2015 senesinden beri hayatımızın önemli bir parçası olan, Akkök Holding sponsorluğunda düzenlenen Mamut Art Project, bu sene de 3-7 Nisan tarihleri arasında KüçükÇiftlik Park’ta gerçekleşecek. Sanat kariyerinin başında olan bağımsız yetenekleri koleksiyoner, küratör, galeri, kültür-sanat kurumu ve sanatseverlerle buluşturan oluşum bu sene de birbirinden yetenekli isimleri bizlerle tanıştıracak.
Mamut Art Project öncesi fuara video disiplininden çalışmalarıyla katılan sanatçıları mercek altına aldık. Yazı dizimizin ilk bölümünde odağımızdaki sanatçılar: Ekin Keser, Maral Mavizi, Hamza Kırbaş, Kadir Kayserilioğlu ve Can Kılcıoğlu.
Ekin Keser
Mamut Art Project’e Öğretmen Yemini isimli videonuzla katılıyorsunuz. Video öğretmen yeminine bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. Çalışmanızın ana fikrinden bahsedebilir misiniz?
Otoriteyi (devlet vb.) besleme gayesi bilinçaltımıza her fırsatta yerleştiriliyor. Öğretmenlerin tek bir kalıba sokulmamasını, çeşitli olabileceğimizi, cinsiyet, cinsel yönelim, ırk, din, dil, siyasi görüş, kültür farklılığı vb. olan öğretmenlerin eğitimin temel ilkelerinden sapmaksızın bu görevi yerine getirebileceğini üstte verdiğim örnekleri bahane olarak kullanıp mülksüzleştirme uygulamalarına dikkat çekmek istedim.
Mevkilerin hiyerarşik bir yarışa dönüşmesini eleştiriyorsunuz. Genel üretim pratiğiniz de bu tavırdan oluşuyor. Lgbti+ aktivizmi, insan hakları ve veganlık odak noktalarınız arasında. Bu yaklaşım üretiminize nasıl yansıyor?
Aslında bu durumlar benim üretmemi sağlıyor çünkü şiddeti hayatımda minimum seviyeye indirmek ve benden sonrasına daha az şiddetsiz bir alan bırakmak istiyorum. Bunlarla birlikte üretme isteği doğuyor ve üretmek istedikçe bilgi ve deneyim edinme açlığım artıyor.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Evet, şu an üzerine yoğunlaştım üretimim bir masal serisi. Öyle bir masal ki bizi bizle yüzleştirecek, sahiplendiğimiz gerçekliğe meydan okuyacak ve foyamızı ortaya çıkaracak. En azından böyle bir amaç taşıyacak. Bu masalın nasıl biçimleneceği de sürpriz olsun.
Maral Mavizi
Mamut Art Project’teki çalışmanız İran-Irak savaşı ile ilişkili. Bu hikâyeyi ve ilişkiyi biraz anlatabilir misiniz?
İsveç’te doğdum ve İranlı ebeveynlerim tarafından büyütüldüm. Her ikisi de İran-Irak savaşını kendilerince tecrübe etmişler. Babam orduda tankların suları geçebilmesi için köprüler inşa ederken, annem gençlik yıllarını şiddetin hüküm sürdüğü bir ortamda geçirmiş. Kişisel olarak savaş zamanlarında yaşamamama rağmen o acı ve kayıpları miras olarak aldım. Bunu bana ve kız kardeşime anlatılan hikâyelerden hissedebiliyordum. Annemin Tahran sokaklarında yuvarlanan portakallar hakkında konuşurken yanaklarından süzülen yaşlardan hissedebiliyordum. Her çocuğun kendisini ve yaratıcılarını anlamak için onların acısının varisi olduğuna inanıyorum.
Aslında Apelsin bir kerede üç hikâye anlatıyor. Annemin çocukluk fotoğrafları ve İran-Irak savaşı arşiv görüntüleri ile sürekli belirsizlik içindeki aile yaşantısını görüyoruz. Babamın video kamerasının lensinden annemin İsveç’e ilk adımlarını ve yeni evi olarak bu ülkeyi seçmesini izliyoruz. Gothenburg havaalanında korkmuş ve kafası karışmış biçimde yürüyor. Annemin günümüzden sesi geçmiş hikâyesini anlatıyor ve benim onun arkasında bırakmayı reddettiği portakalların keyfini çıkardığım videom hikâyeyi sonlandırıyor. Onun başka bir ülkeye, İsveç’e yolculuğu sayesinde bugün portakalların keyfini çıkarabiliyorum.
