. Eserlerimin bir parçaları olmaları benim için çok özel, eski dostlarım gibiler her biri ayrı kişiliklere sahip ve ben her seferinde farklı durumlar yaratabiliyorum, farklılıklarından dolayı.
Renk konusuna gelince, her rengin kendi bir dili var ve bu dil hep renk içersinde değişiyor. Bazen renkler ise özel hayatımdan insanları canlandırıyor abstrakt bir şekilde ve bazen kullanmış olduğum renkler sadece kendi gücünü yansıtıyor veya sırf kompozisyona hitap ediyor.
Farklı kültürlerin yazılarına benzer, kendim uydurarak yaratmış olduğum yazılar var ve bunların anlamları hislerimle bağdaşıyor. Etrafımda her neyi görüyorsam bilinçaltı eserlerimin bir parçası olabiliyor. Nakışı andıran bölümlerde ise babaannemin yanında oturuyor ve onun eşliğinde nakış yapıyormuşum hayalini yaşıyorum.
Senede en az bir defa mekânsal çalışmam gerek, mimarlıktan oluşmuş olan boyut algısı beni büyük ve mekân ile direkt olarak diyaloğa tetikliyor. Bu tür çalışmalar benim farklı boyutlarda düşünmemi sağlıyor ve zihnimin farklı alanlarını aktive ediyor ve bu beni çok mutlu ediyor. Mamut Art Project’te eserimin sergilendiği alan da bu nedenle en geniş alanlardan biri.
Studio Pinprick – “Her Şey Büyüdükçe Giderek Kendine Benziyor” ve “Anonim Masallardan Mitolojik Gerçeklere”
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
İkimizin ilgi alanları ve ilham kaynakları farklılık gösterse de içerik üretimi konusunda ortak karar, beğeni ve istekte buluşup ilerliyoruz. Genellikle kendini var etme, yeniden doğuş, sonsuz döngü, çeşitlilik, birey olmak, cinsiyetsizlik, zıtlık, eşitlik ve bütünlük algısı gibi konular üzerinden zamansız mekânlarda geçen hikâyeler kurguluyoruz. Eskişehir’de yaşıyor olmamızdan kaynaklı yeni üretimlerimizde artık peyzajı çok görmeye başladık.
Figüratif ağırlıklı üretimlerimizde sıklıkla maskeler ve makyaj betimlemelerini de kullanıyoruz.
Günlük yaşamımızda estetik açıdan etkilendiğimiz öğeleri, karakterleri, sembolleri resimlerimizin dünyasına yerleştiriyoruz. Bunların yanında antik tasvirler, hayvan üslubu, ikonografik sahneler, süsleme geleneği gibi konulardan da fazlasıyla besleniyoruz. Müzik, e-kitap, dizi, podcast tüm yolculukta yanımızda olanlar.
Üretim sürecimiz eskiz çalışmaları ve dijital renklendirme ile başlıyor. Bu etapta hangimizin hangi resmi dokumak istediğine karar veriyoruz. İplik seçimleri tamamlandıktan sonra bireysel çalışmamız başlıyor. Elde dokuma yaptığımız için süreç uzun oluyor elbette. Ama bizim de en keyif aldığımız ve beslendiğimiz kısım burası aslında. Çünkü yeni yapmak istediğimiz resimlere ve üretimlere bu aralıkta karar veriyoruz.
Siz ikili çalışan bir sanatçı grubu olarak eserlerinizi üretiyorsunuz. Mamut Art Project’in bu edisyonunda ise iki farklı serinizden eserleri izledik. Yapıtlarınızın teknik boyutunu ve içeriksel bağlamını açıklar mısınız?
Biz geleneksel bir teknik olan punch needle tekniği ile resimler yapan bir ikiliyiz. Bu yıl Mamut Art Project’te yer alan iki serimizi bu sergi için ürettik. Bu seriler de üretimlerimizin öncüleri oldu diyebiliriz. İki seri de cinsiyetsiz figürler ve düalite üzerinden doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesi ile ilerleyen ayrı hikâyelere sahip.