Yaşanmış olaylara, özellikle de annenizin hayatına odaklanan bu video için nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?
Her şey bir sabah erken saatlerde annemin yanında uzanırken İran ve oradaki hayat hakkında yaptığımız nostaljik konuşma ile başladı. Onun söylediği her sözcüğü saklamak istedim. Onlar benim için çok kıymetli ve değerli şeyler. Ses kaydı yapmaya başladım ve neredeyse iki saat boyunca kaydettim. Dinlediğimde ise onunla bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum. Farklı bir hikâyeydi. Savaşın etkileri ile yapılacak birçok şeyin olduğu (sadece getirdiği ölümler ve tahribat değil) ayrıca ona karşı savaşan halk için anlamlı bir hikâyeydi. Annemi seven bir kimse günlük yaşantısında pes edemezdi ve sürreal bir hayatın içinde bir şekilde normal bir hayat yaratmanın sıkıntısını çekemezdi. Düzenlemeleri yaparken anlatıcının sesi, aile evimizde bulduğum ve diğer yaptığım videoların hepsi çok doğal bir araya geldi.
Şu anda odaklandığınız başka bir proje var mı?
Bugünlerde İran Bahçeleri sembolizmi, mimari hiyararşisi ve evrendeki Zerdüşt inancı üzerine çalışıyorum. Bu işte materyalizm çok gözler önünde çünkü kâğıt üzerine safran ve kırmızı yaban mersini ile hazırladığım boya ile çalışıyorum.
Esasen baskılarımla bir bahçe oluşturuyorum. Bahçe ile karşılaştığınızda, hikâyenin özünü oluşturan hiyerarşi ile de karşılaşmış oluyorsunuz ve çevresindeki her şey sizi özü anlamaya yönlendiriyor. Bahçe karmaşanın eşiğini, farklı dünyaların arasında olmayı ve kendi varlığım hakkındaki düşünceleri gösteriyor. Aynı zamanda kimlikler arasındaki arafta bulunmanın yeni bir varlık durumu olarak üçüncü bir dünya oluşturabileceğine değiniyor.
Hamza Kırbaş
Mamut Art Project’te yer alacak İktidarcılık adlı çalışmanız çocukların gözünden iktidar ve güç meselesine değiniyor. Yüzyıllardır insanlığın başlıca konularından olan iktidar meselesine çocukların gözünden bakma sebebiniz nedir?
Çocukların gözünden masum görünen fakat göründüğü kadar masum olamayan bir oyun olduğu için. Oyun metaforları üzerine çalışmaya başladığım anda çocukluğuma gittim ve çocukken oynadığım oyunları düşünmeye ve hatırlamaya başladım, bilinçaltımda yer edinmiş oyunları psikolojik ve sosyolojik olarak sorgulamaya başladım. Bu sorgulama sonucunda bazı oyunların göründükleri gibi masum olmadıklarını fark ettim, bu oyunlar psikolojik ve sosyolojik anlamda kişilerin yaşantısını daha küçük yaşlardan itibaren olumsuz yönde etkilemektedir. Günümüz kitle iletişim araçlarının çoğalmasını ve benzer altyapılara sahip oyunların ceplerimize kadar girdiğini düşünürsek eğer, bireysel ve toplumsal birçok problem de beraberinde gelecektir.
‘’İktidarcılık’’ kavramını çocukların oynadığı bir sokak oyunu metaforu üzerine temellendiriyorsunuz. Bu sokak oyununda “en büyük benim” sözlerini tekrarlayan çocukların bize anlatmak istedikleri nedir?
Bu oyunda çocukların söylediği “en büyük benim” cümlesi, her yerde var olan iktidarcılığı temsil etmektedir. Bu iktidarcılığı, özel ve kamusal alanlarda sıkça görebiliriz. Birkaç örnek vermek gerekirse, aile içerisinde, arkadaşlar arasında, iş hayatında vb. yerlerde sıkça karşılaşabiliriz. ‘’En büyük benim’’ cümlesini, “ben büyüdüm artık”, “sen benden daha küçüksün”, “benim sözüm geçer artık” gibi cümlelere de dönüştürebiliriz.
Videonun çekim sürecinde nelerle karşılaştınız, çocuklarla çalışmak nasıl bir deneyimdi?