“Her Şey Büyüdükçe Giderek Kendine Benziyor” serisi tinsel bir varoluşa temellenir. Yüzeyde izlenen imgelerde gözleriyle dik biçimde sizi izleyen, daima mutlu bir anı hissettiren bir karakter belirir. Sadece kendi içindeki iyilik ve kötülüğü temsil edebilecek bir yapı da sunulmuştur. Bu isimsiz karakter herkesi ve her şeyi eşit biçimde izlemektedir. Bu bakışlar bilinmez sırların dahi bilinir olduğu, gizemlerin açığa çıktığı belirsiz ve keskin bakışlardır. Karakterin yüzündeki birçok göz, izleme ve gözlemleme olgusuna vurgu yaparken dikkat çekici gülümseme ise arkaik heykellerde yer alan ikonik gülüşlere benzemektedir.
“Anonim Masallardan Mitolojik Gerçeklere” serisinde yer alan çalışmalar mitoloji ve masallar diyarından konuları iyilik ve kötülük eksenleri üzerinden değerlendirir, geçmiş ve bugün bir arada görülür. Karakterin, yaşadığı evren ve nereden geldiği, nereye gittiği rotası muğlak biçimde izleyiciye sunulmuştur. Her bir çalışmada tıpkı bir dizi bölümü gibi yaşadığı olayların yansıması aktarılır. Dünyaya gelişi tinsel bir göz ile değerlendirilirken doğum anında dahi bir maske ile ilk kez izleyiciye bakar. Burada karakterin insan yaşamı içindeki maskeler ve kimlikler arasındaki geçişi, doğduğu an itibariyle ona verilen görev ve sorumluluklar ile olmak istediği benlik arasındaki yapı bir varsayım olarak sunulur.
Zeynep Özkanca
Genel olarak üretimlerinizde içerik ve biçim açısından nelerle ilgileniyorsunuz?
Farklı disiplinler fotoğraf üretimimi çokça besliyor. Son dönemlerde ise şiir ve performans sanatının üretimime katkısı büyük. Farklı medyumların beni görsel üretmekteki teşviki ise araçlarımı kullanma pratiğimi esnetiyor. Bu esneme içerik-biçim ilişkilenmesini her defasında farklı bir hâle getiriyor.
Fotoğraflarınızda ölü doğa görüntülerini izliyoruz. Sizin için gündelik, olağan nesneleri fotoğraf disiplini ile sanat pratiğine dönüştürmek nasıl ortaya çıkıyor? Burada izlediğimiz seriden söz eder misiniz?
Ölü doğa tanımı ne kadar doğru ifade ediyor bu fotoğrafları emin değilim ama genel bir tanım olduğu ve herkeste ortak bir fikre yol açtığı için kullanılabilir.
Bu tanım da yine özne merkezli bir ontolojik ve fenomenolojik tavır. Bu fotoğraflar aslında benim tam olarak da bunu kafamda tarttığım bir dönemin işleri. Benim tanımlamam olmadan çevrem oluşmuyor mu? Nesneler benim onlara verdiğim isimler ile mi suretlenmeye başlıyorlar? Bir nesneye yüklediğim hatıra mı onu var ediyor? Melankolik insanların objelerle ilişkilenmesine baktığımızda -ki bu koleksiyonerliğe kadar uzanıyor - artık o nesne fonksiyonelliğini de yitiriyor, bu fotoğraf serisindeki metindeki zorbalıktan kastettiğim de tam olarak buydu. O artık bir elma çöpü değil, benim masamın üzerindeki elma çöpü ve onu fotoğraf karesinin içine alarak tamamen kendi tanımlarım ile süsleyerek kendi temsilimi ve onayımı oluşturuyorum. Nesne tamamen edilgen bir durumda bırakılıyor ve nesnenin özneye sunduğu olanaklardan çok da bahsedilmiyor. Örneğin masaya dökülen suyun sıvı formu onu hemen fotoğraflamam konusunda beni zorluyor çünkü örtü tarafından emilme süresi çok kısa…
“Kutlama” adını verdiğim seri de tam olarak bu konular ile vakit geçirdiğim bir süre içinde kendini ortaya çıkardı.