Çekim süreci de oyunda olduğu gibi eğlenceli görünüyordu ve çocuklar eğlenmiş hissediyordu, çekimler bittikten sonra da oynamaya devam ettiler. Çocuklarla çalışmak benim için güzel bir deneyim oldu, büyüdükçe çocuk olmayı unutuyoruz sanırım, çocuk yaşta bu oyunu oynayan biri olarak kendimi de sorgulamaya başladım. Ve bir olayı analiz ederken ampirik çalışmanın çok daha güçlü sonuçlara götürdüğünü daha iyi anladım.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Evet, yoğun olarak çalışmalarıma devam ediyorum, oyun metaforları üzerine yeni projeler de var. Daha çok interaktif projeler üzerine çalışıyorum, izleyicinin de işin bir parçası hâline geldiği oyun alanları yaratıyorum. Bu projelerimden bazıları Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında Almanya, Polonya ve Sao Paulo’da izleyiciyle buluşacak.
Kadir Kayserilioğlu
Arkadaşlarla Bir Akşam Yemeği adlı videonuz yemek için bir alışveriş, ardından yemek hazırlığı, sohbet ve yeme sürecini konu alıyor. Videodaki dört kişi birbirini tanımıyor. Fikrin ortaya çıkış sürecinden bahsedebilir misiniz?
Videoyu 2018 yılında Eylül - Ekim civarı tasarlamaya başlamıştım. O zamanlar eski kültürlerde ritüeller ve bu ritüellerdeki ziyafet, kendinden geçiş gibi olguların Freud'un dürtüler kuramı ile arasındaki ilişki hakkında düşünüyordum. Aynı zamanda video sanatı ve katılımcı sanat üzerine okumalar da yapıyordum. İnsaların bir araya gelerek abartılı bir şekilde yemek yediği bir performans ya da video işi yapmak istiyordum zaten. Bir süredir çalışmalarım genellikle nesneleri ve kişileri bir araya getiren montaj, kolaj ve katılımcılık durumları etrafında gelişiyordu. Zamanla kafamda bu proje gelişti ve katılımcılar olarak kendi arkadaş çevremden dört kişiyi seçmeye karar verdim. Bu kişiler toplumsal kimlikleri, alışkanlıkları, yaşam tarzları vs. bakımından birbirlerine hem yakın hem de uzak kişilerdi. Çekimden önce hepsini bir araya toplayarak kafamdakileri anlattım. Çekime kadar birbirleriyle tekrar görüşmediler. Çekim günü tekrar toplanıldı ve videoda görülenler katılımcılar tarafından uygulandı. Ben onlarla az diyalog kurmaya çalışarak, daha çok kayıt almakla meşgul oldum. Ortaya ilginç bir deneyim çıktı.
Videonun bir diğer özelliği bu yemeğin bir ritüele dönüşmesi. Bekâ, ölüm, ölümsüzlük, kelimeler ve iktidar ise videodaki dikkat çekilen odaklardan birkaçı. Bir performans olarak değerlendirilebilecek videonuzda konuşmalar spontane mi gelişti yoksa bir kurgu söz konusu muydu?
Ritüellerde belirli hareketler ve durumlar vardır, bunlar uygulanır ve tekrarlanır. Geri kalan şeyler ritüeli uygulayan kişilerin inisiyatifinde gelişir. Videodaki ritüel de hayali, mevcut bir gerçekliğe mensup olmayan, sınırlarını kültürün değil hayal gücünün belirlediği bir ritüeldi. Kısaca, amaç kelimeler gibi sembolik şeylerle yaşamsal güdüler arasındaki ilişkiyi düşünmekti diyebilirim. Konuşulacak konular da bu konularla ilişkili olmalıydı. Dolayısıyla masa örtüsünün boyanması, sofrada okunan dörtlük ve sonda canlandırılan sahne dışında her şey kendiliğinden ilerlemiş ve kayıt altına alınmıştı. Konuşulacak konular seçilmiş, konuşma esnasında tartışılanlar ve tartışmaların gideceği yön ise spontane ilerlemişti. Maksat katılımcıların bir üretim hâlindeyken aynı zamanda da bu konuları kendi aralarında tartışmalarını sağlamaktı.
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Yeni videolar üretmeye devam ediyorum. Bu videolar da katılımcılık, performans ve kayıt edilmeyi bir araya getiren işler. Bu aralar fobiler hakkında bir video üstünde çalışıyorum. Önümüzdeki birkaç sergi için de yeni işler tasarlamaktayım.
Can Kılcıoğlu
Mamut Art Project’e katıldığınız çalışmanız 17 yıl önce çektiğiniz bir videodan oluşuyor. 18 yaşınızdayken çektiğiniz video kendinize dair bilgiler, hayalleriniz ve dertleriniz gibi hakkınızdaki pek çok özel bilgiyi içeriyor. Öncelikle bu video fikri nasıl ortaya çıktı?
Ben geçmişe çok önem veriyorum. Hatta tanıdığım herkesle bir geçmiş oluşturmaya çalışıyorum, sonra da buna sahip çıkmaya... Unutmayı sevmiyorum. Unutamıyorum da zaten. Sanırım insanların unutması da keyfimi kaçırıyor. Özellikle bir şeylerin sıkça unutturulmaya çalışıldığı bir çağda hep hatırlamaya özen gösteriyorum. Hatırlamak da hatırlatmak da iyi geliyor. Psikanaliz de benim için hep çok önemli oldu. Sanırım 15 yaşımdan beri... Bazı şeylerin yok olup gitmesini, ortadan kaybolmasını istemiyorum. Bir yerlerde kalsınlar istiyorum. O yüzden de yaşadığım her kuvvetli hissi veya anı kalıcı bir şeye dönüştürmeye çalışıyorum. Bu bazen bir yazı oluyor, bazen bir karalama, bazen de bir film. Bir yandan o hissi içimde tutamıyorum, paylaşmak zorunda hissediyorum. Bir yandan da not düşmek, kendi tarihçemi oluşturmak iyi geliyor. Videonun ortaya çıkışı da şöyle oldu zaten hep kendi kendime konuşurdum. Hâlâ da yapıyorum bunu. 18 yaşımda, hayatta ne istediğime karar vermeye çalıştığım sancılı yıllarda çok daha fazlaydı bu “yalnız kalıp konuşma” hâli. Sonra bir gün kendi kendime konuşurken bunları bir videoya çekip kaydetmek istedim. Belki unutmaktan korktum. Belki de ilerideki hâlime bir hatırlatma yapmak istedim. “Bak, sen böyleydin 18 yaşında”... Sanki 35 yaşımdaki psikanalizm için bir geçmiş oluşturuyordum. Faydalı bir malzeme gibi. Ama aklımda o zaman bunun bir video işine dönüştürme fikri yoktu tabii.
Peki 17 yıl boyunca bu videoyu izlememe kararınızı tetikleyen neydi? Sizin için nasıl bir süreç oldu?
Kendime söz vermiştim. 18 yaşındayken bu videoyu çekip, kaseti bir zarfa koyup üstüne de “35’inde izle” yazdım. Sonra 17 yıl o zarfı hiç açmadım. Çektikten birkaç yıl sonra zaten ne anlattığımı tam hatırlamıyordum. Sonrasında feci merak ettim. Yıllarca. Ama bu bir ritüel gibi olacağı için hiç izlemeye yeltenmedim. İçten içe hep bekliyordum, “o gün gelecek ve izleyeceğim” diye heyecanlanıyordum. Her doğum günümde o güne biraz daha yaklaşıyordum. Sonra sabrettim ve o gün geldi. Tarifi çok zor bir his. Karşınızda bir çocuk var, 18 yaşında, size hayatını anlatıyor ama o hayat aslında sizin. Hatta size akıl veriyor, sizi sınıyor, “umarım şunları şunları yapabilmişsindir” diyor. Ya da hayat aslında şundan ibaret diyor. Size bir şeyler öğretiyor. Ama o da sizsiniz. Garip ve eğlenceli bir yandan. Bir de 35. doğum günümde videoyu izlerken de kendimi kameraya aldım. Çünkü o anın da tekrarı olmayacaktı. Sergide o andan da bir parça da var. Bu arada videonun tamamı 2,5 saat. Ben onu bu video işine dönüştürürken 16 dakikaya indirdim.
Şu anki algınız ile 17 sene önceki videonuzu izlediğinizde neler düşünüyor, hissediyorsunuz?
Kendimi şanslı hissediyorum. Kendimle, geçmişimle karşılaşmak, konuşmak önemli bir şans. Tabii ki çok değişmişim. Ama bazı şeyler o zaman da varmış. Tutkum, sanatla kendimi ifade etme ihtiyacım, yalnızlık sınavım…
Şu an üzerine yoğunlaştığınız başka projeleriniz var mı?
Sinema projelerim var, bir de yazıp yöneteceğim tiyatro oyunlarım var. Bu videodan sonra yine psikanalitik, deneysel video projelerim de oluştu. Bakalım hangisi ilk olacak göreceğiz.